Günün Kitabı | Soteria (Sevgili Maraş) | İhsan Kutlu
68’lerin Dramı…
Çocukluktan bu yana, hemen her Hataylı DEPREM söylencesiyle büyümüştür. Özellikle Kur’anda geçen Yasin suresindeki Ayetler Cuma Hutbelerinde okunur ve öyküsü anlatılırdı: HABİB NECCAR öyküsü.
Ne yazık ki, insanlar bunları önemsemedi ve DEPREM yalnız Antakya’yı değil, GOR Çukuru denilen Dünyanın en önemli kırılma faylarının ülkemizdeki bölümünü harekete geçirdi, Yıkım ve trajik sonucu herkesçe görüldü; acısı uzun yıllar sürecek.
SOTERIA ROMANI asıl olarak 68 Kuşağını anlatmakla birlikte, Yazarın Antakyalı olması ve Maraş’ta Öğretmen olarak görev yapması nedeniyle, özellikle bu İKİ KENTİN 1960 -70 yıllarındaki betimlenmesi ve öyküsü de oluyor.
Roman geçmişi anlatırken, bugünü görünür kılması ve geleceği belli biçimde öngörü olarak işaret etmesi nedeniyle yaşar; okunur ve insanlara yaşadıkları ama farkına varmadıkları anin gerçeklerini duyumsatır. Romanı en uzun yaşayan Edebiyat formu yapan da bu özellikleridir.
Romandan bazı betimleme (tasvir) ile DEPREM felaketini hatırlatan bazı bölümleri ekliyorum.
NOT; Roman ilk kez 1995 yılında Sevgili Maraş olarak yayınlanmıştı, İkinci el olarak hala sahaflarda bulunabilir.
Saygılarımla…
Gece. Dairemsi mersah, yani düğün alanı dolu. Yuvarlak alanın etrafına dikilmiş olan çam, çınar ve incir ağaçlarının dallarına lüks lambaları asılı. Lambaların altına kurulu basit masaların üzeri çeşitli mezelerle ve tini denilen boğma rakıyla bezenmiş. Daha yüksekte köyün kadınları kızları yerlere çökmüşler ve gözlerini mersahın ortasına dikmişler.
Hatay’da köy düğünlerinin en önemli anı aba güreşinin olduğu gece… Ve bu gece, Kisecik’teki düğünde önceden ilan edilmiş olan ikramiyeleri kazanmak – aslında işin bahanesiydi o – için Antakya yöresinin hemen tüm köylerinden güreşçiler ve güreş meraklıları gelmişti.
Asi Nehri Suriye’den girdikten sonra Amik Ovası’nda bir süre yol alır, sonra Antakya’yı ikiye bölüp, menderesler çizerek Cebel Akra’nın dibinden, Samandağ Ovası’nı yarattıktan sonra, denize kavuşur. Orintos demişlerdi ona. Asi ise onu anlatan en iyi ad olmalıydı. Denizin dibinden çık, tersine, kuzeye doğru uzun süre ak ve en uzak yerden denize kavuş. Asiydi o, tersti.
Yörenin Coğrafyasının tüm tarihi aslında bir nehirler tarihiydi. Kuzeyde Kızılırmak; doğuda Mezopotamya nehirleri; ta uzakta – o günün dünyasının sonunda – Nil; bunlardan birine egemen olan gözünü hemen Asi’ye dikerdi.
Asi nehri, sahiplerinin el değiştirmesini umursamaksızın asiliğini, isyankârlığını ısrarla sürdürdü. Güneye doğru devamı ölü denizdi, bahr-el lut. Ve Hz. Muhammet dışında Kur’anda adı geçen 28 peygamberin tümü bu topraklarda doğdu, bu kutsal topraklardan çıktı: Bunlardan yedi tanesi Antakya’yı gördü. Allah’ın en büyük gazabına da bu topraklarda yaşayanlar uğradı: Sodom, Gomora, Lut kavmi ve yere gark olan Antakya; kıyametten 40 yıl önce gene yok edilecekti ama köy düğününe gelenlerin umurunda değildi.
Asi Nehri’nin böldüğü toprakların doğusu, yani Suriye sınırına kadar olan bölümü KUSEYR’di, öyle adlandırılırdı. Din, dil, mezhep, ırk farkı bilmeyen -tarih öğretmemişti onlara – Hataylıları, düğünde ve aba güreşi yapılırken Asi bölerdi. Kuseyrliler sağ tarafa ve hasırların üzerine oturmuştu. Onların gururu, en büyük güvençleri Hanna ise yanı başlarındaki masada, ufak ufak içerek kendisiyle güreşecek birinin ortaya çıkmasını bekliyordu.
Antakya’nın batı yakası, yani Asi nehrinin beri yakası, Amanos dağlarına denk düştüğünden DAĞ denirdi. Kisecik, dağı temsil ediyordu ve Karaksı, Akıllı, Dikmece, Sünberi… çok iyi dağlı güreşçilere sahipti. Ama Hanna ile güreş tutmaya kimse cesaret edemiyordu. Kur’ada adı Hanna’ya çıkan her güreşçi ona oyunu veriyordu. Ve görünüşe göre -çok kereler olduğu gibi- Hanna soyunmak bile gereği duymadan ikramiyeyi alıp gidecekti.
Davullar sustu, orta yere getirildi ve Keşşur davulun üzerine oturdu. Bunun anlamını herkes biliyordu: Bu yolla Keşşur bütün mersaha, tüm meydana tek başına meydan okuyordu. Meydanı bir kahkaha uğultusu kapladı, çünkü Keşşur iki gündür durmaksızın içiyordu ve o an karısını bile yıkamayacağı çok açıktı. Küçücük ve kısacık boylu Keşşur davulun üzerinden kalkıp ileriye doğru yürüdü, elini beline koydu:
“Kalk bre Hanna! Güreşicik. Burası er meydanı, avratlar hamamı değil.”
Hanna yerinden kalktı ve kadeh arkadaşını kucaklayıp öptü.
“Herkeş duysun!” Ve ses kesildi, Keşşur sürdürdü: “Bre insan yıkar da yıkılır da. Çakallar, ne korkyonuz! Hanna’ya yıkılmak da bir şeref, bre!”
“Doğru” diye onaylıyan sesler yükseldi, kalabalıktan.
“Haydi soyun bre Hanna!”
“Reyimi veriyorum.”
“Rey intikapta verilir, güreşicik.”
Ve Keşşur abayı cılız, zayıf vücudua giyerken o hâlâ kalabalığa doğru kızgın laflarını sarf ediyordu. Diğer yandan Hanna’ya aba olmuyordu, sonunda Antik çağın gladyatörleri gibi gösterişli vücuduna sığan bir aba bulabildiler, ipek kuşağını bağladılar. Ve Hanna sıçramaya başladı.
Keşşur ise bir tur döneyim derken ayakları birbirine takılıp düştü.
Güneye doğru döndü Hanna: sol kolunda omuz hizasında Cimcim Mahmut’un nazar değmesin diye yazdığı muska duruyordu, sağ eliyle haç – istavroz – çıkarırken kalabalıktan bazı mırıltılar yükseliyordu:
“Allah yardımcın olsun Hanna. Allah bağışlasın seni… Allah nazardan, kazadan, beladan esirgesin…”
Hanna Keşşur’u bir bebek gibi kucağına aldı, havada bir tur dönderdi ve yere bırakmadan önce iki yüzünden öptü. Keşşur da onu bir kez olsun havaya kaldırıp, bu danışıklı oyunu kibarca bitireceklerdi ancak adam davrandı, Hanna’yı kaldıramadı ve yeniden yere düştü. Gülüşmeler bir silah gibi patladı.
Alkış, tezahürat, konuşmak kesinlikle yasak olduğundan çibik çalamadılar ama bu güreş yalnızca bir şakaydı.
“Bre Havran” diye bağırdı Keşşur, oğluna. Havran kalabalık arasından ses verdi, “Torunlarıma anlat… Dedesi Hanna ile güreşti ve yıkılmadı. Öyle yiğit bir adamdı de.”
Yeniden ortalık şenlendi.
“… Köye geldiğim an acı bir haber aldım: Hanna motorsikletiyle giderken bir tankerin altına girmiş ve ölmüştü. Ben, üç yıl önceki Keşşur’u, muskalı haç çıkaran Hanna’yı ve onun için dua okuyanları… tek tek anımsıyorum… Sanki herkesin akrabası olan bir köylüm ölmüştü ve köy üzgündü… Sonra, nedenini bilmiyorum, aklıma köyde laiklik nutku atan devlet adamları geldi… Atatürk adına şapka uçuranlar…”
*
Ve Metin hiç ummadığı bir anda ve ummadığı biçimde yapayalnız kaldı: Bir başına, en yakın köy olan Seldiren’e yaya 4 saatlik uzaklıkta ve denizden yaklaşık 1600 metre yükseklikte.
Dağ ve Metin. Dağlı bir Metin.
O gün üst tarafı çıplaktı ve eski kot pantolonunun iki bacağını da dizinden kesti. Akşam olmak üzereydi ve Gökyar’a kadar, çadırlar merkez olacak biçimde, bir daire çizmişti iki saatlik gezintisinde. Yalnızca dinamitlerin varlığı korkutuyordu onu. Sandıklara baktı. 200 kg kadar dinamit, çalıların arasına üstünkörü yerleştirilmişti. Bir sandık kapsül, lokumlara uzak bir yere konulmuştu: Yan yana konması sakıncalıydı ve yasaktı. Bir süre ne yapması gerektiğine kafa yordu; dinamitleri iyice saklayabilirse rahat rahat gezinebilirdi ve istediği tek şey de buydu. Kalktı yürüdü.
Bir saat gezindikten sonra yere devrilmiş kocaman bir çamı keşfetti. Çürümüştü çam ve bu yüzden hiç imse dokunmazdı ona, hiçbir işe yaramazdı, etrafı çok sık ormanlarla kaplıydı. Gidip baltayı getirdi, çamın çürük yerini iyice oydu. Dinamit lokumlarını, oyduğu iki ayrı yere yerleştirdi, sonra yeniden kabuklarını örttü. Sık çalılar arasında çam gövdesi içindekilerle birlikte kayboldu. Kapsülleri ve sonunda fitili de aynı yöntemle sakladıktan sonra rahat bir nefes aldı, Metin.
Bir çuval konserve vardı, onları da tahta raflara cinslerine göre dizdi. Çoğu Arjantin malı olan konserveler içinde az da olsa Türk malı olanlar göze çarpıyordu. Ocağı açtı ve kutulardan birini boşalttı. Yarım saat sonra dağa yukarı yürürken tabancayı da beline takmayı ihmal etmedi. MAP markalı dokuzlu tabancayı kılıfsız olarak ve sağ ön kasığına yerleştirdi. Bu haliyle dağ daha da heyecanlı oluyordu.
Tam tepeye çıktı, yani Kalincik’e. Çamların arasında küçük ve dar bir ova gibi uzanan ve çamlarla kaplı yerlerden yürürken bozulmuş ve tamir bekleyen araba yolunu değil, patikaları tercih ediyordu. Bir saat kadar gezindikten sonra ancak Kisecik Karlığı’na ulaşabildi: Düzgün görüntüsüyle samana gömülmüş bir kaz yumurtasını andıran tepeye ulaştı ve orman idaresinin yaptırdığı beton eve girdi: İçi boş bir beton evdi ve kapısı kilitsizdi, sonra düz damına tırmandı.
Bir sigara yaktı. Yönünü batıya çevirdi, Toroslar’a. Bir kamera gibi gözleri kısım kısım alıyordu manzarayı; tüyleri kaldıran güzelliğe sahip dağları. Mavi renk, güneşin denizle buluşması üzerine kızıllaşmıştı. Güneş olağanüstü büyümüştü. Bütün renkler, doğa kırmızıya çalarak güneşe uyum sağlamıştı. Çukurova bir çizgiydi, yalnızca.
Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin döküldüğü yerlerdeki deltaların bu denli büyük olduğunu o ana kadar bilmiyordu Metin. Orada dalar oluşmuştu sanki. İskenderun görünmüyordu. Onu görmek için ilerdeki Zorkun yaylasına gitmesi ve Karaksı Karlığı’na çıkması gerekirdi, biliyordu.
Körfez, Akdeniz, Misis dağı… Manzaranın her santimini hafızasına kazıyordu. Sanki son kez görüyormuş gibi gözünü ayıramıyordu, ilk kez gördüğü güzelliklerden.
Arsuz, tam altında, ayaklarının altına serilmiş, onu bekliyordu. Ve doğuya, Suriye dağlarına, Ensariye’ye çevirdi yönünü.
Dağ iki anlama geliyordu Metin için: Yükseklik ve sessizlik.
Bazen bulutlar dahil gözün görebildiği her şeyin üstünde yaşamak. Kisecik Karlığı’na çıktığında dünyaya tepeden bakmak. Bir yay gibi gerilip sıçrayabilse Akdeniz’e, Antakya’ya da İskenderun’a konuverirdi.
Arsuz, baktıkça onda anılar ve sıla özlemine benzer duygular uyandırıyordu. Arsuz’da denizde olmak! Dağda sessizlikten kastı, insan sesinin yokluğuydu. Radyo ve pikabı bile her geçen gün daha seyrek açıyor ve sanki insanlardan daha da uzaklaşmak istiyordu.
Dağ, insansız bir doğanın ne kadar büyüleyici olduğuna güzel bir kanıttı.
Böceklerin, pınarın, çam yapraklarında hafif ıslık çalan rüzgârın korosu! Metin’in dışında bu güzelliğin farkında olan başka bir canlı ya da cansız var mıydı? Metin insandı, bilinç taşıyordu ve görüşü, duyuşu bilinç denilen kurallı bir düşünme sistemine sahipti.
Dağ, doğa, öten kuş, cızlayan böcek, şıkırdayan su… tüm bunlar, alta tarafta sereserpe uzanmış olan güzellikler Metin olmasa, Metin adı konmuş memeligillerden canlı varlık olmasa herhangi bir değere sahip miydi?
İnsanoğlunun bencilliğini Veysel çok güzel dile getirmişti:
“Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa.”
Bu güzel dizenin tüm gerçekçiliği altında yatan kaba bir bencillik değil de neydi? On gündür yalnız, yapayalnız Metin’in kısa bir anda düşündüklerinden bir kesitti, bu. Mağaralara çekilmiş Taoistler gibi; inzivadaki Budist ya da yer altına, gökyüzüne yolculuğa çıkan şamanlar gibi; tüm bedenini, hücrelerinin her birini düşünce denilen görünmez gücün emrine veren herhangi biri gibi, bir dünyaya çıkmıştı, girmişti ve oraya varmıştı.
Dinlenmek istediğinde bir şeyler yapıyor, kendini oyalıyordu.
Bir gün önce sandıkta bulduğu topoğraf dürbününü sehpası üzerine kurmuş ve canı sıkıldıkça, doğuya, Antakya yönüne bakıyordu. Görüntüyü ters göstermesi kusur sayılmazsa çok yakına geliyordu her şey.
Antakya, Asi, park, Harbiye, köyler, Asi’nin çizdiği menderesler etrafına tesbih gibi dizilmiş köyler ve Finikelilerin Olimpus’u Cebel Akra. Sivri, keskin, tanrı yapısı piramit! Mısır piramitlerinden çok önce varolmuş, sanat eseri. Dağın denize düşen silueti… Yalnızlığını giderdiği doğanın gizemine dalma saatleri!
O gün beş saat gezdi. Her gün biraz daha uzağa gidiyor, yeni yeni yerler keşfediyordu. Ulaştığı yeni yerin adı Söbece idi. Elindeki paftadan tam oturduğu kayayı buldu. Arsuz yönüne doğru bir saat kadar indi. Gene cüruflar, krizotil asbest damarları, krom. Dereyi izleyerek yukarıya tırmanmaya başladığında ikindi olmuştu. Balık var mı, diye saçma bir fikir takıldı kafasına. Ya da başka bir canlı, suda yaşayan bir şeyler….
*
Dumanlıdağ’ın tam tepesinde fırtına gibi esen soğuk bir rüzgardan korunmaya çalışan böceklerden, kuşlardan başka, bunlar dışında herhangi bir insan yoktu. Bulut da – her ne hikmetse – bu dağı terk etmiş ve karşı dağın ardından güneş henüz doğuyordu. Güneşin doğduğu yere bakınca insanın, şu dağın ardında bir dağ daha var, türküsünü çağırası gelirdi. Ama görünürlerde ne insan ne de türkü; yalnızca ıslık gibi öten rüzgarda sallanan yapraklar, dallar ve meşe ormanları…
Batıya dönüldüğünde çok uzaklarda bir duvar gibi yükselen ve bir testere gibi de gökyüzünü kesen Toroslar; aman vermez, geçit vermez dağlar, tıpkı uyuyan bir ejderha gibi! Ne insan ve ne de insanın görüşü olmadığından, Torosların saygısızlık yaptığı iddia edilemezdi. Toroslarla, belli belirsiz farkedilen ve Misis dağları ardına kurnazca saklanmış olan Akdeniz arasına Çukurova sofrasını sermiş, cömertçe herkesi buyur ediyordu; İnsanları, kuşları, böcekleri, canlı cansız her şeyi. Ve tümüne yetecek kadar da bereketliydi.
Düziçi ovasını küçücük bir dağ ayırıyor ve Çukurova’dan kibarca kopartıyordu.
Ovadaki köyler ve ovayı çevreleyen Ceyhan Nehri sabahın erken saatlerinde mışıl mışıl uyuyor: sağ tarafta göğü bir hançer gibi yırtan Düldül dağının tepesi bulutluydu. Her Allah’ın günü tini denilen boğmadan içen ve yalnızca ayık olunca deliliği tutan Deli Hösün gibi başı dumanlıydı Düldül’ün. Onu derin ve dik bir vadi, vadide akan sabun çayı ve çay üzerinde kurulu küçücük bir baraj yanı başındaki Dumanlıdağ’dan ayırmış ve aralarına girmiş…
Sık meşe ormanlarından geçip birkaç yüz metre iniş aşağı inilince kasabaya adını veren Harun Reşit’in yaptırdığı kaleye varılırdı. Ve sağda, Düldül’e doğru – belki adını Zülfikar koysalar daha doğru olacaktı – Farsak köyü, Karacaoğlan’ın torunlarının köyü uyanıktı. Karacaoğlan ne kadar büyükse, bu köy o kadar küçüktü. Karacaoğlan ne kadar övgüyü layıksa bu köy o kadar önemsiz ve basitti. Köylerin çoğu gibi suyu yoktu, elektriği, yolu vs yoktu. Devlet bir gün – ve günü gelince – elbette bunları da yapacaktı.
Düz, çamur damları altında, tek katlı, kiminde insan ve hayvanların birlikte yaşadığı, evlerin birinden saz sesi ve yanık bir türkü dalga dalga vadiye yukarı yükseliyordu. Çaresiz ve yanık bir türkü! İstediği kadar çağırsındı, kendi çalar, kendi dinlerdi.
Aralarında Karacaoğlan bile olsa ne yazardı? Sazını alıp da Acemistan’a kadar gitmek, türkü çağırıp karın doyurmak var mıydı? Cahil köylüler ona değer vermişlerse o günkü cahilliklerinden olmalıydı. Hem insan, canı ne isterse çağırabilmeli miydi? Şimdi olsa gösterirlerdi ona. O kimdi?
“Çukurova bayramlığını giyerken.”
Lafa bak lafa! Ne demekti bu? Demek Çukurova’nın bayramlığı vardı, o halde yaslı günleri de olmalıydı, öyle değil mi? “Çıkar bakalım dilinin altındaki baklayı” derlerdi. Gönlüyle çıkarmazsa zorla çıkartırlardı.
“Demek köylüler çiftlikleri işgal edince bayram olacak, öyle mi? Seni hınzır seni” diyerek dişlerini sökerler, mızrap tutan parmaklarını kırarlardı. Karacaoğlan iyi gününde yaşamıştı ve ona şükretsindi. Çukurova’da amelelik yapmak varken türkü çığırarak köy köy dolaşmak olmazdı.
Bir yarım saat daha iniş aşağı yürününce kasabanın ilk evlerine ulaşırdı insan. Çalıların bittiği yerde evler başlardı. Yüksekteki kocaman cami, yüksek minare, çepeçevre yüksek çınar ağaçları ve derin bir derenin oyduğu sık ağaçlarla kaplı bir vadi alt yanda hemen insanın dikkatini çeker, yüreğine serinlik verirdi.
Tek bir çarşısı vardı kasabanın ve yeni belediye çarşıyı parke taşı döşetmişti.
Kasabanın alt tarafı öğretmen okuluydu ve askeri tesislerdeki gibi bir duvar, duvarın üstünde dikenli teller, nöbetçi öğrencilerin nöbet tuttuğu giriş – çıkış kapısı okula yarı askeri bir hava verirken, okulu kasabadan katı bir sınırla ayırırdı. Sırtını kasabaya, yani dağa doğru veren okulun binaları çam ormanları arasında adeta görünmez hale gelmişti.
Okulun batısı dümdüz Düziçi ovasıydı ve okuldan başlayarak kilometrelerce okulun bahçeleri, fıstık, pamuk, mercimek, nohut tarlaları uzanır, süthanesi, kümesi ve makine parkıyla üretme çiftliğini andırırdı.
*
Dünyanın en büyük fayı, doğanın yarattığı en uzun ve en büyük kırılma çizgisi buradan, Ahırdağı’nın dibinden başlar, güneye doğru gider. Antakya’ya kadar düz ve kesintisiz ova Amanoslar ve Gavurdağlarını hiç terk etmeksizin ve onlara paralel uzadıktan sonra, Asi Nehri’nin tersine doğru yolunu sürdürür, Lut Gölü’ne, Kızıldeniz’e ve oradan da Afrika’ya doğru yoluna devam eder.
Hatay belki de bu doğa harikasının zümrütüdür; çünkü orada bir yanı Akdeniz diğer yanı Amik gölü olduğu halde sere serpe kucağını açar, endamını gösterir…
Metin’i kader, sanki bu ovaya, bu coğrafya harikasına bağlamış, esir etmişti.
Gazi Ortaokulu tek başınaydı: Kentin en güneyinde etrafında hiçbir bina olmayan bir düzlükte, tarlalar arasında yalnız bir bina. Önünde henüz yapımı tamamlanmamış olan stadyum da boştu.
Doğu tarafında, şöyle birkaç yüz metre sonra anayolu geçince, kentin biricik modern mahallesi olan Bahçelievler başlardı.
Aynı uzaklıkta bir başka yeni mahalle orman bölge müdürlüğünün etrafında kurulmuştu.
İlki birinci derecede deprem alanına girerken, ikincisi bu tehlikeden – güya – oldukça uzaktı. Okul ise tam ikisinin ortasında, hangi gruba girdiğini kimsenin bilmediği bir Arafat’ta inşa edilmişti.
Öğrencilerin çoğu kente yeni göçmüş köylülerin, özellikle de Pazarcık ovasından gelen ‘aşiret’ diye adlandırılan köylerden ya da yakın çevre köylerden çocuklardı ve Metin için onlarla derinliğine sevgi bağları kurmak hiç de zor olmamıştı. İrfan beyin bile itiraf ettiği gibi öğrencilerle bu genç öğretmen arasında aşka benzer sevgi köprüleri kurulmuştu.
Yapmacık olmayan karşılıklı alıp – verme!
Maraş’ı da sevdiğini, buraya alıştığını anladı, Metin. Oysa Düziçi’nde okurlarken Maraşlı’larla ‘Aynen 46 Maraş’ diye dalga geçerlerdi. Gerçi, ağızlarının payını da alırlardı elbet, ama içlerinde bu kenti görme merakı hiç mi hiç uyanmamıştı.
Bölük’ün, asker dönüşü tayininin Türkoğlu’nun Kocalar köyüne yapılması Metin’in eski günlere yeniden dönmesine yolaçar gibi oldu; bıraksalar dönecekti. Her şey öylesine hızlı ve kontrol edilemez biçimde gelişiyordu ki, bir girdap gibi Metin’yı sürükleyip götürüyordu.
Bir gün Ali Akkaya ile Necdet Gün’ü biraraya getirmek şansını bile yakaladıl, Bölük ve Metin için o gün mutluluklarına diyecek yoktu.
Metin, Pazarcık köylerinden gelenlerin, yani aşiret köylülerinin doğal velisi oluvermişti: Nedense o insanlar kendilerini, her şeye karşın, biraz daha az güven içinde hissediyorlar, herkesten, her şeyden birazcık kuşku duyuyorlar, karşılarındaki insanın onlara haksızlık yapabileceği endişesini taşıyorlardı. Bilinçaltına kadar işlemiş bir kuşkuydu bu ve Metin’ın, Sami’nin, arkadaşlarının varlığı yüreklerini serinletiyordu.
Metin’nin yüreğini serinletebilecek bir şeye gereksinimi vardı aslında, onu biliyordu. Onun endişesi, kuşkusu ova köylülerinkinden çok daha büyük ve çok daha derindi. Gazi eğitimi bitirdiği gün karar vermişti. Maraş’ı kur’ada çektiğinde sevinmişti bile.
“Belgin bir adım ötede, Antep’te. Okul da bitti, boykot da” diye iç geçirmiş, “Şimdi Belgin’i bulma sırası.” Demişti demesine…
Antep’e kaç kez gidip – geldiğini hesaplamak merakı uyandı, içinde; her defasında ya TÖS’e ya gençlik örgütüne, oradaki tanıdıklarına düşmüştü yolu. Konuşmuşlar, tartışmışlar… her defasında da, geçmişte olduğu gibi, ülkeyi kurtarma yolları aramışlardı.
Belgin’i arayabilir miydi?
*
Şubat, sapsarı bir duvar gibi yükselen Ahırdağı’ndan soğuk rüzgarların estiği Maraş’ın en soğuk ayıdır. Seyrek te olsa kar da yağabilir. Böylesi günlerde kahveler tıkabasa doludur; ağır sigara dumanından içmeyenler bile nasibini alır ve oyun oynanır, şakalaşılır ve bir de dedikodu yapılır.
Kitap okunmaz. İnsanların bilgi ve görgüsünü arttırıcı herhangi bir konudan da sözedilmez; yalnızca zaman öldürülür ve çaylar içilir, sonunda evli evine yolcu yoluna gider.
Yerli insanları konu alan dedikodular pek yapılamazken, yabancı sayılan insanlar, memurlar, öğretmenler ve özellikle hanımlar, kızlar bu düzeysiz konuşmalardan nasiplenirler. Bir de dinsiz ve solcu diye niteledikleri insanlar bol bol lanetlenir. Bu insanlar ki, ya mezheblerinden dolayı, ya da camiye gelmedikleri ve tarikat üyesi olmadıkları, ya da Alevi insanlarla dostluk yaptıkları için hedef seçilmişlerdir…
Metin, bu insanların kör karanlıktan kurtarılması, cehaletin elinden alınıp kültürlü vatandaşlara dönüştürülmesi için ülkede köklü değişikliğe gereksinim olduğuna inananlardandı. Öğrencilik yıllarından gelen ilişkilerini yeniden canlandırmanın dışında bir seçeneğinin olmadığına karar verince Antakya’ya gitmiş; gereken insanlarla görüşmüş; aldığı informasyondan Maraş’ın merkez yapıldığı büyük provakasyonu daha da net anlamıştı.
Bu konuyu ve kampanyayı konuşmak için de Maraş TİP İl Başkanı Ejder’i arayıp bulmuş ve evine davet etmişti.
Ejder, esmer, ortaboylu, kırkını aşmış sessiz bir insandı. Bir küçük kahvahanesi var, onunla geçimini sağlamaya, çocuklarını okutmaya uğraşıyordu. Büyük oğlu sanat okulunda öğrenciydi. Vilayet binasının hemen karısında yer alan Metin’in evine gelip kapıyı çaldığında gece karanlığıydı ve tabancası belinde ve mermisi de namludaydı.
Uzunoluk caddesinde giderken, uzaktan biri ‘komünist Ejdeeerrr!’ diye bağırdığında hemen geriye döner bir okkalı küfür sallardı; tabancası belinde olduğunu bildiklerinden dolayı hemen herkes bundan ötesinin tehlikeli olduğunu bilir, başka laf etmezdi.
Ejder için Maraş’ta yaşamak, Sosyalist bir patinin yöneticisi olmak ölümle burunburuna yaşamak anlamına geliyordu.
Metin, çay yaptı ve basit eşyaların olduğu küçük odada yavaş sesle konuşmaya başladılar. Metin, kısaca olup – biteni anlatmak istediğinden dolayı, önce genel bir değerlendirme yaptı. Yakında Askeri Cunta’nın geleceği kesindi. Devrimci denilen gruplar, bu darbenin sol bir doğrultuda, yani MDD tezi doğrultusunda olacağına ve oradan sosyalizme doğru gidileceğine adeta iman etmişlerdi; devrimi hızlandırmak için de ülke çapında eyleme girişmişlerdi.
Gerilla savaşı hazırlığının, Maraş’a yağan solcu ve sağcı militanların tek nedeni buydu. Oysa, TİP’e göre bu bir maceracılıktı ve sonu Faşist bir darbeyle noktalanacak; halkın uyanışı bastırılacak, yükselen işçi hareketi yokedilecek, örgütleri dağıtılacak, önderleri hapse atılacak, demokratik haklar tümüyle budanacaktı.
Bu nedenle TİP ülke çapında ‘Faşizme Hayır’ kampanyası başlatılıyordu ve Maraş’ta afişleme yapılacaktı… Ejder çıt çıkarmadan Metin’i dinledi, afişleri asacağını ve bildirileri hemen dağıtacağını ve böylece kampanyayı başlatacağını söyledi.
Ertesi gece başlatılan afişleme kampanyasına ise, ülkenin her yerinde olduğu gibi, hem sol ve hem de sağ kanattan saldırılar geldi; her iki grup ta, sanki sözleşmişlermiş gibi, birlikte afişleri gördükleri yerde yırttılar.
Ülkücüler bu afişleri solcu; devrimler ise karşı – devrimci olarak nitelediler.
(NOT: Bir ay geçmeden 12 Mart 1971 Gerici Askeri Müdahalesi oldu)
*
Maraş’ın kurtuluş günü, şubat ayı, soğuk ama güneşliydi. Her yıl yapılandan çok daha büyük bir heyecan vardı ortamda. Haber kulaktan kulağa duyulmuş, duyurulmuş “gün” daha da bir anlam kazanmıştı.
Geleneksel olarak camiden kaleye doğru “Allah!, Allah!” nidalarıyla ve gazilerin saldırışıyla törenler başladı. Artık iyice yaşlanmış gaziler, göğüslerinde istiklal madalyaları, ellerinde eski tüfekleri kalenin yokuşuna tırmanmaya çalışıyorlardı. Kimileri, bir yıl önce birlikte koşup da o an orada olmayanları rahmetle anıp, kendilerinin belki de son kez o tepeye tırmandığını hatırlıyorken gene de yüreklerinde 50 yıl öncesinin inancı ve heyecanı yanıyordu.
Bir tarih yaratmışlardı. İlerde tarih olabileceğini hiç düşünmeden, önemsiz, doğal bir iş yaptıkları inancıyla ve ölmekten hiç korkmadan kaleye tırmanmışlar, salipli bayrağı indirip yerine Türk bayrağını çekmişlerdi.
O andan itibaren Fransız ordusuyla korkunç çarpışmalar olmuş, sonunda düşman Türkoğlu tarafına çekilip, gitmişti.
Bir daha da gelmemişlerdi, gelememişlerdi.
Bayrağı çektiler ve toplar atılmaya başlandı. Kıbrıs meydanındaki kalabalık durmadan büyüyordu. Gittikçe artan bir tempoyla “Kahriman Maraş! Kahriman Maraş!” nidaları çınlatmaya başladı gök kubbeyi.
Bir grup, slogan her bağırıldığında, Antep yönüne dönüyor ve o tarafa doğru yumruk sallıyordu. Gançlik ve Spor Bakanı bey kürsüye geldi ve cebinden kâğıdı çıkarıp hemşehrilerine müjdeyi okudu: Cumhuriyetin 50. yılında Maraş, nihayet Kahramanmaraş olmuştu, o kararı okudu. Bu anda tüfekler, tabancalar patladı, gırtlaklar yırtıldı, sloganlar yükseldi. Bakan nutuk da atıyor, atmaya çalışıyordu ama dinleyen yoktu. Saatlerce süren ‘Kahriman Maaaraaaşşş!’ haykırışı!
Bakan’ın öbür cebinde ise bir başka zarf vardı ve diğerinin gürültüsü arasına ustaca gizlenmişti. Müjdenin ilki tüm Maraşlılaraydı, onu okudu Bakan bey, İkinci zarftaki müjde ise bir DÜZİNE adama getirilmiş, sahiplerini bekliyordu.
Ne mutlu ve büyük gündü, o gün! Kimileri için çifte bayram.
En sonunda Ali Kök, Maraş gibi arzusuna kavuşmuş, Ali Sait Kökahmetoğlu adını almıştı.Naci Budakoğlu Antalya’ya, Gürünlü Kayseri’ye sürgün edilmiş; Mustafa Kardaş stajyer olduğu için görevden ihraç edilmiş; Aydın, Hasan ve Metin açığa alınmışlar, yani görevden alınmışlardı: Özet olarak, yarım maaş ödeyip öğretmeni sınıfa sokmama ve mümkünse sonunda işine son vermenin adıydı, bu. Aynı gün Aydın memleketi İstanbul’a, Hasan ise Kozan’a nişanlısının, nikahlısının yanına gittiler.
Metin ise kardeşleriyle birlikte köye gitmeye karar verdi.
“Ne garip” dedi, Metin, “Kahramanmaraş’ın ilk kurbanları biz olduk. Ama” diye derin bir düşünceye daldı, “biz kurtulduk, fakat bu bir düzine adamdan siz Maraşlıların çok çekeceği var. Biz aranızda bir köprüydük, güçlü bir köprü. Sizi birbirinize düşüremedilerse, bizim de bunda büyük rolümüz oldu. Bu köprüyü yıktılar. Onlar bizimle değil Maraş halkıyla savaştılar. İnanın ki, Onlar size düşman. Onların sevdiği hiç kimse yok. Birbirlerinden bile hazzetmezler. Aynaya bakmaya korkarlar. Tosbağa herkesten fazla kendisi bilir, bir tosbağa olduğunu…”
Kaleye çıkıp, son kez sarı yüce dağa bakarken, Maraş’ı, Sütçü İmam meydanını ve oradaki camiyi seyrederken söylediği, kendi kendine konuştukları bunlardı Metin’in.
Yusuf’un minibüsüyle akşam köye gelip balkonun altına park edince Muhtar dışarı çıktı ve şaşırdı, “Daha iki gün oldu Maraş’a gideli.” derken, bu gelişe bir anlam veremediğini ortaya koyuyordu.
“Açığa alındım baba.”
“Süphan, haydi oğlum eşyaları endirin.” Oğlunun üzüntülü yüzüne baktı bir an sonra güldü, Muhtar: “Eşşoğlueşşek, ben de mühim bir şey oluk, belledim. Haydi gel içeri, senle bir dama atak.”
Kapıdan girdi Metin, eller öptü ama mahçuptu. Köyde neler denileceğini biliyordu.
“Bakanlık emrine alındım nene” diyerek yanıtladı, Dudu kadını.
“Allahıma şükürler olsun” diye sevindi yaşlı kadın, “Ben biliyodum, senin böyyük bir hökümet adamı olacağını.”
“Yok, yok öyle değil” dedi Muhtar, sonra birden sözünü tamamlamaktan vazgeçti: “Hökümet adamı herkeş olur… beş paralık adamlar da olur. Oğlum adam oluk benim, adam! Oğlum,” diye ekledi Muhtar, “birinin yüzüne baktığın zaman, yüzünü kızartacak, başını yere eğecek bir şey yaptın mı?”
“Yok, sen beni bilmez misin?” diye itiraz etti Metin, “Öylelerine dokunmuyorlar; ben tam da öyleleriyle kapıştım, baba.”
“Haydi bakayım avrat,” diye Muhtar karısına doğru döndü: “Allah kavuştursun, diye her gün, her gece dua edip duruyodun. Kavuşturdu işte. Bize bir kahve yap bakyım. Ha minibüsteki herife de.”
Divana oturdular ve bir süre sessizlik oldu.
“İyi ki geldin oğlum” diyerek oğlunun gönlünü aldı Muhtar. “Bir ay sonra Güngör’le Kiseçayı’nda krom ocağı işletmeye başlıyok. Gel, sadece benim yanımda dur, sana öğretmenlikten fazla maaş veririm. İyi ki geldin, çakal. Onları sen mi adam edicin?”
“Tamam baba. Umurumda olan şey başka.”
“Aysun mu?”
Metin utandı ve bir an konuşmadı: “Evet ama ondan da başka! Baba, sen bilmiyorsun, dünyanın en iyi insanları var o şehirde. Hayret. İyisi melek, kötüsü de kötü.”
“O kız çok eyiydi bre oğlum. Bak, ben neyini sevdim? Bizim, köylü olduğumuzu biliyor yine de mini etek geyikti; öyle karşıladı beni, bana öyle gözüktü. Böyle kızlar bulunmaz ki! Bir bakışta anladım; ne kadar dürüst, terbiyeli ve açık yürekli olduğunu.”
“Sahi mi diyorsun baba?”
“Sen anlamadın mı, o kızın öyle olduğunu?”
Metin sustu: Uzun, derin ve anlamlı bir susuş!
*
…