Günün Kitabı | Çıkmaz Tünel | Sibel Çağlayan
Gecenin koyu karanlığı akıyor yine içime. Gözlerim mengenede. Yanıyor milyonlarca toplu iğne batmışçasına. Yüreğimin derinliklerindekisis doluyor can evime.
Ters dönmüş altı kirli terliklere takılıyor gözüm. Beni alıp kapkaranlık çıkmaz bir tünele sürüklüyor…
’Anasın sen, merhametli olacaksın.’’ Yıllarca bu cümleyle çalkalandım. Ayakta alkışlanacak kadınım! Yıllar ezip geçerken bir paçavraya dönmüşüm. Kirlenmiş bedenimden tek kelimeyle iğreniyorum. Kimse merhamet etmedi ki bana. Merhamet etmeyene merhamet ediyorum. Ne yüce kulum Allah’ım! Işıksızlıktan boğulurken ışık olmaya çalışıyorum… Yitip gitmek istiyorum, prangalar çekiyor koyu karanlığın gözüne. Saplanıyorum ne çare! O lanet sabaha!
On yaşındayım. Günlerce taranmamış saçlarım keçeleşmiş. Tırnaklarım uzamış, arası pislik yuvası… Abilerim de ucubeye dönmüş. Mutfak, ağzına kadar bulaşık dolu. Her bir tarafta illet rakı şişesi… Pis dumanı üstünde kül tablaları…Zift bağlamış her şey.Midemi bulandırıyor.Kirden yerdeki yaygının çiçekleri solmuş. Perişanlık dizboyu.
Geceden hızını alamamış babam. Devirdiği rakı şişelerini savurmaktan zevk alıyor hâlâ. Bir kavganın kırık dökük anılarını perçinleyen cam kırıkları yürekleri kanatıyor. Annem, sırra kadem basmış. Dört çocuğunu ayyaş bir babanın pençelerine bırakarak… Nefret ediyorum. Hep nefret edeceğim…
Birden karanlık tünelden çıkıyorum. Hastaneye gitmem gerek. Babam siroz… Karaciğer iflas etmiş. Yaralarını saramıyor artık. Kan dokuya ulaşamıyor.Yollar çıkmaza girmiş. Koca bir kara delik oluşmuş bedeninde. Benim bedenimde olduğu gibi.Yaşlılık da var. Benden başka kimsesi yok. Abilerim hayırsız çıkmış. Dağılmış her birisi bir tarafa. Ben, çocuğum ve babam… Aynı çatı altında ezilmişiz yaşamın çarkında.
Oğlum, yaman bir delikanlı olmuş. Yaşam koşullarının ağırlığındanşımarmamış. Dede babayı kabullenmiş görünüyor. Az konuşuyor. Sıkça dalıp dalıp gidiyor.Demirden kapısını sıkı sıkı kilitlemiş. Ona baktıkça içim eziliyor. Canımdan bir parça. Zaten canparem diye severim kendisini.Analığımın eşsizabidesi…
Gitmem lazım. Çıplak, nasırlı ayaklarımı sürüyerek banyoya gidiyorum. Çizik kirli aynada sönük gözlerimi çevreleyen kara halkalara takılıyor gözlerim. O demir halkalar, uykusuz ıstırap dolu gecelerin emaresi. Dudaklarımın çizgisi aşağıya devrilmiş ben gibi. Kemerli burnum süzgün yüzümde eğreti duruyor. Dişlerim nizamsız evler gibi.Mutluluğun davetkârı değil hiçbiri. Kocamış yüzüm taze bedenimde eğreti. Ne bulduysam üstüme geçirip yola koyuluyorum.Zaten ne giydiğimin ne önemi var ki…
Beyaz demir yatakta şuursuzca yatıyor babam.Pijamasının içinde kaybolmuş rengi kaçmış bu adama yine acıyorum. Beni doğuran, terk eden kadına inat babama acıyorum. Babam ne yaparsa yapsın kabullendim. Ben onun her şeyi ama her şeyi oldum. O benim çocuğum, kocam, yeri geldi babam oldu.
İtinayla soyuyorum üzerini. Çocuğummuş gibi. Günlerdir az yiyor, sesini unutmaya yüz tuttum. Bakışları donuk. Bilinci yerinde mi şüpheliyim. Buruşmuş deri parçalarını pamuğa damlattığım gül suyuyla siliyorum.
‘’Daha iyisin ya baba?’’
…
Babamın pişmanlığa gömülübakışlarını bir an yakalıyorum. Yine geçmişin karanlık çıkmaz tünelinde kayboluveriyorum. Şimdi çocuğa dönmüş bu zavallı adam, gözleri dönmüş vaziyette şehvetin esirinde dalarken odama çaresiz boyun eğişlerimi hatırlıyorum. İlk zamanlar ellerimi bağlardı demir karyolaya. Pis solukları ejderha ateşi gibi gelirdi. Bir av hayvanının kurbanı gibi çırpınırdım altına aldığında… Sesim çıkar mıydı? Sesim çıkar da kimse duyar mıydı bilmiyorum. Salyalarını her bir tarafıma bulaştırıp giderdi. İğrenirdim. Tuhaf tarafı gündüz hiçbir şey hatırlamazdı ya da gerçekten iyi rol yapıyordu. Süt dökmüş kedi rolünde pek başarılıydı. Ben küçücük kızcağız terk edilmişliğin en ağır faturasını ödüyordum. Çilem bitmemişti daha. Ömrüm boyunca da çile büyütüp içimde, çile doğuracaktım.Üstelik çilemi pamuklara sarıp büyütecektim.
Sis çökmüşken yüreğime babamım derinlerden gelen hırıltısıyla ana dönüyorum…Can veremiyorsun. Vicdanın nihayet kafeslemiş seni. Senin de kalbin varmış be babacığım. Sen benim hayallerimi çaldın. Çocukluğumu çaldın.Sen benim gençliğimi çaldın. Ömür törpüsü… Kocadım vaktinden önce sayende. En kötüsü kimseye diyemedim hâlimi. Sen benim sevgi ağacıma kezzap döktün. Allah’ım ne büyük ki acıdı bana. İçimde filizlenen yaşamla yeniden bağlandım yaşama.Nefretimi gömdüm o vakit toprağa. Önce kendimi affettim. Seni… Seni de affediyorumartık. Git, darağacına… Gözyaşlarım asla sana olmayacak.Ne tuhaf!Hiçbir şey hissetmiyorum. Şu çöpteki atıklar bile daha değerli benim yüreğimde.
Affetmenin hafifliğiyle mi bilinmez babamın yüzüne bir huzur yayılıyor. Odaya doluşuyor hemşireler hangi ara… Tüm olanları sessizlik içinde izliyorum. Kulaklarım yüreğim gibi sağır… Filmin son sahnesi…Babam yükseliyor.Kara bir gölge uzaklaşıyor odadan sanki. Belki de yük olan bedenini çöpe fırlatırcasına. İzliyor musun acaba bıraktığın enkazı yukardan? Babacığım! Hey, babacığım!
Kara kaplı bir defterin son sayfasını okuyup çeviriyor gibiyim. Ne zaman ben dışarı çıktım. Ayaklarım beni telefon kabinine götürdü. Binlerce soru beynimi kemiriyor: Ben kimim? Bu dünyaya neden geldim?Adanmış bir kurban olmayı ben istemedim ki… Cüzdanın içinden çıkardığım jetonu yuvaya yerleştirip bildik numarayı çeviriyorum. Acıların tellalı sesim bükülerek:
‘’Oğlum, can parem, babamızı kaybettik. Babamızı…’’ diyebiliyor kesik kesik. Zamanın boşluğunda ahize sallanıyor elimden kayarak… Sallanıyor kendim gibi bir o yana, bir bu yana… Bir o yana, bir o yana…