Türkiye’den çıkıp giden bir doğu batı öyküsü Tottenham Çocukları
Herkesin gözünde doğu ve batı deyince kültürel bilgi gelir. Oysa bu sözcükler , sadece yön anlatmak için söylenmekten öteye gidemez. Japonya’nın Amerika’nın batısında olduğunu düşünsenize… Doğunun batıya gidişini anlatan bir kitap okudum. Dursaliye Şahan’ın Sola Yayınları’ndan çıkan Tottenham Çocukları…
Günümüzde, romanları kitap kapağına bakarak, arka yazısını okuyarak ve başlıklarına bakarak alıyoruz. Oysa bütün bunlar, romanla okuyucu arasındaki ilişkinin değil, yayınevi, yazar ve kitabevi üçgenindeki fikir ortaklığının size sunduğu bilgilerdir. Oysa roman okunduğu süre içerisinde okuyucu ile ilişkide olacak, birçok duyguyla onu eline geçirecektir. Dursaliye Şahan’ın romanı Tottenham Çocukları da bunun en iyi tarifi belki de… Bir katalizör gibi, birçok duygunun ortaya çıkmasını sağlıyor.
Kitap ve benim aramdaki bu kısa süreli hikâye benim için ilginç bir şekilde başladı. Dursaliye Hanım’ın kitabını okuyup ona yorumlamamı istemesiyle, okumaya başladım. Bu klişe cümleyi buraya da yazacağım; kitap çok akıcı… Hızla okuyup bitirince, içinde şu paragrafın geçtiği bir yorum attım; “Hızla okuduğum kitabı beğendiğimi söylemeliyim. Hiç görmediğim için bilemiyorum, İngiltere’de ‘Çok güzel olmuş,’ nasıl denir, ama Türkiye’de küçük harflerle söylenebiliyor. Ne biliyim Mehmet Şenol Şişli’nin bir şiirinde yazdığı gibi, ‘Susmak batıda utanç, doğuda ise erdem sayılmakta.’”
Tottenham Çocukları, ismini garip bir şekilde silkeleyerek, sizi Keko isimli bir Kürt çocuğu ve onun yaşam öyküsüne götürüyor. Şirvan’ın Heredile Köyü’nde köyün doğal hayatlarından biri olarak başlayan öyküsü, onun kaderine karşı duruşu ile çok ilginç bir noktaya taşıyor. Keko, nam-ı diğer Ali Kemal, hepimizin yaşamının bir yerlerinde gördüğü, maruz kaldığı veya tanıştığı kişiler gibi birisi. Bana kendi hayatımdan, bazı arkadaşlarımdan örnekler verdi. Bu öykülerin hepsine şöyle bir dışarıdan bakmamı ve “Aa, böyle mi oluyormuş,” dememi sağladı.
Kitabı okurken, “Nerede yaşarsa yaşasın, insan iyidir veya kötüdür“den ziyade, bu ikircikli yapıdan kurtularak, “İnsan iyidir, sadece yaşam onları acımasız bir döngüye sokuyor, kötülük ve iyilik ying yeng gibi birbirinin içine giriyor,” fikrini buldum. Karakterler üzerinde oldukça iyi çalışan Dursaliye Şahan, okuyucuyu bazen çok sinirleneceği durumlarla baş başa bırakıyor. Oysa bu olay örgüsü geliştiğinde, okuyucu aslında karakterlerin sadece yaşam çizgisinde dünya tarafından bu hale getirildiğinin farkına varıyor. Keko’nun da omuzlarında melekleri ve şeytanları mı var, yoksa onlar sadece onun yaşamında olan birileri mi ayırdına varmak biraz zor oluyor. Zaten karakterler de olay örgüsü içerisinde yerin buluyor.
Olay örgüsü demişken, Heredile’de başlayan İngiltere’ye giden bu öykü, aslında bir insanın yaşam çizgisine atıfta bulunurken, birçoğundan dem alıyor, daha fazlasının gerçeklerine vurgu yapıyor. Aslında dünya üzerindeki bir kesimin asla yaklaşmak istemeyeceği bir hayatı anlatırken, okuyucuyu o hayata yaklaştırıyor. Yaklaşılan hayatsa aslında Kaf Dağı’nın arkasında falan değil, yanı başımızda… Görmek istemediğimiz bir yerde durup duruyor.
Birkaç simgesel sözcükle anlatmak gerekirse, içinde tarla, değirmen, futbol, okul, kadın ve belki de en önemlisi aşk olan bir öykü. Kitabı okuduktan sonra birileri; “Aşk var da, bu bir aşk kitabı değil,” diyebilir. Ama yaşanan da tam olarak, saf, gerçek aşk… Bazıları “Futbol dedin ona kandık,” diyebilir. Fakat zaten, bütün renkleriyle futbol da bu… Siyasetinden aşkına, futbolundan okuluna hepsi gerçek… Belki de romanın en iyi tarafı da bu.
Özetlersek; bilmediğiniz bir şey okumayacaksınız, aslında tam olarak bildiğiniz, ama birçoğumuzun unuttuğu öyküsü var kitabın. Kolay anlaşılan kitapta, öyle boş süslü ve ağdalı cümleler beklemeyin, her şey hemen hemen net. Bir yaşam öyküsü okuyacaksınız aslında fazlası değil.
Kitapla ilgili tek eleştireceğim nokta; zaman içerisinde salınırken, birden okuyucuya anlatılmak istenen öyküye giriliyor ve içeriden çıkılamıyor. Dursaliye Hanım, belki de ön sunuş olarak vermek istemiş, aklımda kalmayan bir bölüm olarak okumuş bulundum.
Gazetecilerin ömrü çabuk tükenir. Çünkü onlar 7/24 çalışır. Oysa bir gazeteyle kebapçı arasında, işletme bakımından hemen hiç fark yoktur. Her ikisi de müşterinin isteğine göre servis yapar. Hâliyle ben de o çarkın en anlamsız haberlerini yapan muhabir ordusundan sadece biriydim.
Gelen istihbaratın değeri yüksekse -ki bunun anlamı okuyucu sayısı demekti- Şef’ten duyduğumuz ilk sözcük bu olurdu. Haber bitene kadar da kıpır kıpır yerinde duramazdı. Son noktayı koyup teslim ettiğimizde biz rahatlardık ama o başka bir boyuta geçerdi. Hangi sayfada çıkacak? Ne kadarı kırpılacak? Kaç fotoğraf kullanılacak? Hele de haber siyasî bir nitelik taşıyorsa, akıbeti yazarına dahi tam bir muammadır.
“Sahneden dansöz indirdi” olayı, pekâlâ baskıda “İngiltere’deki Türk dansözlere çalışma yasağı geldi” manşetine dönüşebilirdi.
Okuyucu bilmez ama genelde muhabirler, yazı işlerinin insafına kalmış bir nevi etkisiz elemanlardır. Kariyerlerinin kaderini, çalışmaktan barut fıçısına dönen medyanın bu gizli elleri belirler. Onların karşısında habercilerin boynu kıldan incedir. “Bu ortaçağ ilişkisine niye katlanırlar?” derseniz, hemen her basın emekçisi için imzasını manşette görmek müthiş bir duygudur. Yazdıkları her satırı, Amazon ormanlarındaki yerliler dâhil bütün dünyanın okuduğunu ve isimlerini ezberlediğini düşünürler. Oysa ülkenin onda dokuzu, en yetkin gazetecinin adını bile bilmez. Ayrıca gazetecilik, 24 saatlik bir iştir. Kalemi bıraktığınız gün ölürsünüz. Çünkü o güne kadar yaptığınız bütün haberler çoktan tarihin tozlu yaprakları arasına gömülmüş demektir.
Kaynak: https://gaiadergi.com/turkiyeden-cikip-giden-bir-dogu-bati-oykusu-tottenham-cocuklari/