Bir Felsefe Tartışması | İhsan Kutlu
SOFYA PARTİ OKULU’na çok geç gönderilen bir güzel insanın ilk gecesini ve ruhunda esen fırtınayı okuyacaksınız. Saygılarımla..
*
Bir kaç gün sonra Ahmet Sevin Parti Naşkola’nın hastanesinde yatarken, gruba Milliyet Gazetesi bu kez sansürlü geldi; Uğur Mumcu bile kesilmediği halde, orada ne tür bir bilgi saklandığını merak ettiler! Şükrü bir türlü ipucu vermiyor, Halit ve karı – koca ise bıyık altından değil, üstünden gülüyorlardı.
Oradakilerin bildiği gibi, bu dört insan her şeyi bilmek ve diğerlerinden gizlemek hakkına sahiplerdi.
Sonunda Tercüman Şükrü, insafa gelip söyledi: “İki gün önce yeni bir yoldaş geldi. Hastanede. Yarın çıkacak. Onunla ilgili haber vardı içinde.”
“Kanlı Pazar’ı atlattı mı?” diye sordu Bülent.
“Bugün atlattı, yarın görüşürsünüz.”
Gazete kesilecek kadar önemli sayılan insanı görme merakını yenemeyip hastaneye giderlerken, Hayri ve Bülent tanıdık biriyle karşılaşacağından emindi. Cengiz ve Teoman için bu olasılık zayıftı. Hayri, Merkez olan Ankara’nın, Bülent ise üst düzey yöneticilerin fink attığı, kamp yapıp kafa çektiği kamptan dolayı birçok ileri geleni tanırlardı.
Ve Bülent girdiği an bağırdı: “Oooo, abi sen miydin yahu? Bir de bizden gizliyorlardı.”
Uzun uzun öpüştüler, Hayri de hararetle öpüştü yeni misafirle, Teoman ve Cengiz de parti adlarıyla kendilerini tanıtıp öpüştüler. Bir süre sohbetten sonra, eski Başkan – yeni öğrenci nasıl kaçtığını bile ayrıntılı olarak anlatırken, Hayri daha fazla dayanamadı:
“Yoldaş, önce senin şu parti adını söyle. Sana yanlışlıkla asıl adınla hitap etmeyelim. Suç işlemiş oluruz.”
“Yoldaş, sen benim kim olduğumu biliyorsun, ne fark eder.”
“Olmaz. Senin bir parti adın olmalı.” Bülent de aynı istemi öne sürdü. Ve kıkır kıkır da güldü.
Hiç kimsenin böyle bir saçmalığa inancı yoktu ama, kural kuraldı. O anda Teoman ve Cengiz de karşıdakinin kimliğini öğrenmişler, yani onun adını bilmeyen hiç kimse yoktu.
“Ahmet Sevin.” lafı çıktığı an misafirin ağzından, ortalığı bir kahkaha tufanı kapladı. “Sevinmiş!” Anasını, Ahmet Sevin’ini… Ulan insan doğru – düzgün bir ad bulur; ad kıtlığı mı var. Sevin! Oldu olacak Bülent Ersoy koysaydılar.”
Bülent’in yüzü kızardı, güldü: “Abi, şükret ki geç geldin. O adı almak bana nasip oldu.”
Hayri, kendi adıyla biraz teselli bulurken, Teoman ve Cengiz adı karşısında Sevin’in yeniden sinirleri ayağa kalktı.
“Sevin abi boş ver, yakında, inanıyorum ki, sana uygun, sana yakışan bir adı mutlaka alırsın. Takma kafana.”
Ahmet Sevin böylece Cengiz ile ilk kez göz göze geldi ve ad konusunu bir yana bıraktı. Sonra ısrar karşısında, kanlı pazarın yarattığı ızdırabının dindiğini belirtip hasta haneden çıkmak isteğini dile getiren Ahmet Sevin için doktordan izin kopardılar ve doğruca odaya geldiler.
Yemeğe ise hep birlikte gittiler, yeni bir insanın getirdiği birlik havasından yararlanıp bol bol sohbet de ettiler ve sonunda Halit’in odasına doluştular.
İlk çözümledikleri şey oda sorunu oldu: Bülent ile Teoman’ın oda arkadaşlığında yıldızı pek barışmıyordu, Teoman Halit’in yanına taşındı; Ahmet Sevin ise Bülent’in yanına.
Sekreterin çayını içtikten sonra kitapların olduğu toplantı odasına geçtiler. Ahmet Sevin için böylece öğrencilik başladı; hem de O’na tam ters bir noktadan: Felsefeden. Oda sekiz insan için dardı, aslında: Kapının dibinde küçük bir buzdolabı, iki duvarı boydan boya kaplayan dolaplar ve dolaplarda Ahmet Sevin’in hayatta okumayı düşünmediği kitaplar….
Bülent kravatını, elbisesini çıkarmış, şıklığı bırakmış, kot ve tişörtünü giymiş, terliğiyleydi. Odanın içi sıcak olduğundan, dışarıdaki kar ve soğuğa aldırmadan Halit pencereyi hafifçe açtı, Hayri’nin sırtında gri eşofmanı, Ahmet Sevin’in pijamaya benzer basit giysisi ve Seyfi’nin ince ama ütülü pantolonu ve beyaz gömleği ile bir öğrenci toplantısıydı.
Sırasıyla üç gece içinde bütün Felsefe dersini aktaracaklar ve sonra sınava gireceklerdi. Konuları ikişer ikişer bölüşmüşler ve ilk olarak Hayri ve Seyfi anlatacaklardı. Seyfi konusuna başladığında, Ahmet Sevin iyi duyabilmek için konuşmacının tam yanına oturdu; bir süre sonra burnunu çekmeye, daha sonra pencereden bakmaya ve sonuna doğru gözü etrafındaki eşyaları, insanları incelemeye başladı.
‘Madde’ maddeydi Sevin’e göre; ancak Seyfi konuştukça, daha doğrusu kitabı, kelime atlamadan ezberden aktardıkça – zaman zaman Naciye de onu tamamlıyor, ya da eksiğini anımsatıyordu – buzdolabı, kapı, dışardaki kar, oradaki insanlar… her şey anlaşılmaz hale gelmeye başlıyor ve Sevin nasıl bir bela içine atıldığını yavaş yavaş kavramaya başlıyordu.
Biçim-Öz-içerik, nicelik-nitelik, hakikat-gerçek-görüntü… somut – soyut, evrim – devrim… işlev –fonksiyon – görev… vs. Tüm kategoriler de ortaya serilmeye çalışıldı. Sevin, karşısındaki basit bir lambayı, camı, karı, buzu böylesine karman-çorman hale getiren kafaya içinden öyle bir küfür etti ki, Cengiz dudağının kıpırdamasından, alnındaki çizgilerin derinleşip, burun çekmesinin tiklere dönüşmesinden, O’nun iç dünyasını anlar gibi oldu ve yanındaki Teoman’ı dürttü.
Teoman ise Hayri’nin, “Ben somuta indirgeyerek anlatacağım. Örneği var mı? Ne demek?…’’ diye girip, işçilere basite indirgenmiş Emek – sermaye – sömürü dersi verir gibi örneklerle anlatınca ve o an Sevin konuyu birazcık anlamaya başlayınca, birden söze girdi ve bütün kibarlığıyla bir gerçeği vurguladı:
“Güzel, örnekleyelim, öylesi daha iyi. Ancak unutmamalı ki, örneklemek ile banallaştırmak çok farklı şeyler: Bu biçimiyle felsefe, felsefe olma özelliğini yitirir, sığ bir söyleşiye dönüşür.”
Ve Teoman gözlüğünü düzeltip Hayri’ye baktı.
Cengiz bunun başla!, işareti anlamına geldiğini biliyordu, ancak nedense gözü Ahmet Sevin’de idi.
“Siz tartışın” dedi Sevin. “Ben bu işlerden hiç anlamam. Türkiye’de bunları (Bu saçma şeyleri demek istedi aslında) hiç okumadım. Eğer burada okuduklarımız böyleyse, ben hapı yuttum demektir.”
Hayri uzun ve ne olduğu hiç anlaşılmayan bir konuşmadan sonra, “Şimdi anlaşıldı mı yoldaşım?” diyerek Teoman’a döndü. Teoman ise bir şey anlayamadığını belirttikten sonra, felsefe ile ilgili bir ufak noktayı sordu ve yanıt istedi.
Hayri daha da uzun ve karman – çorman bir yanıt verirken, Sevin’in gözü tavanda sabit bir noktaya dikilmiş, az duyan kulağını da tümden kapatmıştı ve birden patladı:
“Sekreter, şu saatte şurada buluşacağız!, diyor; gidiyorum, adam gelmiyor. Şimdi bunun kaçacak hiçbir tarafı yok, adam suçlu. Bu hem doğru, hem yanlış olamaz. Hem suçlu, hem de suçsuz, ya da ikisinin ortası da olamaz.”
Bir an sessizlikten sonra Sekreter alınır gibi oldu: “Yoldaş, belki de o yoldaşın önemli bir işi, yani bir engel çıkmıştır. Belki yukardan yeni bir direktif gelmiştir, sen bilemezsin ki.”
“Nasıl bilemem!” diyerek ayağa kalktı Ahmet Sevin. “Nereden bileyim, bir kız arkadaşına aynı saatte randevu verip, buluşmaya gitmediğini! Bana göre öz – biçim, bilmem ne tartışması, hep bu tür ..ospu çocukluklarını örtmek için bahane! Bunun hesabını kim soracak? Haklı değil miyim, Hayri yoldaş?”
Yeni bir şok durumu yaşanıp Bülent, Teoman, Cengiz kahkaha atarken, Halit kıpkırmızı olup ayağa kalktı, sanki kendisine küfür edilmiş gibi kızgın bir tonla, “Yoldaş, bir yoldaş hakkında böyle konuşamazsın! Bir şikâyetin varsa yukarıya bildirir, şikayet edersin.” diye vurgulu konuştu.
“Şikayet nasıl edilir?” diyen Sevin’in ses tonu daha da yüksekti.
“Zarfa koyar, ağzını kapatır, ilgili yoldaşa verirsin.”
“Yani şikâyet edeceğim adamın eline!”
“Evet o yoldaşın eline.”
“Peki, o.rospu çocuğunun mektubu açıp okumayacağını Nereden bileyim?” Ve Sevin’in sevinci kesin olarak bitti, elleriyle konuşmaya başladı. “Bütün Ankara’yı ele verdi. Randevuya gelmemek ne demek biliyor musun? Kıçı kaptırmaya milim kaldı be!”
Yeniden yatıştırmaya çalıştılar, ancak Sekreter ile epey süren bir ağız dalaşı, Sevin’i otomatik olarak karşı tarafa, yani Halit’in karşısında itiverdi ve yeniden burun çekip dinlemeye koyuldu.
“Hayri yoldaş, somutlayalım şimdi,” diyen Cengiz elindeki kapı anahtarını salladı, “Bu anahtarın özünü, biçimini, niteliğini bize bir açıklar mısın?”
“Hay hay yoldaşım. Bak, biçimi belli.” Hayri eline aldığı anahtarı orta yere doğru salladı. “Biçimi anahtar olması… Niteliği, kapıyı kapatır-açar, öyle. Özü ise hangi madendense o; demir, nikel vs. Tamam mı yoldaşım?”
“Tamam değil, yoldaş. Niteliği de yapıldığı madde değil mi? Tahta değil, demir anahtar. Altın da olabilirdi.” Cengiz, inadı tutmuşçasına, konuyu totolojik bir yöne doğru sürüklüyordu.
“Doğru, öyle. Niteliği anahtar olması… Özü ise içindeki moleküller, atomlar. Şimdi tam anlaşıldı mı yoldaşım?” dedi Hayri yoldaş ve zafer kazanmışçasına sandalyesinde doğruldu.
“Burası biraz karıştı Hayri yoldaş” diyen Teoman girdi araya.
“Molekül mü, atom mu, yoksa elektron, nötron mu?”
“Her ikisi de ne fark eder, Teoman yoldaş?”
“Etmez olur mu? Özü atom ise, niteliği de molekül olur. Moleküller kendilerinin bu görüntüde ortaya koyuyor, bu da biçim.”
“Evet, doğru.” diye onayladı, Hayri yoldaş.
“O zaman aynı maddeden, yani demirden, sayısız çeşitte, biçimde, özellikte madde ortaya çıkabilir: Kapı kolu, Sevin’in saati, kaşık-çatal, tümünde aynı öz ve nitelik var.”
“Olsun,” diye belirtti Seyfi.
“O zaman, öz – biçim – nitelik arasındaki ilişki ortadan kalkıyor. Demek ki, bunlar arasında felsefi bir ilişki yok.”
Ahmet Sevin bir nara atmak ve küfür etmek istediği halde son anda kendini tuttu. Var-yok tartışması öylesine gürültülü bir hal aldı ki, birden Sevin patlayarak herkesi susturdu:
“Sekreter yaparsa suç değil, başkası yaparsa suç! Getir tüzüğü, nerede yazıyor.” Sinirli tarzda ayağa kalktı, Sevin.
“Yoldaş o ayrı konu, şikâyetin varsa yaz, Merkeze göndereyim. Başka zaman konuşuruz öyle şeyleri.” diyen Halit alttan aldı ve ortamı sakinleştirmeye çalıştı.
“İşte Öz bu, bütün kavganın özü burada… Bu nitelikteki bir adamı başımıza kim sekreter tayin ettiyse, o da suçlu. O suçlu adamı, böyle birini tayin edecek yere getiren ise daha beter suçlu. Anlaşıldı mı? Buzdolabının biçiminin de, özünün de niteliğinin de…!”
Yeni bir kıkırdama başladığında, saat bire geliyor ve tartışma bir türlü bitmiyordu, nerede kaldıklarını da tam olarak bilemiyorlardı ki, Teoman ayağa kalktı ve buzdolabını açtı, bir yumurta çıkarıp gösterdi. “İşte yoldaşlar” dedi. “Burada gördüğünüz bir yumurta: Biçimini görüyorsunuz, beyaz, kalkerden yapılmış bir kabuk; ancak bu statik, geçici olarak biçimi böyle. İçinde beyazı var o ise niteliği oluyor. Sarısına gelince işte o özü. Bu yumurtanın sarısı, beyazı ve kabuğu arasında tam bir diyalektik ilişki var; hem birbirlerini yadsıyorlar ve hem de zorunlu kılıyorlar. Bu yumurtanın fonksiyonu civcive dönüşmek: Civciv yerine kuş çıkması bir olasılık; bu olasılığı olanağa çevirecek dış etken ise, tavuğun bu yumurta üzerinde düzenli olarak belli bir zaman yatması ve belli bir sıcaklığı vermesi. Olasılık ile olanak arasındaki diyalektik ilişkiyi, Hayri yoldaş, sanırım somutlayabildim. Bu yumurtadan civciv çıkmayıp da kırılıp tavada kızartılması bir rastlantı, kaynatılması da… Bu sonuncu rastlantılar arasında uzlaşır çelişki var; sosyalist düzendeki işçi sınıfı ile köylüler arasındaki gibi. Tava, yağ ve yumurta’’ ve kapıyı açıp dışarıya çıkan Teoman son sözünü söyledi, “zıtların birliğini temsil ediyor.”
Sevin de gülerek ayağa kalktı ve oldukça somuta indirgenmiş dersi anladığını ispat etmek istedi:
“Bak Hayri yoldaş, bu şeftali. Biçimini görüyorsun, yeni tüylenmiş mübarek, içindeki çekirdek niteliği oluyor. Çekirdeğin içindeki beyaz ise özü…”
…