Haftanın Yazarı | Öyküdeki ayrıntılar | Sennur Sezer
Doğan Hızlan, 50 Kuşağı’nın
öykücüleri için ‘Solistlerden oluşan bir koro’ tanımını yapar. Haklıdır. Bu
kuşağın öykücüleri ortak özellikler taşısalar da, birbirlerine benzemezler. Bir
noktada kesişen ve ayrılan doğrular gibi hepsi kendi çizdiği yolu izler… Demir
Özlü, 50 Kuşağı öykücülerindendir. Ayrıntıcıdır. Ayrıntıcılık Adnan Özyalçıner’in
de özelliğidir. İkisi de İstanbul’u anlatmayı severler. Ama benzerlikleri bu noktayla
sınırlıdır. Demir Özlü’nün altını çizdiği öğeler genellikle İstanbul’un
Türklerden önceki tarihinin özellikleridir: Rum ve Ermeni yapısı taş evleriyle,
bir iki kubbe, birkaç küçük kilise kubbesi, tahta ya da taş birkaç kule,
haçlar, yanda tahtadan gelişigüzel bir minare, griyle mavi arası bir renge
boyanmış; hepsinin aşağıda bittiği yerdeyse deniz başlıyor, evlerin varamadığı
bir yerde koyu, mavi renkli bir şerit, gittikçe açılıyor rengi; çok ilerde
havayla, hafif sisin içinde karışıyorlar birbirlerine…(Boğuntulu Sokaklar)
Ve bu tür ayrıntılar Kuzeyde, İsveç’te yazdığı öykülerde de yer
alır: ? (…) birlikte Bizans kent surlarının Haliç’le birleştiği yere kadar
gittiler. Kırk yıldır birlikte dolaşmıyorlar mı zaten? Yukarılardan, yıllardır
Müslümanların giderek sayılarının arttığı mahallelerin dar, çapraşık
sokaklarından indiler. Sultan Selim semtinin yamaçlarından Haliç kıyısına kadar
inen terk edilmiş eski Rum mahallesini geçtiler. Kent XV. yüzyılda
Müslümanlarca alındığı vakit de vardı bu mahalle. Yüzyıllarca da zenginler
oturdu orada.
Kıyıdaki yola koşut uzanan sokaklardan eski Yahudi mahallesinin
çarşısına girdiler. Dükkânların önünde, kaldırımlar¬da oturanlar vardı. Eski,
dar gelirli Yahudilerden de kalanlar var burada. Sonra, kent daha alınmadan
önce kırlık olan bu bölgede yapılmış, çevresi bahçe duvarlarıyla çevrili bir
Ortodoks kilisesinin yanından geçerek, gene yukarılara tırmandılar.? (Anemas
Zindanları)
12 Eylül sürgünü
Demir Özlü’nün yaşamının 1980 Eylül’ü eşiğinde Prof. Ümit Doğanay’ın öldürülmesiyle başlayan İsveç yolculuğu 12 Eylül yasalarıyla sürgüne dönüşür.
Vatandaşlıktan çıkarılması ona
İstanbul’u ve Türkiye’yi yasaklar: ‘Zaman zaman dönüşün olanaksız olduğunu
duyuyordum; kendimi sürgünde duyduğum zamanlar oldu. Ama öyle sanıyorum ki,
yurttaşlıktan çıkarıldığımı öğrendiğim 10 Kasım 1986 tarihinden sonra,
sürgünlüğü zaman zaman hissetsem de, dönüşün olanaksız olmadığını düşünmeye
başladım. İnanır mısınız, asıl insana koyan sürgünlüğün acısı değil, ülkesinin
demokrasiye ve özgürlüğe kavuşamamasının acısı!’ (Sürgünde 10 Yıl)
Belki bu yüzden öykülerinde İstanbul’un ezbere bildiği ayrıntıları
bir başka şehrin ayrıntıları arasından, bir sis perdesi içinden görünür gibi
ortaya çıkar. Bu özlemin çaresizliği sayılabilir. Ancak Demir Özlü, özlemi,
önemsiz ayrıntılarla, yalnız İstanbul’a değil yurdunun bütününe yayacaktır:
‘Yaz da sıcak oldu. Türkiye’deki gibi. Duvarlar üzerinden sarkan ağaçların yaprakları
da tozlanmış. Türkiye’deki gibi…
Özlemi dile getiriş, avunmaya çalışmanın ilk adımıdır bazen: ‘Bu
istasyon senin çocukluk yıllarının eski Anadolu istasyonlarına benzediğine
göre, demek ki, eski kuşakların insanları daha bir arada yaşıyorlardı. Demek ki
birbirlerinden gördüklerini yapıyorlardı. Öyleyse insanlar arasında önemli
farklar yok. İsveç istasyonları da senin çocukluğunun istasyonları gibi.
Alacakaranlık gecenin içinde otur, renkli sabahı bekle. Mutlu ol burada.’
Özlü’nün İstanbul kadar sevdiği ve ayrıntılarını bir sanrı gibi
baktığı manzaranın arasından sezdiği tek şehir bence Paris’tir.