Türklerin Tarihi | Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl
Jean Paul Roux, Aykut Kazancıgil (Çevirmen), Lale Arslan Özcan (Çevirmen)
Öncelikle şunu kesin bir dille ifade etmek
isterim ki, bu bir roman ya da kurgu kitap değildir. Tamamen araştırma ve
kaynaklara dayalı, bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi anlatan tarihi bir
başyapıttır. Türk tarihi ile ilgilenenler için bulunmaz bir kaynakçadır.
Kısacası, kendisini Türk bilen/hisseden ve geçmişi ile geleceğine sahip çıkan
her bir Türkün evinde ya da kişisel kütüphanesinde Nutuk’tan sonra Oktay
Sinanoğlu, İlber Ortaylı, Sinan Meydan, Hulki Ceviz Oğlu gibi ve daha ismini
sayamadığım birçok önemli yazarın eserinin yanında yer alması gerektiğini
düşünüyorum.
Kitabın yazarı Jean-Paul Roux günümüzün önemli
Türkologlarından biri. Bizi Pasifik’ten Akdeniz’e, geçmişten bugüne kadar 2000
yıllık bir geziye götürüyor. Türkler bu geniş coğrafyada bazen küçük hanlıklar
bazen büyük imparatorluklar kurarak çeşitli isimler altında hep var olmuşlar.
Türkolog Yazar yazmış olduğu bu kitabı 1984 yılında oğlu Alain’ın anısına ithaf
etmiş. Arkasından şöyle devam etmiş: ‘Ayrıca onun bu kitabı tüm hayatım boyunca
dostluklarını benden esirgemeyen bugün hâlâ hayatta olan veya hayatını yitiren
tüm Türklere ithaf etmemi anlayışla karşılayacağına inanıyorum.’ Ne kadar güzel
bir düşünce!
Yazarımızın Altay Türklerinde Ölüm adlı kitabının ön sözünden
de bir alıntı var. ‘Bu satırları bana yazdıran, bu kitabın oluşmasını sağlayan,
bu sayfalarda iyi adına ne varsa borçlu olduğumuz olanların Orta Asya’dan uzak
akrabaları, yine bunlar kadar uzak atalarıdır. Türkiye’de bu kitabı okumayı
isteyecek olanlar beni isterlerse sertçe ve eminim ki hoşgörüyle eleştirsinler,
ama kalplerinde bu insanlar için sevgi ve saygıyı eksik etmesinler.’
Bu kitapta bizi, bizden olmayan yabancı uyruklu bir Türkolog
belirli başlıklar altında toplayarak anlatıyor. Kitap 563 sayfa. Ayrıca sonunda
bazı ekler var. Size de ilginç ve tanıdık gelebilecek bazı alıntılar iletmek
istedim.
– Hollandalıların Avrupa’ya Boğaziçi’nden taşıdıkları lale,
tulip adını, bu çiçeğin taç yapraklarının bir türbanı andırmasından dolayı
tülbent sözcüğünden almıştır.
– Türkler dışarıdan evlenme eğiliminde oldukları ve eşlerini
Türk olmayanlar arasından seçtikleri, rastladıkları her kavimle karıştıkları,
dilleri çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ve pek çok topluluk da bu dili
benimsediği için Türklerle ilgili karakteristik denilebilecek fiziksel herhangi
bir özellik saptama olanağı kalmamıştır.
– Molier de Kibarlık Budalası adlı yapımında, haklı olarak,
‘Şu Türkçe ne hayran kalınacak bir dil!’ der ve sözünü şöyle sürdürür, ‘az
sözcükle çok şey söyler.’
– Kimi zaman bazı halklar Türkler tarafından ezildiklerini
söylemişlerdir. Ama genelde Türkler egemenlikleri altına aldıkları halklara
olağanüstü parlak dönemler yaşatmışlardır.
– Türklerde imparatorluk kurma eğilimi vardır. Türkler
sözcüğün tam anlamıyla yeryüzünün hükümdarları dır.
– Türkler imparatorluk kurucuları olarak kavimlerini düzene
koydukları gibi, dinleri düzene koymayı, onlara hak ettikleri yeri vermeyi,
birinin diğerini ezmesine izin vermemeyi de kendileri için görev sayıyorlardı.
– Dine hizmet eden genelde devlet olmamıştır ama dinden
yararlanmışlardır.
– Kadının elde edilmesi, Türklerde bir savaş ve av başarısı
değerindedir. Çoğu zaman düşmanlarının karısına ya da kızına sahip olmak
Türkler için elde ettikleri başarıların yeterli bir kanıtıdır.
– Kırgızlar 700’lü yıllarda Türkçe konuşuyorlardı. Bu dili en
azından 1000 yıldan beri konuşmaktaydılar.
– Kırgızlarda ölüm yaşı ortalama 45, evlilik yaşı ise 15-16.
– Hristiyanlığın başlamasından önce Çinliler Kırgızları mavi
gözlü, sarışın adamlar olarak tanımlıyorlar. Arap yazar Gardizi açık renk
tenleri ve kızıl saçları olduğunu anlatıyor.
– Attila’nın ölümünden sonra bu bölgedeki ana rolü, üç federe
ana grup ya da boylardan oluşan belirsiz üç topluluk üstlenmiştir: Bulgarlar,
Hazarlar ve Macarlar. Bunlardan ilk ikisi Türkçe dil grubundandırlar. Üçüncüsü
olan Macarlar ise Fin-Uygur dili konuşan, fakat Türklerin egemenliği altında
bulunan bir gruptandırlar.
– Bulgarların kendileri de Attila’nın oğullarından biri olan
İrnek’in soyundan geldiklerini söylerler.
– Attila’nın oğlu İrnek’in yüz elli yaşına kadar, babası
Avitokhol’un ise üç yüz yıl yaşadığı söylenir. Mitlere özgü bu uzun ömür, bu
iki şahsiyeti zaman içinde ulu bir mevkiye yükseltme imkanını verir.
– Türklerde çadırın kapısı güneşin doğduğu yere saygı
nedeniyle doğuya açılırdı. Eski Türkler tarafından kesin şekilde uyulan bu uygulama
büyük bir olasılıkla X yüzyıla doğru Çin etkisiyle değişecekti ve kapı bu kez
de güneşin geçtiği en yüksekteki nokta göz önünde tutularak güney yönüne
açılacak biçimde yapılmaya başlandı. Ana yönler, Çin tarzında bir renk adıyla
ya da evrenin dört ana ögesinin adıyla anılırdı. Örneğin Osmanlılarda Karadeniz
adı söz konusu denizin kuzeyde olması nedeniyle verilmiştir. Güneyde olan
Akdeniz’in adı ise, yine bu nedenle ak olan denizdir.
– İlteriş Kağan, Cengiz Han, Timur vb ne pahasına olursa
olsun türlü ittifaklar peşinde koşmuş ve çok eski bazı bağlara başvurmuşlardır.
Bu bağlar ya doğal ya da akrabalık ilişkileri, ailevi taahhütler, daha
çocuklukta kesilmiş sözler ve nişanlar veya karşılıklı olarak birbirlerine
anlamlı armağanlar verdikten ve bileklerinden akıttıkları kanı
birbirlerininkiyle karıştırmak ya da birbirlerinin kanını içmek yoluyla
gerçekleştirilen kan kardeşlikleri gibi birleşmelerdir.
– Askerler on, yüz, bin ve on biner kişilik gruplardan
oluşurdu.
– Cengiz Han ‘düşmanının karısını kızını kollarına almaktan
daha büyük bir haz yoktur’ demiş.
– Çin kaynakları Türükler için önceleri ölüleri yakıyorlardı,
şimdiyse gömüyorlar demekte.
– Mezara dirilince gerekecek olan nesneler (atlar, köleler,
karılar) gömülürdü. Türük döneminden başlayarak ölünün karısının öldürülmesine
gerek kalmıyor. Bunun yerine ölünün karısı, onu ölen için muhafaza etmekle
görevli olan kayın biraderi veya üvey oğlu ile evlendirilirdi. Gömüldükten 40
gün sonra ve yıl sonunda aynı tarzda bir tören daha yapılırdı.
– Müslüman dünyada Türkler ölmüş düşmanlarının kemiklerini
topraktan çıkararak yakmışlar. Bunu düşmanın yeryüzündeki varlığından kesin
olarak kurtulmanın bir yolu olarak görmüşler.
– Hükümdar ailesi üyelerini kan dökülmeden öldürmek de bir
kural. Çünkü ruhun kanın içinde olduğu düşünülmüş.
– Müslüman olsun ya da olmasın bütün Türk ülkelerinde
kadınların konumu genelde İslam toplumlarının sergilediği genel görünüşe hiçbir
biçimde uymuyordu. Dede Korkut’ta övünmekle avrat olunmaz denilirdi. Ancak
kadın iyi düşünür, iyi konuşur ve onu dinleyen kocasına iyi öğütler verirdi.
– Türk kadını yüzünü saklamazdı ve hareme kapatılmazdı.
Siyasal ve toplumsal yaşama tam bir özgürlükle katılırdı. Uyulması gereken yasa
erkeklerin göbekleriyle dizleri arasını örtmekti. Avrupalılar Türk
kadınlarının, ok attıklarını ve öküz arabalarını sürdüklerini görünce en az
Müslümanlar kadar şaşırmıştır.
– Moğolların yarattığı tahribat dünyada atom bombasını elinde
bulunduran ve onu kullanmaya karar veren gücün tahribatıyla karşılaştırılabilir.
– Timur’a göre dünya üzerinde sadece tek bir hükümdar,
Türkleri yönetecek tek bir Türk olabilirdi. Timur iki efendi paylaştığı sürece
dünyanın bir değeri yoktur diyordu.
– Oldukça dindar bir hükümdar olan Kanuni vaktinin çoğunu
Kuran’ı Kerim’i istinsah ederek geçiriyordu. Onun elinden çıkma en az sekiz
Kuran el yazması bulunmaktadır.
– Safevi hanedanlığının kurucusu Şah İsmail uzun bir süre
Türk olarak kabul edilmiştir. Annesi Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kızıdır,
dolayısıyla Türk’tür. Babası Haydar İranlıdır, ancak Türkçe konuşan ortamlarda
büyümüş ve yetişmiştir.
– Babür Şah baba tarafından Timur’un Miran Şah kuşağından ve
anne tarafından Cengiz Han’ın soyundan geliyordu. Onun kaderi Hindistan
İmparatorluğunu kurmaktı.
– II. Memed ‘tahta çıkan her kimse dünyanın huzuru için
kardeşlerini boğduracaktır’ yasasını çıkarmış. Süleyman bizzat üç oğlunu
öldürmüş ve şunları demiştir. ‘Müslümanların oğullarımın arasında çıkan
savaştan kurtulduğunu görecek kadar uzun yaşadığım için Allah’a şükrediyorum.
Eğer tersi olsaydı mutsuzluk içinde yaşıyor olacak ve o şekilde ölecektim.
– XX. Yüzyılda Türklerden geriye hiçbir şey kalmamış mıydı?
Balkan halklarına sadece danslarını, kumaşlarını, alkolü (rakı), konutlarını,
bunun ötesinde tüm dünyaya ise şiş kebaplarını ve yoğurdu bırakmışlardır ancak
bugün bunlar bile onlara atfedilmemektedir.
– Mustafa Kemal 23 Nisan 1920 de kasvetli bir bozkır kasabası
olan Ankara’da Büyük Millet Meclisini topladı ve yetkilerini ona devretti. O
tarihten sonra Mustafa Kemal, Türkiye’nin cisimleşmiş örneği, bütün bir halkın
iradesinin temsiliydi ve ‘Türklerin Atası’ değil ‘Ata Türk’ yani ‘Ataları gibi
Türk’ anlamına gelen Atatürk adını aldı.
– Kürtler ile Türkler arasında pek çok nedenden ötürü bir
uçurum yoktur. Bu iki ulus binlerce yıldır bir arada yaşamaktadır. Kürtlerin
gönderme yapabilecekleri bir tarihleri, devletleri ya da tamamen Kürt
unsurlardan oluşan bir kültürleri yoktur. Kürt boylarından bazıları bir biçimde
Kürtleşmiş eski Türkmen topluluklarıdır. Kürtler ve Türkler Kurtuluş Savaşında
birlikte savaşmışlardır. Kürt lehçeleri çok farklılaşmıştır, en çok kullanılan
dil zorunlu olarak Türkçedir. Kanun önünde tüm yurttaşlar eşittir, Kürtler
Cumhuriyetin yönetim kadrolarında en üst görevlere kadar çıkmışlardır.
Beş yüz sayfanın üzerinde bir kitabı yukarıdaki alıntılarla
bir nebze olsun sizler için özetlemeye çalıştım. Tabii ki kitapta ilginizi
çekebilecek daha pek çok önem arz eden konu var. Sonucu yine yazarımızın kendi
kaleminden bağlamak istiyorum. ‘İki bin yıl boyunca Türklerin dehalarına pek
çok kez tanık olduk, Pasifik Okyanusundan Akdeniz’e kadar varlıklarını
sürdürdüler. Eğer geçmiş geleceğin garanti siyse Türklerden çok şey
beklenebilir, ancak süvarilerinin mutlak üstünlüğüne borçlu oldukları
egemenliklerine bir daha asla ulaşamayacakları bir gerçektir. Okurumun konunun
yoğunluğunun bilincine ulaşmasını sağlamış sam kendimi başarılı kabul edeceğim,
en azından Türk dünyasının üzerine çöken adaletsiz sessizliği dağıta bileceğimi
umacağım.’
Şimdiden keyifli okumalar dostlar. 🙂
Bir sonraki kitap yorumu ve değerlendirmesinde görüşmek
dileğiyle. Esen kalınız!
~ A.Y. ~