O-KU-MA-LAR
O-KU-MA-LAR / www.habernewspaper.com
Size bu hafta öykünün ustalarından, Sadık Yalsızuçanlar’dan bahsetmek istiyorum. Beni en çok etkileyen öykülerinden biri ‘Annemin Yüzü’. Öyküyü önümüzdeki hafta anlatacağım ama önce yazarı tanıyın istedim. Aşağıda yazarla yaptığımız söyleşiyi bulacaksınız.
Söyleşiye geçmeden önce size geçen haftanın devamı olan Taylan Kara’nın ‘Vasat Edebiyatı 101’ den, Perihan Mağden’le ilgili kısımdan bahsetmek istiyorum.
Doğrusunu isterseniz bu küçücük kitap kafa karıştırıyor. Üç haftadır sağ elimden sol elime, sol elimden sağ elime alıyorum.
Okuyorum, duruyorum, düşünüyorum.
Kara Ahmet Altan’dan sonra Perihan Mağden’i ele almış.
Ne yalan söyleyeyim Perihan Mağden’e biraz imrenirdim. Ne güzel tozu dumana katarak yazıyor da yazıyor. Küfürse küfür, imla hatasıysa imla hatası. Hatta Türk Dil Kurumu’na savaş açmış gibiydi. Hâlâ da cesur bir yanı olduğunu düşünüyorum. Ancak o çok satan romanlarını okuduğumda şaşırdığım sayfalar çoğunluktaydı. Fakat cesaret edip, “Yaa ne var bu romanda bu kadar sattıracak?” diyemiyordum. (Özgüvensiz okuyucu örneği)
Köşe yazılarından sevdiğim, takdir ettiğim sıra dışı yazarın, sıradan romanlar yazabileceğine ihtimal vermiyordum.
Şimdi biraz gözümün önündeki buğulu cam silindi.
Dedim ya, halen Mağden’in gözü karalığına şapka çıkarıyorum.
Ama romanları tartışılır. Taylan Kara bunu cümle cümle örnekleriyle açıklıyor.
—
Söyleşi:
Bir edebiyatçı gözüyle sokağa çıktığınızda dünden farklı ne görüyorsunuz?
Doğrusunu isterseniz, öğrencilik yıllarımdaki gibi sokakta fazla bulunamıyorum. Ankara’da üniversiteyi okudum. Sonrasında kısa birkaç ara dışında hep bu kentte yaşadım, yaşıyorum.
En çok o günleri özlüyorum. Gerçi 12 Eylül kabusu çökmüştü, karabasanlı günlerdi. Ama, Ankara daha küçük, daha sevimliydi. Kitap iştahım yüzünden her gün mutad, kitapçılara, sahaflara giderdim. Sakarya çay bahçesi yeni oluşuyordu. Samimi bir arkadaş çevresi vardı. Zaman çoktu. Sokakla kitap arasında geçiyordu zamanım.
Şimdi gerek Ankara gerekse dışında sokakta çok az zaman geçirebiliyorum. Ama sokağın eskiye göre çok fazla değişmiş olduğunu, değişmekte bulunduğunu görüyorum.
Bazı bakımlardan bu olumlu bir gelişme ama bazı yönleri itibariyle olumsuz görünüyor.
Artık gündelik iletişim dili çok değişti. Tüketim alışkanlıkları değişiyor. Herkesin elinde bir akıllı telefon, hele kulaklık da takılınca kimse kimseyi duymaz oluyor.
Dev alışveriş merkezlerinde deliler gibi koşuşturuyor insanlar.
Eski mekanların çoğu yok oldu.
Onlarla birlikte ilişki biçimleri de…
Hüzünlü…
Sinema sektörü Hollywood zaman zaman toplum mühendisliği yapmakla eleştiriliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Sinemaya ilişkin en doğru tanımı Tarkovsky yaptı : Teknolojik bir sanat. Kendinden önceki sanat imkanlarını kullanan bir dil. Kendine özgü bir gerçekleşme biçimi var. Endüstriyel boyutu var. Demokrat bir sanat. Üretimi ve ‘tüketimi’ itibariyle demokrat. Kendini, oluşturduğu imkanlarla tekrarlayan bir sanat. Uyruğu Avrupa. Ama bugün merkezi : ABD. Bu iddiamı kısmen yalanlayan fakat kural bozmayan istisnaları var. Ne ki, bugün sinema denince akla Amerika geliyor. Bu bir gün değişecektir tabii ki. Dünyanın farklı renkleri, dilleri, deneyimleri, mutlaka kendi film dillerini daha da yaygınlaştıracaklar. Ama şimdilik durum bu.
Edebiyatın kendine özgü, özerk bir alanı, bir dili var ve bu hâlâ etkinliğini sürdürüyor.
Kitap, yazı, söz kalıcıdır. Esas olan edebiyattır. Edebiyat olmadan sinema olmazdı, bundan böyle olamaz.
Edebiyatsız sinema düşünülemez, peki sinemanın edebiyata katkısı konusunda ne düşünüyorsunuz?
Olmaz mı? Bu, biraz da karşılıklı bir ilişki. Sinema, edebiyat başta olmak üzere, önceki sanatların birikiminden doğdu. Resim, fotoğraf ve fotoğrafın hareketlenmesi…Bu anlamda, kaynağı edebiyat ve diğer görsel sanatlar…Sinemanın edebiyata şöyle bir katkısı oldu : Fotografik görüntünün dili ve kurgusu, edebiyatı, anlatı bağlamında hantallıktan uzaklaştırdı. Modern yaşamı yansıtırken daha devingen, daha dinamik bir dil gelişti. Bir de edebiyat daha çok ima eder hale geldi. Yani birkaç kelimeyle, birkaç fırça darbesi gibi gerçekliği daha etkin biçimde yansıtma imkanları arttı.
Edebiyattaki bölünmeler de sık sık gündeme gelen sanat tartışmaları arasında. Bu iddialara katılıyor musunuz?
Eskiden ideolojik duvarlar çoktu, kalındı ve yüksekti. Bu, son yirmi yılda adım adım aşı(n)ldı. Fakat günümüzde bu ayrışma özellikle politik alanda daha keskin biçimde yaşanmaya başlandı.
Gerçi aynı politik veya ideolojik kesimlerde bile cemaatsel düzeyde ayrımlar var. -Cemaat’i sosyolojik bağlamda kullanıyorum.- Bu minimal adalar, özellikle dergiler çevresinde daha belirginleşebiliyor. Oysa edebiyat, -yerli ya da ulusal niteliklerini de hesaba katarak söyleyeyim- dünya vatandaşıdır.
Son yıllarda Kültür Bakanlığı edebiyatı destekliyor. Eleştirenler olduğu gibi olumlu karşılayanlar da oldu. Siz nasıl bakıyorsunuz?
Evet. Kültür ve Turizm Bakanlığı, sinema ve tiyatroya da destek veriyordu. Bir vakit, Film Destekleme Kurulu’nda görev almıştım. Oradan biliyorum. Özellikle genç ve yetenekli dostlarımız için çok yararlı bir işlem bu. Edebiyat söz konusu olunca kısmen bir risk de ortaya çıkabiliyor. Sanırım eleştiren dostlarımız bu yönüyle yaklaşıyorlar. Haklıdırlar. Fakat, kitap yazma ve yayınlama konusunda gerçekten mali anlamda çok zor durumda olan genç yetenekler var. Bu destek onlar için işlevsel olabilir. Bu bakımdan ben –eleştiri hakkımı saklı tutmakla birlikte- olumlu buluyorum.
Yarışmalar da sık sık eleştiri alıyor. Ülkemizdeki ve dünyadaki hemen her yarışma şaibe altında.
Ödüller, yarışmalar, edebiyatın kendi içinde olup biten bir süreç değil. Ama, edebiyatın da içinde olduğu daha geniş, daha kapsamlı bir oyunun en etkin boyutunu oluşturuyor. Eskiler, “marifet iltifata tabidir” derlerdi. Bu söz sakız gibi çiğnenir durur. Asıl marifet, her türden iltifatın dışlandığı yerde belirdiğini unutmamalıyız.
Bu yarışmaların yayınevlerinin güdümünde olduğu iddiasına katılıyor musunuz?
Sanırım bu türden iddialar bütün ödüller için geçerli olmakla birlikte, özellikle jüriye bağlı olarak, daha seçici, daha sağlıklı, daha isabetli olanı da yok değil. Sözünü ettiğiniz “ödül”ler, yayıncıların ekonomik çıkarlarına, statü arayışlarına daha çok hizmet ediyor. Ama yazarı örseliyor. Bu yüzden ödül jürisindeki üyelerin seçiminin daha titiz, daha nesnel yapılması gerekiyor.
Söz samimiyet ve doğruluktan açılmışken, ‘resim sanatı yalan söylemez, söyleyemez’ derler. Edebiyat için ne düşünüyorsunuz? Yazının yalancı bir yüzü var mı?
Olmaz mı? Edebiyat, bizatihi kendisinde böylesi bir tuzak söz konusu. Guenon, “sanat yapmaya başladığınızda, sanat buharlaşır” demişti. Ne kadar doğru. Bu tuzağa düşmeyen, çok az düşenler daha kalıcı oluyor. Ama kurguyu da çok çok yetkin biçimde yapan yazarlar var. Onları da bir anlamda bu sahiciliğin içine katabiliriz.
Biraz da değer verdiğiniz yazarlardan bahsedebilir misiniz?
Estağfirullah. Zaten değerli olan yazarlardan söz edebilirim. Her çaba saygıdeğer olmakla birlikte, bendenizin çok çok sevdiğim, döne döne okuduğum bazı yazarlar var. Bunlardan bahsetmem mümkün. Bunların başında Yahya Kemal geliyor. O’nu, kültürel krizin tam merkezinde, bir geçitte hissediyorum. “Derler ki insanda derin bir yaradır köksüzlük!” dizesinde ifade ettiği gibi…Ardından Tanpınar geliyor. O,’nun kalbinde kriz, bizim modernleşme deneyimimizin krizi. Dil olarak da çok çok ilgiyi hak ediyor. Kemal Tahir sonra. Oğuz Atay. Sezai Karakoç’u anmalıyım. Modern şiirimizde bir adadır. Behcet Necatigil. Zarifoğlu. Sabahattin Ali’yi atladım. O’nun ve özellikle Refik Halid’in apayrı bir yeri var. Daha çok sayabilirim.
Son olarak edebiyatın geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ben çok iyimserim. Mizaç itibariyle de öyleyim. Daima umutluyum. Eskiden güzeldi şimdi ve gelecekte çok kötü, diye düşünmüyorum. Her zaman kötülük de iyilik de vardı. Her zaman büyük acılar, kıyımlar, kavurucu yoksulluklar, yakıcı yalnızlıklar, trajediler vardı, olacaktır. Ama yaşamın baskın yanının güzelliğe, iyiliğe ve lezzete bağımlı olduğunu düşünüyorum. Acılar bitmiyor, ama insan büsbütün acıya boğulmuyor. Hem ülkemizin hem de dünyanın geleceğine ilişkin çok umutluyum.
Modern burjuva uygarlığı, çok büyük acılar, yıkımlar, çürümeler, haksızlıklar, zulümler üretti. Dünyada çok fazla gözyaşı kan akıyor. Dini inançlar değişiyor, daha doğrusu “dindar”lar dönüşüyor, değer yitimi oluyor, yaygın bir biçimde oluyor hem de. Fakat bu da sadece bugünün, sadece modernliğin sorunu değil. Bu, dün de vardı, yarın da olacaktır. Çok sevdiğim Niyazi Mısrî, “cümbüşü gösterensin, şekl ü hayal içinde” diyor.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Kaynak: www.habernewspaper.com