Yazar, Araştırmacı, Eğitmen Müslüm Kabadayı
Yaşadığımız Coğrafyada Tarihin Tanıklığını Yapan Araştırmacı, Yazar, Eğitmen Müslüm Kabadayı İle Söyleşi
Türk edebiyatının önemli isimlerinden Müslüm Kabadayı, kültür ve sanatımıza önemli katkılarda bulunan, aydın ve bilim insanı.
Araştırmaları, toplumsal kültürler ve bunların yakın tarihe olan yansımaları, geçmişten geleceğe ışık tutmaktadır. Bir anlamda sonraki kuşaklara önemli bir miras bırakarak, tarihin tanıklığını yapıyor aslında. Bu çerçevede halk edebiyatı, tarihsel olaylar, tarihi ve kültürel mekanlar, “canlı tarih” olarak bilinen kişilerden sözel tarih çalışmaları, karşılaştırmalı dil ve edebiyat incelemeleri yazılarının konularını oluşturuyor.
Ayrıca son yıllarda sınır komşularımızda yaşananlara farklı bir perspektiften, mitolojinin penceresinden bakıyor. Suriye’yle ilgili yaptığı önemli çalışmalar var. Günümüzün de, Ortadoğu’nun Kilit noktasında Suriye…
Editör: Sayın Müslüm Kabadayı, Yazı Atölyesi kadrosu olarak hoş geldiniz. Birçok konuma sahip olan sizi ve yazarlık geçmişinizi “kısaca özetler misiniz” dersek, nereden başlardınız?
Müslüm Kabadayı: Hoş bulduk. İnceliğiniz ve bu güzel çabanız için teşekkür ederim. 1960’ta Hatay’ın Yayladağı ilçesi Kışlak köyünde doğdum. İlkokulu okuduktan sonra yoksul bir köylü çocuğu olarak ortaokul, lise, üniversite okuma olanağım yoktu. Bu yüzden parasız yatılı sınavına girdim. Düziçi İlk Öğretmen Okulu’nu kazandım. Biliyorsunuz şu anda Düziçi, Osmaniye ilçesine bağlı Haruniye beldesinde kurulu bir okul. Kökeni, eski Adana ilinde yer alan 1940’ta kurulan Köy Enstitüsüdür. Biz o Köy Enstitüsünün mirasını devraldık. Öğretmen Okulu döneminde kullanılan yapıda 1971-1977 arasında okudum. Gerek kütüphanesinden, gerekse sosyal tesislerinden, tarıma dayalı üretim araçlarından çokça yararlandığımız bir bakıma bütün yeteneklerimizi, sanatsal birikimimizi buradan devralarak, daha sonra kazandığım Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni 1978-1982 tarihleri arasında okudum. Buradayken (DTCF), gerek ülkemizin temel sorunlarına dair kültürel, sanatsal ve eğitimle ilgili alanlarda inceleme araştırma merakım gelişmişti. Bu çerçevede gerek arkadaşlarımızın gerekse kurumlarımızın da desteğini alarak o gün yayınlanmakta olan dergilerde yavaş yavaş kalem oynatmıştım. 1982 sonrası özellikle doğup büyüdüğüm Hatay üzerine folklorik, kültürel, sanatsal çalışmalar yapmıştım. Hatay’la ilgili yazılmış bütün makale ve kitapları (1999’a kadar) bibliyografya olarak hazırladım. 1999 yılında yayımlandı. Daha sonra Hatay Halk Şairleri adıyla kaleme aldığım çalışma, 2000’de gün ışığına çıktı. Bunu, Amik’ten Amanos’a Alkım başlığıyla yayınlanan kitabım izledi. Ayrıca öğretmenlik yaptığım Karadeniz Bölgesi’nde – Trabzon’da 7 yıl boyunca – oraya özgü konuşulan dillerle ilgili çalışma yapmıştım. O da 2002 yılında Gelenek Yayınları’nca yayınlandı. Doğu Karadeniz Dillerinin Karşılaştırmalı Sözlüğü başlığıyla o bölgede konuşulan Türkçe karşılığı Pontus Rumcası, Hemşince adını verdiğimiz Doğu Ermenicesi, yine aynı şekilde bugün Acara bölgesinde konuşulan Megrelce, Gürcüce, Ermenice ve Lazca sözcüklerin, karşılıklı 500 temel sözcüğün anlam dünyasını ortaya koymaya çalıştım. O da çok ilgi gördü. Bu konuda bilimsel çalışma yapmak için bir veri sunmuştum, çünkü ben tek tek kaynak aldığım kişileri ve onların yaşadığı köy ve kasabaları belirtmiştim orada. Bu da önemli bir çalışma olarak dil ve kültür alanımıza katkıda bulundu. Daha sonraki çalışmalarımdan biri, elinizde bulunan Suriye Günlüğü. 2002 yılında Suriye’ye gitmiştim. 2 ay Şam Üniversitesi’nde Arapça öğrenmek üzere bulundum ve o süre içerisinde Suriye’nin kültürel, tarihsel dokusunu ortaya koyan uygarlık merkezlerini gezme olanağı buldum. Halkla görüşmelerimizden, yerel kaynaklardan edindiğimiz bilgileri günü gününe not düşerek daha sonra Suriye Günlüğü başlığıyla 2007 yılında Ankara’da Alter Yayınevi’nce yayınlandı.
Editör: Ulusal ve yöresel düzeyde birçok yayın organlarında çalışmalarınız yayınlanıyor. Bu çalışmalarınızın yoğunlaştığı alanlar nelerdir?
Müslüm Kabadayı: Üzerinde en çok durduğum nokta, toplumsal kültür. İçinden geldiğim köylülük başta olmak üzere, insanlık tarihinin değişik aşamalarında sonraki kuşaklara önemli miras bırakan, geleceğe ışık tutan halk kültürlerini önemsiyorum. Bu çerçevede halk edebiyatı, tarihsel olaylar, tarihi ve kültürel mekanlar, “canlı tarih” olarak bilinen kişilerden sözel tarih çalışmaları, karşılaştırmalı dil ve edebiyat incelemeleri yazılarımın konularını oluşturuyor.
Editör: Bu çalışmalarınızın hedefi nedir ve ileriye dönük projeleriniz var mı?
Anamdan duyduğum ve en çok sevdiğim sözlerden biri şuydu: “Eğer arada fesat olmazsa kurtla kuzu arkadaş geçinir.” İşte bu “fesat”ı ortaya çıkarmak ve insanlığı sık sık yıkımlara sürükleyen, kişiler ve halklar düzeyinde düşmanlıklara yol açan temel sorunları belirlemek, bu sorunların çözümü konusunda tarih boyunca üretilenlerin, siyaset yöntemlerinin kültür ve sanattaki yansımalarını gün ışığına çıkarmak temel hedefimdir. Böylece, gerçek anlamda insanların dostluğunu, halkların kardeşliğini sağlayacak kültürel değerlerin belirginleşmesi ve yöreselden evrensele doğru derinleşip kökleşmesi için çaba sarf etmekteyim.
Burada yeri gelmişken bir yanlış anlayışa değinmek istiyorum. Kimi politik eğilimler, kültür ve sanatı ya hiç önemsememekte ya da sadece bir araç olarak görmektedirler. Oysa politika, sorunlara çözüm üretmek ve yaşama biçimini zenginleştirmek için yapılır. Sonuçta politika bir araçtır. Esas olan yaşamdır ve onu güzelleştirecek olan da devrimci kültür ve sanattır. İnsana yaşama sevinci veren, sürekli daha güzel olanı arama azmi kazandıran değerleri oluşturabilmektir. Dolayısıyla sağlam bir kültür birikimi ve bilimsel eleştiri yöntemi kazanılmadan, toplumların kurtuluşu mücadelesine soyunmanın yeterli olmadığını, yakın tarihte yaşanan “çözülmeler” açıkça ortaya koymuştur.
Editör: Öncelikle “toplumsal kültür” ile “toplumcu kültür ve sanat” arasındaki farkı belirleyerek çalışmalarınızdan örnekler verir misiniz?
Müslüm Kabadayı: Toplumsallık, gerçekliğin tespitidir. Oysa “toplumculuk” gerçekliğin toplumcu yaşam doğrultusunda bilimsel eleştirisinin yapılması ve politik araçlarla değiştirilmesi hedefler. Benim yapmaya çalıştığım da toplumsal kültürün tarihsel derinliklerindeki gerçekleri ortaya çıkarmak olduğu kadar, “toplumcu kültür ve sanat”ın yaratılması için politikalar üretmektir.
Bu amaçla yaptığım çalışmalar arasında kimilerince “yöresel”miş gibi görünen, aslında insanlığın en eski kültürel değerlerinin oluştuğu Anadolu, Kafkaslar ve Kilikya-Mezopotamya coğrafyalarındaki ilginç kültürel birikimler yer almaktadır. 1987-1993 arasında Edebiyat Eğitimcisi olarak çalıştığım Doğu Karadeniz’deyken başladığım ilk araştırmalarımdan biri “Karadenizlinin Toplumsal Kişilik Yapısı Üzerine” başlığıyla Hamsi Dergisi’nin Mart-Temmuz 1992 tarihli 15-19. sayılarında yayınlanmıştı. Yine aynı derginin Ağustos-Kasım 1992 tarihli 20-23. sayılarında “Doğu Karadeniz’de Dil-Kültür Bağlantısı” incelememe yer verilmişti. Bu incelemenin özeti, Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi’nde de yayınlanmıştı. Doğu Karadeniz-Kafkaslar coğrafyasına ilişkin en kapsamlı araştırmam ise, Özgür Gündem Gazetesi’nin 28 Eylül- 1 Ekim 1993 tarihleri arasındaki sayılarında “Doğu Karadeniz’in Mücadelesi” başlığıyla yer almıştır. Bu makalemden kısa bir bölüm aktararak, yukarda belirttiğim bilimsel yaklaşımı örneklemeyi uygun görüyorum.
“Doğu Karadeniz’in sosyo-kültürel yapısının oluşumunda üç önemli hareketlilik etkili olmuştur. Bunlardan biri, feodal düzenler dönemlerinde(Pers,Roma-Bizans,Rusya,Osmanlı) meydana gelen sömürge elde etme savaşlarıdır. İkincisi Avrupa ile Güney Asya’nın ticari ilişkilerinin kurulduğu yolların odak noktası olmasıdır. Üçüncüsü de sınıf (iktidar) savaşlarının, zaman zaman dinsel motiflere bürünerek, süreklilik arz etmesidir.”
1993’ten itibaren Aşağı Kilikya ve Kuzey Suriye coğrafyasında tarih boyunca şekillenen kültürler üzerinde yoğunlaşmaya başladım. Daha önce (1990-1993) İskenderun’da yayınlanmakta olan SES Gazetesi’nde, kitap hacminde hazırladığım üç eserim, diziyazı olarak yayınlanmıştı. Bir köy monografisi şeklinde hazırladığım “Her Yönüyle Kışlak”, yine “Bir İl İncelemesi: Hatay” ve Yayladağlı halk şairi Kamil Sarıateş’in şiirleri üzerine yaptığım değerlendirme yazıları, okurlar tarafından ilgiyle karşılanmıştı.
Bu coğrafyayla ilgili en önemli makalelerim ise Güney Uyanış Gazetesi’nde 1995-97 arasında yayınlandı. “İki Yakayı Birleştiren Denizin İncisi: HATAY” başlıklı incelememi Hataylıların okumalarını öneriyorum. Dört sayıda yayınlanan bu yazımdan da kısa bir kesit vermek istiyorum.
“Hatay, doğudan batıya, kuzeyden güneye ve ters yönlerden gerçekleşen akın ve işgallerin de geçiş noktasında yer alıyor. Böyle olunca da Fenikelilerden Vikinglere, Perslerden Romalılara, Araplardan Türklere, Kürtlerden Çerkezlere, Ermenilerden Domlara kadar nice kavim veya halk, bu topraklarda iz bıraktılar. İzlerin bileşkesi ise, insanlığın tarihini oluşturuyor.”
Bunları tespit etmekle kalmayıp “izlerin bileşkesi”ni günümüz koşullarında yeniden örgütlemek konusunda da, 1995-1997 arasında temsilciliğini yürüttüğüm İnsancıl Dergisi Antakya Temsilciliği bünyesinde ciddi çalışmalar gerçekleştirdik duyarlı arkadaşlarımızla. Bu anlamdaki önerilerimi, 16.08.1995 tarihli Güney Uyanış Gazetesi’nde “Devrimci Kültür Platformu Üzerine” başlıklı yazımla kamuoyuna sundum.
Editör: Tarihin tanıklılığını yaparken, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının bir sentezi olan Suriye’nin kültürel özellikleri nedir? Anadolu Coğrafyasıyla bir bağlantı kurulabilir mi?
Müslüm Kabadayı: Daha geniş bir açıdan bakılırsa, dediğiniz gibi Asur kültürünün, Süryani kültürünün merkezi olan Suriye, bu coğrafyada yaşayan eski kavimlerin hem Mezopotamya uygarlıklarının Sümerler, Babil, Akad arkasından Aramiler bunların yaşadığı Süryanilerle birlikte tarihi, bilimi, kültürü taşıdıkları kütüphanelerinde özellikle daha sonra örneklerini de vereceğim Fenike uygarlığının merkezi olan Ugarit’teki en eski Fenike yazıları ya da Dünya’da ilk kez sese dayalı alfabeyle yayınlanmış metinlerle uygarlığa ışık tutan bir merkezdir Suriye… Buraya daha sonra yine Mısır’dan gelip yerleşen topluluklar vardır. Fenike uygarlığının merkezi olan Ugarit’le bundan çok daha eski arkeolojik araştırmalarda yaklaşık 70.000 yıl öncesine dayanan Carmen Dağı eteklerinde bir kent var. Bu kentte yapılan kazılarda insanlık tarihinin bugüne kadar elde ettiği bütün verilerde insanın konuşma dilini harekete geçiren dil kemiğinin (hyoid) bulunduğu tek fosil, Carmen Dağı’ndaki insan fosilidir. Bugünkü Filistin, eski adıyla Yusuf u Kenan eli dediğimiz coğrafya – bugünkü İsrail, Filistin ve Lübnan coğrafyası -bu açıdan kökleri Omo Vadisi’ne, yani Etiyopya’ya dayanan ilk insanın yerleşim alanından Nil Vadisi üzerinden bugünkü Ortadoğu’ya, buradan da Avrupa ve Asya’ya yayılır. Merkez bir bakıma Carmen Dağı diyebiliriz. Bu veriyi çok önemsiyorum. Çünkü, insan sonuçta kendisini en iyi dille aktarır. Hem konuşma dilinin hem de yazı dilinin gelişmesi bu coğrafyada şekilleniyor. Buradan Carmen uygarlığı ile Ugarit uygarlığı, Suriye’nin yani ön Asya’nın en eski merkezleridir. Diğer yanda, Suriye coğrafyasında çok değişik savaşlar yaşanıyor. Çünkü bu bölgeyi ele geçiren, Akdeniz’i de ele geçirdiği için işgalci uygarlıklar, ticari ve kültürel ayaklarını bu coğrafyada oluşturmuşlardır. Mısır uygarlığı, Mezopotamya uygarlığı, Anadolu uygarlığı, bildiğiniz Roma-Yunan uygarlığı hep burada açılım yapmıştır. Buradan beslenmiş ya da buradan diğer kıtalara ayak basarak kendini yayma gereği duymuştur. İlginçtir. Benim Suriye’de en çok dikkatimi çeken şey, bu farklı kültürlerin tarih içerisinde sentezlenmesinden oluşuyor. Özellikle belirttiğiniz gibi Mezopotamya, Mısır, Anadolu uygarlıklarının sentezlendiği Suriye’de yurtseverlik bilinci benim çok dikkatimi çekti. Hem insan beyninde oluşan yurtseverlik bilinciyle hem de bizzat yaşayarak o mekanları korumuşlar. Hem de yaşadıkları tarihle ilgili ilişkileri anlamak konusunda özellikle 1960’lı yıllardan itibaren çok yönlü bir “vatani” kavramıyla yaşamaları, ulusal değerlerine sahip çıkma bilincini geliştirmiştir. Buradaki iki örneği aktarmak istiyorum. Birincisi tarihsel kişiliklerden birine Suriye Günlüğü kitabımda değindim. Suriye’nin tam ortasında, çöle yakın Deyrzor’a doğru giderken Tedmur diye bir kent var. Bu Tedmur kentinde, diğer adıyla Palmira’da milattan sonra 3. yüzyılda Zenobya adlı bir kraliçe ortaya çıkmış. Yerli halkı sembolize eden güzelliğiyle, görgüsü ve bilgisiyle bu bölgede bilim insanlarının, sanatçıların bir bakıma çekim merkezi yapmış kenti. Burası, Palmira adıyla anılan kent eski tapınaklarıyla, örneğin Jüpiter ve Venüs tapınağıyla ayakta duruyordu. Ne yazık ki emperyalist devletler ve onların bölgemizdeki işbirlikçisi yönetimler tarafından kurdurulan ve beslenen El-Kaide, Nusra, IŞİD gibi katil sürüleri tarafından bu kent de yıkılıp yağmalandı. Zenobya’nın işgalcilere karşı yurtseverlik bilincini günümüzde temsil edenlerden ve Palmira Müzesi’nin müdürlüğünü yapan 82 yaşındaki Halid Esad, kellesini vermeyi göze aldı ama bu kentin tarihsel hazinelerinin yerini söylemedi. Bu hem bilim ahlakını hem de yurtseverlik bilincinin timsali olan Halid Esad’ı saygıyla anıyorum. 2013’te katil sürüleri tarafından yıkılana kadar orada kurulmuş olan müzede kültürel dokuların örnekleriyle heykelleriyle, yazıtlarıyla her an karşılaşabiliyordunuz. Bugünkü Suriye halkına o dönemden elen ne kadar güzel bir bilinç kazandırılmış; çünkü, bahsettiğim milattan sonra 3. yüzyılda Roma, bu bölgede güç oluşturan giderek bilim, sanat, edebiyat alanında çevrede örnek olan Kraliçe Zenobya’yı ortadan kaldırmış. Çünkü Roma’nın egemenliğine kafa tutan bir ülke… Aynı zamanda askeri bakımdan da güçlenen bir uygarlık yaratmış o konuda. Bunun üzerine iki kez ordusunu göndermiş, Roma kralı. İkisinde de ordusunu Kraliçe Zenobya’nın askerleri yenince üçüncüsünde bu kez ordunun başında kendisi gelmiş ve uzun bir savaştan sonra bir söylentiye göre şimdi bizim Hatay’a bağlı Reyhanlı ilçesindeki İmkale’de ele geçirildiği söyleniyor. Bir rivayete göre de yine parmağındaki yüzükte taşımış olduğu zehri içerek “Esir olmaktansa bu topraklarda ölürüm ,” düşüncesiyle intihar ettiği söyleniyor. Yurtseverlik bilinci, topraklarına sahip çıkma bilinci o dönemdeki sömürgeci güç olan Roma’ya kafa tutacak kadar ve ona esir olmamak için hayatını topraklarına adayacak kadar yerleşmiş. Bu kültürden, bunun gibi onlarca önemli tarihsel birikimden yararlanmış Suriye halkı ve 60’lı yıllardan itibaren yavaş yavaş aşiretler, kabileler halinde yaşayan Suriye topluluğunun bir yurt bilinciyle ülke çapında ortak bir kültür yarattığını, bir ulusal değer yarattığını görüyoruz.
Editör: Sayın Müslüm Kabadayı, Türk edebiyatı ile Suriye edebiyatı arasında bir bağ kurulabilir mi? Bu bağ nasıl kurulabilir? Eğer bu bağ kurulursa, bölge barışına bu bağın iki ülke edebiyatının katkıları neler olabilir?
Müslüm Kabadayı: Özellikle 10 yıldır Arap edebiyatıyla Türk edebiyatına ilgi ve yakınlık başladı. Bunun çok yaygınlaştığını da söyleyemeyiz. Daha çok edebiyat dünyasında, şair-yazarlar arasında başlayan bu yakınlığı, 2003 yılından itibaren Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği ile Arap Yazarlar Birliği ortak yürütmeye başladılar. Benim yaşadığım coğrafyada – Hatay, Adana, Mersin coğrafyasında – aşağı yukarı on yıldır Arap edebiyatıyla Türk edebiyatını buluşturan festivaller düzenleniyor. Nisan-mayıs aylarında yapılan bu festivaller, onun dışındaki kentlerde zaman zaman Arap şair- yazarların geldiği bizim şair ve yazarlarımızın da Suriye, Ürdün, Lübnan başta olmak üzere Arap ülkelerine gittiği festivaller yapılıyordu. Bu açıdan son dönemde ilişkilerimiz giderek gelişmişti. Ama halk bazında baktığınızda sınır bölgesine yakın yaşayan topluluklar dışında Türkiye, Arap edebiyatını pek bilmiyor; Araplar da Türk edebiyatını çok bilmiyorlar. Suriye’de devletin her türlü imkanlarını karşıladığı, kitaplarını halka ücretsiz dağıttığı Türk edebiyatından birkaç yazarın eserinin çevrildiğini gördüm. Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Muzaffer İzgü başta olmak üzere bazı yazarlarımız daha çok tanınıyor. Bunların dışında Türk edebiyatından çok fazla ismin orada bilinmediğini gördüm. Türkiye’de akademik çalışma yapanların dışında bir de ders kitaplarında anlatılan Arap Edebiyatından özellikle bizim “yedi askı”diye bildiğimiz Kâbe’deki duvarlara asılan şiirlerinden bildiğimiz Ümrül-Kays gibi birkaç şair dışında Türk edebiyatında da ya da Türk halkı tarafından da Arap Edebiyatının bilinmediğine tanıklık ettim. Oysa, iki edebiyatın dil bakımından birbirini beslediğini görüyoruz. Bu konuda çokça örnekler var. Divan edebiyatımızın birçok türü Arap edebiyatından geçmiş durumda. Mesnevi kültürü başta olmak üzere, Fars edebiyatından gazelin görülmesi gibi… Bu ortak Ortadoğu edebiyatı diyebileceğimiz edebiyatın çok sağlam sacayağına dönüşmesi ve bunun üstünde bu ortak kültürün şiirde, öyküde, romanda, tiyatroda halka inecek kadar yaygınlaşması gerekiyor. Son dönemde bunun için çok ciddi, çok güzel adımlar atıldı. Bizim edebiyatımızda Yaşar Kemal’i, herkes ders kitaplarından başta olmak üzere bilir. İnce Memed başta olmak zere çok önemli eserleri vardır. Bizim edebiyatımızın en önemli ustalarından Yaşar Kemal’in bir benzeri Arap edebiyatında Abdurrahman Munif’tir. Türk diline sadece iki eseri çevrili, ilkini çok sevdiğim Semih Özal arkadaşım çevirmişti Arapçadan. Biz onu Yeni Hayat yayınlarından Türk edebiyatına kazandırdık. Özgün adının Türkçesi “Uzun Mesafe Koşusu” olan bu kitap “İhtiyara Suikast” başlığıyla değerlendirildi. 1950 başlarında İran’da Dr. Muhammed Musaddık adlı ünlü bir yurtsever çıkıyor ve ülkesinin, Amerika ve İngiltere tarafından sömürülmesine karşı olarak petrolleri millileştiriyor. Kamulaştırıyor. O dönemin CİA başta olmak üzere emperyal ülkelerin ajanları bir araya gelerek bu adamın iktidarını yıkmak için ciddi ajanlık faaliyetleri sürdürüyorlar. Bu ajanlık faaliyetleri, bölgedeki diğer ülkeler Suudi Arabistan, Katar gibi krallıkla yönetilen ülkelerin toprakları kullanılarak yapılıyor ve Musaddık ne yazık ki iki yıl sonra iktidardan uzaklaştırılıyor. Tekrar İngiltere ve Amerika buradaki petrolleri denetim altına alıyor. Bugün Ortadoğu’da yaşanan savaşın arkasında enerji yataklarına el koyma ve bunları uzun süreli elde tutma stratejisi var. “İhtiyara Suikast”ta Amerika ve İngiltere’nin bu ajanlık faaliyetlerine direnen yurtsever aydınları ve yurtsever halkı görüyoruz. Bu açıdan Abdurrahman Münif’in bu eseri çok önemli bence. Biz bunu önce Türkçeye kazandırdık. Arkasından beş ciltten oluşan tuz şehirleri anlamına gelen Mudunul-mılh adlı bir eseri var Abdurrahman Münif’in. Ne yazık ki Türkçeye çevrilemedi hâlâ. Çünkü Arap edebiyatının tüm lehçelerini, ağız özelliklerini taşıyacak kadar zengin bir eser. Bu eserin de Türkçeye çevrilmesi, bence Arap coğrafyasının hem tarihsel-kültürel hem de doğal özelliklerini Türkiye’nin, halkımızın öğrenmesini sağlar. Bu açıdan çok önemli bir roman Arap dünyasında. Mısır edebiyatından Necip Mahfuz’un eserleri çevrildi Türkçeye roman olarak. Bu çevrilmedi, bence ilk önce bunun da üzerinde durmak lazım. Suriye’de yetişmiş önemli bir şair var: Adonis. Gerçek adıyla Ahmet Said. Suriye’nin Fransa’da bir bakıma kültür elçiliğini yapmış olan bu aydın da tarihsel olarak Fenike kültüründen kaynaklanan bu takma adı, “Adonis”i Dünya edebiyatına kazandırmış olan bir şair olarak karşımıza çıkıyor.
Başlangıçta söylemiştim, gerçek adı Ahmet Said olan Adonis, aslında Ortadoğu coğrafyasının en eski kültürlerinden biri olan Fenike mitolojisinde gençlik tanrısı anlamına gelen Adonis’ten almış adını. Bu ülkelerin, Ortadoğu’daki bütün ülkelerin ve bütün halkların sürekli genç kalması için ölümlere ve savaşlara hayır demek lazım. Bataklığa dönüştürülmemesi lazım bu güzel ülkelerin, Türkiye’miz başta olmak üzere.
Editör: Bölge topraklarında Arap kültürüyle yetişmiş, Suriye edebiyatının önemli isimlerinden Süleyman İsa hakkında birkaç şey söyleyebilir misiniz?
Müslüm Kabadayı: Şahsen tanıma olanağı bulduğum Süleyman İsa, şu an 90 yaşlarında. Ve benim yaşadığım coğrafyada çocukluğu geçmiş. Samandağ’a bağlı şu anda Aknehir adını verdiğimiz Nahırlı köyünde doğmuş. İlkokulu ve ortaokulu okuduktan sonra liseyi okumak üzere Halep’e gitmiş. 1920’li, 1930’lu yıllarda bizim coğrafyamız Fransız işgaline uğramıştı. O zaman da o bölgede yaşayan biz Türkler başta olmak üzere Arap yurtseverleriyle birlikte Kürtler, Fransız işgaline karşı ortak bir mücadele yürütmüştük. Süleyman İsa da bunu temsil eden isimlerden biri… Daha sonra kendisi üniversiteyi okumak üzere Şam’a geçiyor ve Fransız işgaline karşı oluşturulan yurtsever cephenin önderlerinden birisi oluyor. Yine hemşehrisi Zeki Arsuzi ile Hıristiyan kökenli olan Lübnanlı Mişel Eflak ve Suriye’nin diğer aydınlarıyla birlikte, yurtseverlik bilincini Arap topluluğuna yayan ve işgale karşı mücadele eden isimlerden biri oluyor. Bu açıdan çok önemli… Onun şiirleri Türkçeye kazandırılmaya başlandı; önemli öykü ve romanları var Türkçeye kazandırılması gereken. Pedagojik açısından çok önemli, çocuklara yönelik kitapları var. Umarım bizim çevirmenlerimiz, bizim topraklarımızda yetişmiş ve şu anda Suriye’de yaşamakta olan Süleyman İsa’nın eserlerini Türkçeye kazandırırlar. Bizim eserlerimizin Arapçaya çevrilmesini önemsediğimiz gibi.
Editör: Bu edebiyatın bölge barışına ne gibi katkıları olur?
Müslüm Kabadayı: Gerçek anlamda insanlar arasındaki ilişkinin, dostluğun, dayanışmanın en güzel alanı sanattır. Sanatla bağlantılı edebiyat, yani şiir başta olmak üzere öyküler, romanlar diğer türler bu insanlık ilişkilerimizin dostluk ve barış dimağımızın geliştiği, yerleştiği bu türlerin daha çok yaygınlaşması ve halklar arasında kök salarak düşmanlıklara, savaşlara karşı bir cephe oluşturması bakımından edebiyat önemli… Bugün Nâzım Hikmet’in Kuva-yi Milliye’sini ve Şeyh Bedrettin Destanı’nı okuduğumuzda bu bilinci nasıl alıyorsak, aynı şekilde Arap Edebiyatında örneklerini verdiğim şairlerin kitaplarını okuduğumuzda da aynı bilinci alıyoruz. Topraklarına sahip çıkma, o kültürü yaşatma ve o kültürler arasındaki ilişkiyi geleceğe taşıma gayesi. Ülkemizle Arap ülkeleri arasında gelişen edebiyat buluşmalarının daha da yaygınlaştırılması, eser çevirilerinin daha da çoğalması, böylece halklarımız arasında kökleşen edebiyatla sentezlenen dostluk ve kardeşlik duygusunun kalıcı hale getirilmesi gerekiyor. Bu açıdan iyi bir zemin oluşturduğumuzu görüyorum.
Editör: Bu coğrafyada ve bölge ülkelerinde – Tunus, Cezayir, Libya, Mısır – Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesini örnek aldıkları dönemler de oldu. Bu ülkeler, diğer Arap ülkelerine göre farklı bir yapıda mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Müslüm Kabadayı: 2002 yılında 2 ay kaldığım süreçte Şam Üniversitesi’nde Arapça eğitimi aldım. Dünya’nın birçok ülkesinden gelip herhangi bir ücret ödemeden Arapça öğrenmek isteyenlere kapılarını açan bir ülkedir Suriye. Bizim ülkemize bakınız, tıp fakülteleri Latince ya da İngilizce eğitim yapıyorlar. Arap ülkelerinin çoğunda da yine Latince ve İngilizce tıp eğitimi yapılıyor. Ama Şam Üniversitesi’nde kendi ana dilleriyle, Arapçayla tıp eğitimi yapıyorlar. Bu açıdan Arap dünyasında kendi anadiline en çok sahip çıkan ülke olarak da Suriye öne çıkıyor. Ben bizzat tanık olarak, oradaki öğrencilerden bunu görerek çok sevinmiştim; kendi anadilinde hem kültürünü, hem edebiyatını hem de bilimini yaratmış olması bakımından. Böyle bir ülkeyi hedef almalarının temel nedeni şudur: Eğer Suriye’yi çözerlerse, Suriye’yi yıkarlarsa; bütün Ortadoğu’ya hakim olacaklarını biliyorlar emperyalist güçler.
Laiklik konusuna gelince… Aslında Osmanlı’da modernleşme hareketlerinin 19. yüzyılda etkili olmaya başladığı bilinir. Tanzimat ölçü alınır. Oysa Mısır’da gazetenin çıkması 18. yüzyılın sonlarında gerçekleşiyor. Bu edebiyatta da kendini gösteriyor. Mısır-Lübnan-Suriye arasındaki kültür-sanat-edebiyat alanındaki bağın, modernleşme döneminde bu üç ülkeden yetişen şair-yazarların gelip gitmeleriyle güçlendiği biliniyor. Corci Zeydan bunların başında gelir. Bu üç ülkede Müslüman-Hıristiyan ve başka dinsel topluluklar iç içe yaşadıkları için laikliğin gelişmesine uygun bir toplumsal zemin zaten vardı. 2002’de Suriye’ye gittiğimde Türkiye’den daha sağlam bir laiklik politikası güdüldüğüne tanık oldum.
Editör: Bizim coğrafyadan, tarih penceresinden bakıldığında sorunlar kısa vadede çözülebilir mi?
Müslüm Kabadayı: Çok yoğun dışarıdan bir saldırı, doğrudan bir savaş politikası izlenmez ise Suriye’yi şu anda bütün kargaşaya rağmen yıkmaları mümkün değil. Çünkü Suriye şu anda halk savaşı vermeye başladı. Son 1 aydır sınır bölgeleri başta olmak üzere emperyalist ülkelerin kullanmış olduğu bütün maşaları, bütün o terörist adını verdiğimiz ajan topluluklara, bizzat halk savaşıyla şu an engel olmaya çalışıyorlar. Yani ordusunun dışında artık halkı silahlanmış, dolayısıyla bu işgale karşı şu anda halkı ayaklanmış durumdadır. Benim köylülerim başta olmak üzere o bölgede ciddi bir şekilde bu yaşanan olaylar karşısında Türkiye’nin izlediği yanlış politikaya tepki duyuyorlar. Çünkü biz, yan yana yaşayan iki komşu ülkeyiz. Bu dost iki ülkeyi nasıl bu hale getirirler, diye insanlarımız şaşkınlık içerisinde. Kendi başına yıkmaları çok zor. Ancak bir savaş yoluyla ki zannedersem neredeyse bir yıldır belki Arap ülkeleri sürekli Türkiye’nin müdahale etmesini istiyorlar. Amerika, “Biz Suriye’ye müdahale etmeyiz, halk bizi istemiyor.” diyor. Suriye’nin yıkılması için Türkiye’yi kullanmaya çalışıyorlar. Onun için bizim, çok ciddi bir şekilde Türkiye halkının ayağa kalkması, bu savaşa hayır demesi lazım. Bu işgale karşı çıkması lazım. Çünkü geçmişte yedi düvele karşı canını siper etmiş bir halkın torunlarıyız, bize düşen bu. Türkiye de dahil olmak üzere bu coğrafya çok farklı kültürlerin sentezlendiği bir coğrafya. Ortak özelliklerimiz var. Birbirinden farklı zenginliklerimiz de var. Ortak özelliklerimizin arka plana itildiği, farklarımızın ne yazık ki düşmanlığa dönüştürüldüğü, insanların birbirine düşürülerek bu coğrafyanın bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sömürüldüğü dönemlerle karşı karşıya kalıyoruz. Bugün Suriye de aynı tehlikeyle karşı karşıya. Ben ilk kültürlerin arkasından Hititlerin, hatta Hattilerin birçok özelliğinin Suriye’de bulunduğuna tanık oldum. Hemen Şam’ın kuzeyinde Cebel-i Kasiyun diye bir dağ var. Benim ilçemin Hatay’a bağlı Yayladağı ilçesinin hemen Suriye ile sınır olan noktasının şu an Türkiye ile Suriye’yi birleştiren bizim Türkçede Keldağ dediğimiz, Arapların Cebel-i Akra adını verdikleri, tarihsel olarak kökünün Cacius dağına dayandığı bir yer var. Bu dağın adının Hattilerin atası olan Kassilerle ve onların da kutsal saydığı Kassi Dağı’yla ilgili olduğunu öğrendim. Bu kültür, yani Hatti-Hitit kültürünün Kuzey Suriye ile böylesine tarihsel bir iz olarak mitolojide, aynı şekilde halk hikayelerinde yaşadığına tanık oldum oradaki incelemelerim sırasında. Bu köklerle Anadolu kültürüyle ilişkili olan Suriye coğrafyasında yaşayan Sünni, Nusayri ve Hıristiyan Araplar başta olmak üzere Kürtler, yine Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Türkmenler var. Suriye’de Halep’le Lazkiye arasındaki bölgede Türklerin yaşadıkları alanlar var. Dürziler var, İsmaili adını verdiğimiz bir topluluk var. Türkiye’de, benim ilçemde Yoncakaya (Cındarlı) köyü var, yine aynı topluluğun Türkiye’deki tek bulunduğu köy. Selami Şahin diye bir müzisyenimiz var biliyorsunuz. Bu kültürün bugün yaşayan örneklerinden biri. Benim komşu köyümde doğmuş, Yoncakaya köyünde. İsmaililerin Suriye’de yaşadıkları Selimiye diye ilçeleri var, altmış bin nüfuslu. Kendi kültürlerini her şeyiyle orada yaşatabiliyorlar. Ben ülkemizi laik bir ülke diye öğrenerek geldim ve çocuklarımıza, öğrencilerimize hep böyle anlatıldı. Ama gerçek anlamda laikliğin Suriye’de uygulandığına tanık oldum. 2 buçuk 3 milyon civarında Hıristiyan’n yaşadığı, yaklaşık on milyon civarında Sünni Arapların yoğun olduğu, Dürzilerin, İsmaililerin farklı inanç gruplarının bir arada yaşadığı bir yerde, mesela devlet dini kurumlara özel olarak bütçe ya da para ayırmıyor. Her inanç topluluğu kendi araç-gereçlerini, binalarını kendileri karşılıyor. Böylece bizdeki gibi bir dinin, bir mezhebin egemenliğinin devlet tarafından kurulduğu bir laiklik değil, halkın yaşayışı üzerine süren bir laiklik var.
Editör: Tekrar size ve yazarlık yönünüze dönersek, gerek yöresel, gerekse ulusal basında olsun yazılarınız yayınlanıyor. Bu kadar çok yerde ve değişik alanlarda yazmak sizi zorlamıyor mu?
Müslüm Kabadayı: Bu konuda iki yönlü tepki aldığımı belirterek sorunuzun yanıtını açmak isterim. Kimileri, bu enerjiyi nerden bulduğumu, takdir ederek soruyor. Kimileri de, işin mi yok be kardeşim, diyor. Hatta bu kadar değişik yayın organında yazmamı doğru bulmayanlar oluyor. Bunların hepsine birden bir halk sözümüzle yanıt veriyorum.” Et bir iyilik at denize, balık bilmezse halik bilir.” Ha, şunu da önemsemiyor değilim. Benim yazdığım gazete ve dergiler, en azından ilerici eğilimler taşımalıdır. “Satılık” veya gerici hiçbir yayın organında kalemimi kullanmayacağımı dostlarım bilirler. Diğer yandan birçok yayın organında yazmak zorunda kalıyorum. Çünkü, yazdığımız birçok dergi ve gazete zamanla kapanıyor. Örneğin son yirmi yılda sadece Hatay’da yazdığım Güneyde Kardelen, Güney Uyanış, Hatay Gündem, Hatay’da Önder, Amik, Dar Sokak dergileri bunlar arasında sayılabilir. Yayın Kurullarında görev aldığım 8 dergiden hiçbiri şu anda yayınlanmıyor. Ancak, ilk kez yayın kurulunda görev aldığım “Yaşamın Tüm Birimlerinde Yoğunluk Sanat Kitabı” çalışmamızın üzerinde 30 yıl geçmiş. Ta o günlerden bugüne gelen Nitelik, Katılım Emek-Sanat, İnsancıl, Amik, Lül, Nikbinlik, Yoğunluk, İlkinci, Bağlaç dergilerinde birlikte çalıştığımız şair-yazar, ressam ve müzisyenlerle sanatsal ortaklaşmalarımız sürüyor. Bence bu kalıcı ilişkiler, yaşamın her alanında parçalanma ve savrulmanın, yabancılaşmanın yaşandığı günümüzde çok çok önemli. Bu arada Arif Berberoğlu, Nevruz Uğur, Cengiz Gündoğdu, Sabahattin Yalkın, Ali Ozanemre, Arif-Adil Okay, Ozan Uyumlu, Mehmet Korkmaz, Sadık Güvenç, Davut Köksoy, Sadık Albayrak, Erdal Ateş, Ayhan Kiraz gibi kıramayacağım dostlarla birlikte yazmaktan zevk duyuyorum. Ha, hiçbir şey üretmeyip de salonlarda, bürolarda bizlere yönelik gevezelik yapanlara ise, hiç saygı duymadığımı da belirtmeliyim.
Siz de biliyorsunuz; bizler bu zorluklarla boğuştuğumuz için hiç kimse bize ödül vermiyor. Bugüne kadar hiçbir yazım için telif kabul etmedim. Etmeyeceğim de… Bunu halkıma ödemem gereken bir borç olarak görüyorum. Ancak, yöresel gazete ve dergilerin, yazarların kimi araştırma masraflarını karşılayarak onları desteklemesini, önemli yazılarını kitaplaştırmasını da öneriyorum. Diğer yandan, gazete ve dergilerin, dili iyi bilen birer düzeltmenle çalışmalarını da zorunlu görüyorum. Çünkü, yazılarımızın bazıları dizgi ve düzenleme yanlışlarıyla güme gidiyor.
Editör: Çalışmalarınız sırasında zorluklarla karşılaşıyor musunuz? Kişiler veya kamuoyundan aldığınız tepkiler neler?
Müslüm Kabadayı:: Araştırmalarımız sırasında karşılaştığımız sorunlarla, yayınlanan yazılarımız üzerine yaşadığımız zorluklar olarak iki açıdan değerlendirme yapabilirim. Bir kez, Türkiye’de yazıya ve belgeye dayalı ilişkiler çok zayıf. Arşiv geleneğimiz hâlâ tam oluşmamış. Kütüphanelerimiz, gazete bürolarımız, kültür ve sanat insanlarımız bu konuya gereken önemi vermiyorlar. Birçok kültür insanımızın bile çalışmalarını doğru dürüst arşivlemediğine tanık oluyoruz. Örneğin Karbeyazlı olup şiirleri Türkiye çapında yankı bulan Arif Coşkun’un yayınlanmamış kimi dosyalarının, oğlu tarafından hurdacılara verildiğine tanık olmak, beni çok üzmüştü. Dr. Edip Kızıldağlı’nın kimi notlarının da izine rastlamak mümkün olmamaktadır. Diğer yandan, cönkler, elyazması eserler de kimi simsarlarca yad ellere satılmaktadır. Tarihi mekanlardaki yazıtların tahribatı, tescil edilmeyen ve dolayısıyla korumaya alınamayan eserler de cabası…
Bazen kişilerin bilgi vermekten kaçınması, hatta size art niyetli gözüyle bakması, “Bunları araştıracaksın da ne olacak?” şeklinde duyarsız yaklaşılması önemli sorunlar. Çalışmalarımız sırasında görüştüğümüz insanlara bu bilinci de vermeye çaba gösteriyoruz. Örneğin, İskenderun Akarcalı halk şairi Osman Telli’yle ilgili araştırma yaparken, oğlu Ali Telli’nin babasının cönkünü pek koruyamadığını görmüş ve önerilerde bulunmuştum.
Yayınlanan çalışmalarımızla ilgili aldığımız tepkiler arasında “gizli” sayılan kimi bilgilerin deşifre edilmesinden duyulan rahatsızlıklar başta geliyor. Nusayrilik’le ilgili yazılar gibi. Bu konuda Sevgili Mehmet Karasu’nun da tepkiler aldığını biliyorum. Oysa şu bilinmeli… Hiçbir toplum veya kişi tarihin süzgecinden ve bilimin objektifinden uzakta kalamaz. O nedenle açıklığa yönelmek en doğru tavırdır, diye düşünüyorum. İ
stanbul’da yayınlanmakta olan İnsancıl Dergisi’nin Aralık 1995 tarihli 62. sayısındaki “Bilinç-İnanç Okulu Üzerine” ve Ankara’da yayınlanan Sanat Eylemi Dergisi’nin Mart-Nisan 1997 tarihli 3. sayısındaki “Yeşille(Hıdır) Bütünleşen Bir Halk: Arap Aleviler” makalelerime bu tip tepkiler geldi. Tepki gelmesi beni sevindirdi. Çünkü yanlış tavırların üzerine gitme şansı buldum. Bu arada Hatay Gazetesi’nin 22-23 Ekim 1998 tarihli nüshalarında yayınladığım “Yukarı Kuseyr ve Şenköy-Kışlak Merkezli Aydınlanma” başlıklı araştırma-yorum ağırlıklı yazımla, kimi şoven çevreleri rahatsız ettiğimi de belirtmeliyim.
Çok olumlu yaklaşımlar da söz konusu. Örneğin “Düğünleri Güzelleştirmek Üzerine” yazımda kına yakılırken söylenen Türkçe, Arapça ve Ermenice örnekler vermem başta olmak üzere halk edebiyatıyla ilgili çalışmalarımda, özellikle Hatay’da konuşulan dillerden alıntılar yapmam okurların ilgisini çekmektedir. Böylece kendilerinden, komşu halklardan bir şeyler bulmanın sevincini yaşamaktadırlar.
Editör: Bu söyleşiyi yaparken de TARİHİN TANIKLIĞINI sizinle birlikte yaptık. Çok teşekkür ederiz. Kaleminiz kılıçtan keskin, okurunuz bol olsun.
Müslüm Kabadayı: Böyle bir fırsatı verdiğiniz için ben size teşekkür ediyorum. Ayrıca, bu incelikli davranışları zenginleştirmeye katkıda bulunmasını diliyorum.
DOSTA METHİYE
MEHMET ERCAN
methedeyim bir dostumu sizlere,
özü temiz, sözü temiz bir insan.
varlığı mutluluk verir bizlere,
usu temiz, yüzü temiz bir insan.
mazlumun yanında mahzunca durur,
yüreği göğsünde hak diye vurur,
öfke ile zalimlere haykırır,
kalbi temiz, düşü temiz bir insan.
evrensel düşlerden geçiyor yolu,
sevgi ağacının en güzel dalı,
basıyor bağrına cümle yoksulu,
fikri temiz, zikri temiz bir insan.
yayladağ’dan insanlığa hediye,
gururluyum böyle dostum var diye,
sormayınız bu kardeşin kim diye?
dünü temiz, yönü temiz bir insan.
mutlu olsun senle hatay ilimiz,
adaletten hiç ayrılmaz yolumuz,
barış toprağında büyür gülümüz,
ili temiz, yolu temiz bir insan.
söylemem adını bir kavga eri,
düşünceden yana bir yol neferi,
gözünü sakınmaz bir dağ siperi,
namı temiz, şanı temiz bir insan.
tanıtı yazıyor, öykü yazıyor,
zaman zaman ülkeleri geziyor,
eleştirip beni bazen üzüyor,
içi temiz, dışı temiz bir insan.
bir koca yürek ki dünyaya bedel,
dostluğu ebettir, sevgisi ezel,
ilkyaz’ı var, evin’ı var ne güzel,
huyu temiz, suyu temiz bir insan.
saç kalmamış düşünmekten başında,
şimdilerde elli altı yaşında,
asla olmaz boş hayaller peşinde,
yazı temiz, kışı temiz bir insan.
kucak açar sevgi ile gençlere,
sorgularla hep yön verir bizlere,
güler geçer yalan-dolan sözlere,
işi temiz, gücü temiz bir insan.
hiç eksilmez omuzunda çantası,
poşetinde eksik olmaz pohcası,
şeker gibi adam, şeker hastası,
eli temiz, dili temiz bir insan.
kendisine özgü bir yoksul âlim,
sakindir dostlarım hep aklı selim,
kalemi kılıçtır vay benim halim,
tezi temiz, tözü temiz bir insan.
ey betikçi şiir olsun muradın,
her nefeste gerçekleri aradın,
dostlarındır senin kolun, kanadın,
dağı temiz, bağı temiz bir insan.
ERCANİ’nin elbet vardır maksadı,
dosttan yana diyeceği kalmadı,
adı MÜSLÜM, KABADAYI soyadı,
soyu temiz, boyu temiz bir insan.
2016 Haziran
Zincirlikuyu Kulu – Konya