Yönetimlerin Sosyolojisiz Ekonomi Önceliği? | İbrahim Uysal
Kavramları yerli yerine koyup, düşünüp sonra da gereğini yapmaz isek, yapılan bir iş olur ama, kimin ne işine yaradığını ancak sonuçlar ortaya çıktığında görürüz ki;
O zaman da, “Atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir”!..
Bizim gibi az gelişmiş ya da geliştirilmemiş toplumların da en önemli sorunu budur. Hakim, etkin sınıf ve kesimlerin istedikleri gibi bir sürecin yönetilmesi, halkın da buna oyları ile destek vermesi.
Örnek, “Milliyetçilik” kavramı.
Şimdi herkese sorsak onlarca “Milliyetçilik” tanımı yapılır. Burada tanımların doğruluğu ya da yanlışlığından öte, bu anlayışlar ile kimler hangi süreçleri yönetiyor ve saf, masum, yoksul halkımız nasıl kandırılıyor ve soyuluyor. Ya da yoksulluğa razı ediliyor.
Bu Ülkede yaşıyor ve bu Ülkenin yurttaşı isek, kurucusunun temel aldığı değerler açısından konuya bakmak gerek. Yani, Atatürk bu konuda ne demiş ve ne amaçlı uygulamalar yapmıştır.
Bir kere Mustafa Kemal Atatürk, birçoklarının sandığı ya da bildiği gibi bir Milliyetçi değildi.
Çağdaş anlamda milliyetçilik düşüncesi, 1789-1799 Fransız Devrimi’nden kaynaklanarak yayılmıştır. Yani Milliyetçilik bir burjuva ideolojisidir. Yoksullara savundurulup, varsılların bunu bir sömürü aracı olarak kullanmaları ise işin dramatik yanıdır.
Ülkemiz de dahil tüm dünyada “milliyetçilik” denildiği zaman bir “ırk” ön plana çıkartılır ve savundurulur, onun ötesinde, yokluk, yoksulluk, adaletsizlik, sömürü gibi konuların üstü örtülür.
Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışı ise çok farklı bir süreçten sonra ortaya çıkmış ve dünyada ender bir uygulama olmuştur.
Atatürk, her şeyden önce bir Osmanlı Paşası idi. Ne yazık ki ülkesinin toprakları işgal edilmiş, ülke yönetimi Osmanlı Sarayı suskun ve işbirlikçi; ona kalan ise bir grup yurtsever aydın ile ülkesinin toprakları işgalcilerden savaşarak kurtarmak ve bu çok etnik yapılı topraklarda ortak payda da bir devlet kurmaktır.
Bu yüzden Atatürk’ün asıl amacı ulusal ve savunulabilir sınırlar dahilinde, bir ulus-devletini kurmaktır.
Bu devlet ve millet ise din ve ırk ayrımından uzak, ortak yurttaşlık temelinde olmalıydı. Çünkü bu topraklarda uzun yıllardan gelen bir ortak geçmiş bulunmaktaydı. Bu paydalar üzerinden gidilerek ortak bir dil, ahlak, kültür ve hukuk zemini üzerinde bir “Türk Milleti” oluşturulmalı idi.
Bunu da 1930 yılında yazdığı ve o yıllar Liselerinde okutulan “Vatandaş için Medeni Bilgiler” kitabında da tanımladığı bir Millet tanımı ile yapıyordu.
“TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ KURAN TÜRK HALKINA, TÜRK MİLLETİ DENİLİR” diyerek tanımlıyordu.
Dolayısı ile burada “Türk” kavramı ve tanımı bir ırk tanımı değil, bu topraklarda ortak geçmişi paylaşmış insanların tanımı idi.
Bu günün dünyasında, Amerika’dan tutun da bir çok devletin yapmaya çalıştığı bir “uluslaşma süreci”ni, o ta Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda, 1920’lerde başlatıyordu.
Bu yüzden, devletlere ve toplumlara bakar iken, doğru bakış açılarından bakmak gerekir. Burada en doğru yaklaşım ise sosyolojik açıdan konulara ve olaylara bakmaktır.
Kan ile, can ile kurulan bu Devlet ve Cumhuriyet sıradan bir süreç sonucunda ortaya çıkmamıştır. Her ne kadar bu günler “yol geçen hanına” dönen ülke topraklarında, yurttaşlık bir bir siyasi geleceğin ve ekonomik sıkışmışlığın bir çıkış yolu olarak görülmektedir.
Kan döken ile parayı bastıran herkes aynı paydada buluşup, o kimliğe ve toprak parçasının tapusuna sahip olabilmektedir.
Her ne kadar Sultan II. Abdulhamid, İsrail Devleti’nin kurulması için Theodor Herlz’in Filistin’den toprak talebine karşılık vermedi denilse de;
Geçtiğimiz yıllarda Beyrut’taki Arap Birliği Araştırmaları Merkezi (Merkezu’d Dirasati’l Vahdeti’l Arabiyye) “II. Abdülhamid dönemini 1876-1909” başlıklı bir çalışma yayınlıyor ve orada “Siyonizm’in Filistin Üzerindeki Hakimiyetini Kolaylaştırmada II. Abdülhamid’in rolünü, kitabın akademisyen yazarı Fedva Nusayrat açıklıyor.
İyi yönetilemeyen bir Osmanlı Devlet yönetiminin kendisini nasıl “Duyun-u Umumiye”ye götürdüğünü ve ülke yönetiminin yabancı bankerler eline geçmesi ile ülke kaynaklarının nasıl sömürüldüğünü görmemek için gözleri yummak gerek.
Son dönemlerde de, ülkenin asıl öncelikli konuları göz ardı edilerek bir süreç yönetilmekte, ülke ve ülke kaynakları har vurulup harman gibi savrulmaktadır.
Olayın sosyolojisini göz ardı ederek, sadece ekonomik önlem ve süreçler ile ülke yönetmenin acı sonlarını yaklaşık yüz yıl önce yaşadık.
Hala akıllanmadık mı, sizce?