Ve Pikapta Tek Başına Dönen Müzik | Söyleşi Yelda Karataş
Zeki Çelik
Yelda Karataş bir
insandır, bu insan ise eserlerini geleceğe çeviren bir şair. İnsan varlığı ile
onun içinde geliştiği alan arasındaki özel ilişkiyi, sanki bir çekim yasasının
etkisi altındaymış gibi dünyayı kendinde taşır. Daha derindeki insan gerçeğine
doğru bir gidiştir bu. Bu gidiş şiirin gelişmesi, şairin anlam ve rolünün
kavranılışını daha da çabuklaştırır bize.
14 Ocak,1954 Zonguldak doğumlu olan Yelda Karataş, ilk
“Ürperme” kitabı ile Orhon Murat Arıburnu şiir ödülünü alır, ikinci
kitabıdır “Alacaydınlık” Dünya Globus şiir ödülünü alırken, “Enel Aşk, Bir
Kadının Kaleminden Şems ve Mevlana, İstanbul Bir Dişi Orospu, Hüzün Suretleri,
Şahdamar – Şahdemar ” diğer kitaplarıdır. Bir dönem Sezen Aksu ile Deli
Kızın Türküsü, Işık Doğudan Yükselir albümlerinde, şarkı sözü yazarı olarak
çalışır; Kalbim Ege’de Kaldı, Aşkları da Vururlar, Davet, Son Sardunyalar,
Yarası Saklım… gibi birçok şarkıya imzasını bırakan Yelda Karataş, 2007
yılında Japonya’da düzenlenen 10. Mainchi Uluslararası Haiku Yarışması Büyük
Ödülün sahibi olur.
* Yıl 1996 “ve pikapta tek başına
dönen müzik”. Büyük özlemlerin değişik biçimlerde dile getiriliş
tarihiniz. Kitabın incecik kağıdında ağaçların sert tahtası değil, yapraklar
arasına sızan senfonik bir “Ürperme” ile karşılaşıyoruz. Bir çiçek,
kadın dalında titriyor diyebilir miyiz bu ilk kitabınız için?
Ne güzel bir anlamlandırma ‘Ürperme’ için
yaptığınız. İçim titreye titreye yazdığım doğrudur ilk şiirlerimi. Çünkü iyi
bir şiir okuyucusuyum ve bu nedenle iyi şiir yazıcısı olmanın ne denli zor
olduğunu biliyordum, biliyorum. Yazdıklarımla, her yaşımda hesaplaşmak istedim.
Hayatın aslında kısacık bir Ürperme olduğu duygusuyla, şiirin ruhumuzda
yarattığı o Ürpermenin dünyaya değer bir duygu olduğu bilinciyle, sorumlulukla
yazdım. Her insana, her canlıya ve hatta her nesneye içimde bir kıpırtıyla,
saygıyla bakmanın karşılığı bu olsa gerek.
Şiir bir ‘Ürperme’ benim için… Yazanın
cinsiyetinin olduğu ama yazılanın cinsiyetsiz olduğu bir eylem. Ürperme insanı
diri tutar, hele kadınsanız!
* Dilin olanaklarını genişleten ve
insanların düşünme yetilerini geliştirerek dünyaya çok boyutlu bakabilmelerine
katkıda bulunan her şair toplumsal işlev konusunda temel görevlerini yerine
getiriyordur diyebilirim. “Alacaydınlık” şiir sözlüğüne giren böyle
bir sözcüğünüz. Tek bir çatı altında iki ayrı kelimenin evliliği gibi. Şiirde
estetik devrimi başlatan bir kitap olarak yorumlayabilir miyiz?
Şiirde estetik devrimi tek başıma başlatma gibi
bir sorumluluğu üstüme alamam. Türkiye şiirinde İkinci Yeni’nin yepyeni bir
estetik devrimi başlattığını düşünüyorum. Bizler onların çocuklarıyız.
Kuşkusuz, Edebiyat Tarihi, bölümlere ayrılarak algılanmaz, şiir yaramazdır,
kalıba ve kutulara sığmaz. Kaldı ki Yunus gibi Fuzuli de şiirde ‘estetik devrim’
yapmış bir büyük şairdir. Benim ne yaptığımı söylemek için erken, buna hayat
karar verecek. Okuyucu karar verecek. Neyi başarmaya çalıştığımı sorarsanız;
Özellikle Alacaydınlık’ta, hayatın sabaha dönen yüzünü söylemeye çalıştım.
Alacakaranlık’a karşı. Alacaydınlık kelimesini benden önce kullanan oldu mu
bilmiyorum. Ben çağımdan sorumlu bir insan olarak, yaşadıklarımın toplumsal
tarihimden koparılamayacağı gerçeğiyle, bugün içi boşaltılmış umut sözcüğünün
karşısına; umutsuzluğun da içinde ışığı taşıdığı inancımla çıkmak istedim. Hani
derler ya ‘hayat her şeye rağmen yaşamaya değer’. Ben çok gülerim bu hamasi
cümleye. Hayat bizden bağımsız değildir. Onu yaşanmaya değer kılan ‘biziz’, onu
anlamlandıran ve değiştirmeye, geliştirmeye istekli olan biziz. Şiir yazan
eylem insanı da olmak zorundadır. Söz eylemdir. Işığı içinde taşıyanlar,
karanlığı iyi tanırlar. Tarihsel maddeciliğin -bir yazgımız varsa eğer –
kaçınılmaz olduğunu bilirler. İşçi sınıfının geleceğine; Alacaydınlık’a
inanırlar. O nedenle, işkenceye ve ihanete karşı dik dururlar. Bu, içi boş;
‘her şeye rağmen umut var’ cümlesi değildir. ‘Ben umudun kendisiyim ‘demektir.
O kitabı bunun için yazdım.
Kendi sesimi şiirimde artık bulmaya başladığım,
estetik hesaplaşmayı daha derin yapmaya çalıştığım bir kitap olduğu doğrudur.
* “Bir tek aşkın önünde diz çöker ölüm”. Bu sayfadan sonra “Enel
Aşk” kitabınız zor kapatılır. Cennet bahçesinde bol meyveli bir ağaç
örneği teşkil ediyor bu kitap, içinde birçok şairlerin dizeleriyle süslenen.
Belki de bir sonraki kitabınızı yazmaya vesile olan bir kitabınız bu. Şiir
sanatında aşk ve ölüm temaların işlenmesi, bir kurguda sığınak arayan aşkın
ölüme mayalanması diyebilir miyiz?
Aşk bizim yaşattığımız bir duygudur, bizi
öldüren değil…
Şiir, aşk, ölüm ve insanın ölümsüzlük arayışı
insanlık tarihi kadar eski. Ölüm olmasaydı eğer, niye geldik bu dünyaya sorusu
da olmazdı belki.
Sevmek bilinçli bir eylemdir. Bir gün sevgimizin
karşısında sadece sevgi görmek isteyen insanlar olacağız. Aşkımızın
karşılığının aşk olduğu zaman; ötekinin sevdası kendi sevdamız kadar değerli
olduğunda; ölüm korkusundan kurtulacağız. Aşk insanın en devrimci eylemidir.
Hangi aşk diye sormalı burada: Ölümsüzlük duygusunu bize yaşatabilen aşk, şiiri
öpen aşk. Sadece karşılığını bir insanın yüreğindeki insani duygular olarak
beklediğimiz şiir yazma eylemi gibi. Bedenimiz ölecek, ismimiz geleceğe kalsa
da bunun ölen için bir anlamı yok. Hayatın içinde hissettiklerimiz: Bizi
ölümsüz kılan onlar. Onun için ‘bir tek aşkın önünde diz çöker ölüm’. Çünkü aşk
benim en büyük sorumluluğum. Aşkın değerini talep ediyorum hayattan: Ürperme’de
yazmıştım:Ben sevdim mi kendim gibi severim/O da sevsin. Biz nedense çok
seviyoruz ama doğru sevemiyoruz. Bilinçsiz seviyoruz. Aşkın ya acı ya da kısa
süren bir sarhoşluk olduğuna inanıyoruz. Başarısızlığımızın nedenleri üzerinde
hiç düşünmüyoruz. Sonunda baş belası saydığımız bu duyguyu sanki bizden
bağımsız kendi başına ortalarda gezen bir hastalıkmış gibi yorumlayıp,
stratejiler, taktikler üretiyoruz. Oysa yine Enel Aşk’ta yazdığım gibi: Aşkın
da bir bedeni var.Ben bir insanı seviyorum. O insan da bir insanı seviyor.
Mutluluk sevmekle başlamıyor sanki, sevmekle bitiyor. Faturalar, geçim derdi,
ısınma, barınma v.b. arasına sıkışmış çağdaş insan; BİR İNSANDA BÜTÜN DÜNYAYI
SEVEMİYOR… Mümkün mü bu? Burada her insan kendi içinde bir devrim
gerçekleştirmek zorunda: Bu aşk kimin aşkı ve kime yönelmiş. Sevdiğimi O olduğu
için mi seviyorum. O kim, benden ayrı mı? Dışımda mı? Hayatın öznesi olamayan
kapitalist sistem insanı Aşk’ın karşılığını sadece aşkla değerlendiren o YENİ
insanın duygularını yaşayamıyor. Aşk sevilmeye değer olanı değil, duygularımızı
en kolay akıtacağımız insanı bekliyor. O’nu bütün güzelliklerini kontrol
edeceğimiz, sahipleneceğimiz bir köleye çevirmeye çalışıyoruz. Bunu karşılıklı
yapıyoruz. Aşkın gözü kör derler. Aksine AŞK İNSANIN GÖZÜNÜ açar. O esrik
değil, en uyarıcı duygumuzdur. Aşk bilinçsizce yaşandıkça arabeskleşir.
Sevilmeye değer bir yürek bulmak bu nedenle çok zor çağımızda. Ölümü
utandıracak aşklar; yaşatabilinen aşklardır. Ayrılığın, gözyaşının olmadığı
aşklardan sıkılıyor insanlar neden acaba? Çünkü Aşkı da çağımızın bize
öğrettiği gibi yaşıyoruz… Ölümü de!
Oysa şairin dediği gibi :
‘ Şiire, aşka, ölüme inanıyorum diyor, işte bu
yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum… ‘(Ritsos) diyebiliriz.
* Yaşadıkları çağ ve bizim çağımıza çok
şey söylediklerine inandığı için kaleme alınan bir kitap “Şems ve
Mevlana”. Mevlana ve Şems bir kadının duyarlılığında dile getirilirken,
araştırmacı yazar kimliğide ön plana çıkıyor sevgili Yelda’nın. Sekiz yüz
yıllık zengin bir arşiv ve geniş bir Mevlana Koleksiyonu’na dahil olma
başarısını gösteren. Şiirin dışında başka bir soru bu. Şems-i Tebrizi
bilgilerine ulaşırken, Şems ile ilgili bildiklerimizin dışında daha derin bir
bilgiye ulaşıp ulaşmadığınızı merak ediyorum.
Şems benim için çağının ‘Che’si. Yanaklarını
farklı uzatan insanlar onlar hayata… Ama mutlaka uzatmışlar.
Katledileceklerini daha başından bilenler.
Mevlana’nın hayatında nasıl bir devrim yarattıysa, benim hayatımı da sarstı.
Şems, Mevlana’nın bir tek şiir yazmasını destekliyor. Şiire saygısı çok büyük.
Divan-ı Kebir, Şems olmasaydı yazılır mıydı şüphedeyim. Yaratıcılığı
tetikleyenlerden. Öyle insanlar vardır. Şems hem felsefeci, hem şair hem de
eylem adamıdır. Ben İsa’nın babasının olduğuna inanırım. Babanın söylenmediğine
ama. Şems, soyunu saklamaya özen göstermiş. Bunu Meryem nasıl bilinçli
yaptıysa, Şems’in de aynı dikkatle yaptığına inanıyorum. Eylem insanları,
ailelerini orta yere sermez. Mevlana ve Şems’in dostluğu bütün dünyaya
örnektir. Savaşın, vahşetin ortasında yeşeren bir badem ağacı gibi: Bir olmanın
en güzel örneği onlar. Ben erişebileceğim tüm bilgilere vardım mı bilmiyorum.
Marksist bir yazar olarak, hurafelere ve gerçeküstü yalanlara kulaklarımı
kapattım. Dikkatli bir okuyucu Divan-ı Kebir’de dilediği bilgilere ulaşabilir.
Tarih oradadır. Ne acı ki ben Türkçe okudum. Mevlana’nın yazdığı dilde
okuyabilmeyi çok isterdim. Çünkü karşımızdaki şiirdir ve şiir dili çok
katlıdır. Çevirmenin anlamlandırmasıyla sınırlıydım. Mevlana’nın yazdıkları
dışında Şems’in Makalat’ı onun kişiliğini kavrama yolunda çok gönül açıcıdır.
Şems bana kalırsa bir materyalistti. Felsefeyi Mevlana gibi çok iyi bilen bir
Dai… Ama Hallacı Mansur’un başına gelenler ortadadır. Daha biz 20 sene öncesine
kadar Diyalektik Materyalizm’e inandığımızı hiçbir dilde söyleyemezken; onlar
bambaşka bir dilde dertlerini söylemişler. Saygı duymamak elde değil. Şems
şiirimin son dizeleri bana göre Şems’in dünyaya nasıl baktığının ifadesidir:
Neden sevsin ki Tanrı bizi, yüreğimiz bir kulunu Tanrı gibi sevmeden
* “İstanbul Bir Dişi Orospu” Bir şehre cinsiyet yüklemek ve o şehrin
üretkenliğini düşünmek, daha erkekçe, daha yüksek bir biçimdir. Üç hikayenin
Beyoğlu’nda buluştuğu, salt insana özgü bir yasaya göre kaleme alınan bir
kitap. “Evet, İstanbul ve onun altın dişi Beyoğlu çamura batmıştır. Ama
çamurun dibinde ışık vardır” bu ışıktan biraz bahseder misiniz bize?
Bazı kentler dişidir İstanbul gibi. Neden
öyledir diye sorarsanız, sadece dişilik nedir bilir misiniz sorusuyla
yanıtlarım sizi.
İstanbul çilekeş tarihine direnen onurlu bir
dişidir. Irzına geçmeyen kalmamış. Çeşmeleri artık akmıyor. Su bentleri
yıkılıyor. Eski apartmanların yerine gittikçe büyüyen bir metropolün çirkin
mimarisi dikiliyor. Karaköy’deki tarihi binalar depo olarak kullanılıyor.
Surların dibi evsizlerin ve mazlum sokak köpeklerinin yuvası. Ama biz her yıl
İstanbul’un fethini kutluyoruz. Altın Boynuz bok kokuyor. Marmara denizi
maviyle ölümüne dans ediyor; bütün fabrika artıklarını göğüsleyerek… Biz hala
kitaplarda Nedim şiirleri ile öğünüyoruz. Ne iki yüzlülük ama! Yedi dili artık
duyulmuyor İstiklal Caddesi’nde. Garson zulmünden hiçbir meyhanesinde ağız tadıyla
oturamıyorsunuz. Taksim’in orta yerine ne zaman cami dikilecek diye ürpererek
bekliyorsunuz. Tüm caddelerin her iki yılda bir taşları hala sökülüyor. Cennet
Bahçesi, bir özel şirketin olmuş. Büyük mağazaların arasına sıkışmış
Kitapevleri kan ağlıyor.Genelev sokağı artık dışarı taşmış, uluorta ten satılan
bir semt Beyoğlu, diğer semtler de onu aratmıyor. İronik kelimesi bile eksik
kalıyor bu ucube hali anlatmaya. Ne anası ne babası var İstanbul’un. Bir
orospudan farkı yok. Ama o hala direniyor! Onun üzerine titreyen yürekleri n
tarih bilinciyle kendisini esirgediğini biliyor. Direniyor hala. Bir kent nasıl
direnir bu kadar vahşete diye sorarsanız: İstanbul’un yüzüne bakın derim.
Gururla direniyor. Hepimizi utandırarak, geçmişin bir gün yüzümüze bakıp hesap soracağını
bilerek direniyor, kendine inanan üç beş insanıyla. Mezarlıkları, şairleri,
ressamları, müzisyenleri… sanatçı ve emekçileriyle direniyor. Işık ordadır:
Erdemini bilerek geri istemektedir…
İstanbul bir gün erdemini geri kazanacak. Buna
duyduğumuz inançtır ışık. Işık, Mimar Sinan’ın sanat yapıtı camilerinin, o
uyduruk cami niyetine dikilen yapılara hesap sormasıdır. Okul diye yapılan
çirkin gözlü binalara eski mekteplerin hesap sormasıdır. Çeşmelerinin su
tekellerine hesap sormasıdır. Arnavut kaldırımlarının taşeronculardan hesap
sormasıdır. İncecik bir ud sesinin Türküleri katleden O barlardan hesap
sormasıdır. Hikâye uzundur: Bir taşına gönlümüz fedadır İstanbul’un; Eski
parıltısını bilenler Beyoğlu Taşı’nın, bu sahte kristalin haline başkaldırıyorlar…
Bu eskiye de özlem değildir. Geçmişe saygısızlık edenin geleceğini yanlış
kuranın hayata ihanet ettiğinin bilinmesidir! İstanbul’un semalarında bir gün
ışığı görmesi dileğimdir insanoğlunun. O zaman benim kitabım çok şey söyleyecek
İstanbul gerçeğini arayanlara…
* “Hüzün Suretleri” Bu
kitabınızda da aşk ve ölüm temaları, başarılması zor önemli bir deney olarak
karşımıza çıkıyor. Yaşama, daha doğrusu yaşamın devamlılığına katlanmanın
imkansızlığında, yalnızlığın bilinci ile Aladağlar’da rüzgara boyun eğen bir
kitap. Sonun sonsuzlukta oluşu gibi. Aşkınlık mı, içkinlik mi? cevapları
ararken Yelda’nın tüm yaşamında bu iki felsefe tezinin karşılaşması mıdır ya da
tüm eti-kanı ile yaşadığı bir dram mıdır kaleme aldığı?
Aladağlar’ın bulaklarından sular içtim. Bu
ülkeyi çok gezdim, çok insanla kucaklaştım ve ayrıldım. Kendi evimde oturamayan
insanlardanım. Bir o kadar da kendi evimde oturmayı sevenlerden. Çelişik değil;
hesaplaşma yalnız yapılıyor, tortu ağır çünkü. Bazı insanlar saniyeleri
binlerce yıl gibi yaşar. Ben onlardanım sanırım. Bahar gibi yürürüm gözlerim
kıştır.
* Hüzünlü sözler hep üzgün yüze mi
gider?
Üzünç kelimesini Turgut Uyar çok güzel
kullandı; özellikle Divan’da. Hüzünle arasındaki farkı göstermek için hepimize.
Hüzün Zorba’nın dansıdır, Akdenizliler’in çok iyi bildiği. Bütün oyun
havalarında hüzün vardır… Üzünç bambaşka bir duygudur. Hüzne yol açar, ama
hüzün kendini hep üzünçlü göstermez: Benim kahkahalarımı iyi dinleyenler tanır
hüznümü…
* Edebiyat her şey değilse üstünde bir saat bile durulmaya değmez. Siz
“Şahdamar- Şahdemar” kitabınızla birlikte bir pencere açtınız Türk
halkına. Kendi sorumluluğunuzun gittikçe daha çok farkına varan bir üslupla.
Şiir kendi diline bile çevrilemezken, siz büyük bir başarıya daha imza attınız.
Kürtçe yayınlanan bu kitabınızda önemli bir isim daha vardı, her iki dili çok
iyi konuşabilen başka bir şairimizdi Kemal Burkay. Tarihsel değer taşıyan bu
kitabınızla ilgili neler söylemek istersiniz?
Önsözünde de belirttim kitabımızın, pek çok
yerde de yazdım. Şiirin eylem adamı Kemal Burkay’ın, bir büyük Kürt şairinin
benim dizelerimi bir başka dile, kendi anadiline çevirmesinin sorumluluğunu,
onurunu ve sevincini ömrüm boyunca titizlikle taşıyacağım. Hayatımın en önemli
armağanlarındandır. Şairler hiçbir dilde kolay yetişmiyor. Dilin yalvacı onlar.
Kültürün taşıyıcısı olan sesleri, kelimeleri büyük sorumlulukla yan yana
getiren birer büyücüler. İnsan nerede olursa olsun, şairler o insanın iç sesini
duyar, kendi ırmaklarından bütün ırmakların kederini öğrenmişlerdir, gökyüzünün
sevincini, başakların türküsünü ve fabrikaların uğultusunu da. Dünyanın
herhangi bir yerindeki bir iç çekiş şairlere yabancı değildir. O nedenle
şairlerin ulusları bütün insanlık, vatanları dünyadır…
* Japonya’da bir Haiku ustasının
yaşamı boyunca en fazla on beş ya da yirmi tane Haiku yazabildiğini biliyoruz.
Bir başarınızın daha oraya müdahalesi var. Japonya’da Nobel Ödülü sayılabilecek
uluslararası bir yarışmada birinci oldunuz. Bu başarınız Edebiyat dünyasında
değer gördü ve hala bir Haiku şiir kitabı çıkartmayı düşünmüyorsunuz, neden?
Korkuyorum. Haiku’ya saygım çok büyük. Haiku
yazmak, bana çok şey öğretti.
Haiku hep yazıyorum. Onların üstünde çalışıyor
ve yeniliyorum zaman zaman. Yalınlık korkutucudur. Çok rengin bir karizmadan
geçip toplanması gibi. Yalınlık yoğundur. O nedenle Yunus okumak her zaman
diriltir beni. Bacho’yu çevirilerinden okudukça, bir çavlanın altından geçer
gibi oluyorum… Kendimle hesaplaşmam bitmedi henüz Haiku’da… Ama çıkaracağım bir
Haiku kitabı, İngilizce’ye çevirebilecek biri bulursam. İki dilde olsun
istiyorum.
* Tiyatro
hayatınızın bir diğer parçası, Cezmi Ersöz’ün ’Şizofren Aşka Mektup’ kitabını
oyunlaştırdınız. Ödül de aldınız. Nasıl gidiyor bu çalışmanız?
Ödül almadım o çalışma ile. Sadece, Devlet Tiyatroları’nda oybirliği ile kabul
edildi. Dilerim sahnelenir. Ben Vahşi Komedi yapıtımla, Mitos Yayınları 2007
Başarı Ödülü aldım. O oyunumun da sahnelenmesini çok isterim.
* Kalbim Ege’de Kaldı, Aşkları da
Vururlar, Davet, Son Sardunyalar, Yarası Saklım ve diğerleri… Sezen Aksu ile
birlikte çalıştığınız şarkılarınız bunlar, nasıl doğdu bu şarkılar biraz da
sizden dinleyebilir miyiz bu şarkıların hikayelerini?
Şarkıların hikayeleri uzundur. Birlikte
şarkı sözü yazmak zor iştir. Kimin sözü nerde başlar, kiminki nerde biter
ayırmak zordur. Ama her bir şarkıda emeğim vardır. Bundan da sevinç duyuyorum.
Şarkı sözünü yani lyricleri şiire hem çok yakın hem de çok farklı buluyorum.
Ben şiir yazmaya çalışan biriyim. Şarkı sözü yazmak, sürekli yapmak istediğim
bir iş olmadı, olamadı. O ortamları sevemedim. O dünya bana yabancı geldi bir
süre sonra. Ama Sezen Hanım’la çalışmak büyük keyifti.
* Çok
mutlu oldum sevgili Yelda, çok keyif aldığım bir söyleşi oldu. Bizleri takip
eden okuyucularımızıda heyecanlandıracak bir sohbet. Çok teşekkür ederim. Şiir
yolculuğumuz, dostluğumuz hiç bitmemesi dileğimle.
Sevgideğer Zeki, benzer duygular içindeyim;
kadri karahan köşesinde söyleşmeye değer bulduğunuz için. Benim için de
sevinçli ve hoş bir sohbetti. Yola daha yeni çıktık, hiç bitirmemek isteğiyle.
Hoş geldiniz hayatıma.