Nâzım Hikmet Stockholm’de | Nevin Koçoğlu
Artur Lundkvist’e 1958’de Lenin Barış Ödülü verildi. Artur Moskova’daki ödül töreni sırasında jüri üyesi Nâzım Hikmet’le de tanıştı. Stockholm’e dönünce Moskova izlenimlerini anlatmak üzere Lütfi’yi aradı. Sohbetin uzun süreceği belliydi, telefonda konuşmak yerine buluştular. Artur gözlemlerini, görüşmelerden edindiği izlenimleri uzun uzun anlattı. İnsanların iyi niyetinden kuşku duymadığını, ama sosyalizmi geliştirip yaşatacak vizyona sahip olduklarının belirtilerini göremediğini söyledi. Sovyet toplumunun dışarıya fazlaca kapalı olmasından memnun kalmadığını da belirtti. Nâzım Hikmet’le görüşmelerini de anlattı. Nâzım Hikmet’ten “İnsanı etkileyen, entelektüel, çarpıcı bir kişi” diye söz etti. Lütfi, Artur’un, Nâzm Hikmet hakkında söylediklerinden gururlanırken, içinde gene bir sızı hissetti. Ekmek ve Sevda’ya ( antoloji) Nâzım Hikmet’i almamış olmasından dolayı kendini bir kez daha suçladı. Korkaklığından utandı.
Sohbet içten
ve keyifli geçmişti. Artur solcu bir yazar olarak Lenin Ödülü’nü almış olmaktan
mutluydu. O gün hem kendi mutluluğunu anlatmak, hem de Lütfi’yi mutlu etmek
istemişti. Sohbetin sonunda şu müjdeyi verdi. İsveçli şairlerin şiirlerini
çevirmeye devam etmesi için edebiyatçılara destek ve teşvik amacıyla kurulmuş
fondan Lütfi’ye bin kron, özel bir maddi kaynak yaratılmasını sağlamıştı. Bu
müjde Lütfi’yi çok duygulandırdı.
” İlk defa edebiyat çalışmalarım için burs alıyordum. Mutluluk gözyaşları
döktüm. Para almadan yaptığım şiir çevirilerine devam ettim.”
…
Kısa bir süre sonra Artur Lundkvist’in eşi telefon etti. ” Nâzım Hikmet
Uluslararası Barış Konferansı için Stockholm’e geldi; görmek istemez
misiniz?” diye sordu. Lütfi’de şafak attı. Görmek istemez miydi?…
Elbette isterdi ama İsveççe çıkan Ekmek ve Sevda şiir kitabına almadığını Nâzım
Hikmet’e nasıl açıklayacaktı? “En iyisi kitapan söz etmemeli” diye
düşündü. Daha sonra arkadaşları Heykeltıraş İlhan Koman, Mimar Yusuf Erşahin,
Ressam İlhan Aydın’ı aradı ve buluşup birlikte barış toplantısının yapıldığı
salona gittiler.
Nâzım Hikmet toplantı salonunun dışında etrafını çevirmiş delegelere Fransızca bir şeyler anlatıyordu. Lütfi ve arkadaşları yaklaşıp kendilerini tanıtınca “Gelin kardeşler” diyerek onlara yakınlık gösterdi. Ayaküstü tanışmadan sonra akşamüstü buluşmayı kararlaştırdıar. Saat 16:00’da konferansın o günkü oturumu kapanınca hep birlikte Gamla Stan’daki Fransız restoranı Cattelin’e gittiler. Lütfi unutmamış kamerasını yanına almıştı. Kapının önünde Nâzım’ın fotoğrafını çekti. Sonra kamerayı birinin eline tutuşturup topluca poz verdiler.
…
-Yıllar sonra aynı restoranda aynı masaya oturup oturduk (Osman İkiz) Lütfi Özkök o günü anlattı:
“Hepimiz heyecanlıydık. Orası nasıl bir yer merak ediyorduk. Çünkü hepimiz solcuyduk. Nihayet dayanamadık sorduk:
“Ağabey
orası cennet mi, cehennem mi?”
“Ne cennet ne cehennem. Ama böyle bir restoran yok.”
“Boris Pasternak Stalin zulmünden nasıl kurtuldu?”
“Stalin’in karısı ölünce Pasternak bir mersiye yazdı. Stalin de ” Bu
adama dokunmayın. dedi. Tabii Pasternak kurtuldu ama arkadaşları hapishanelerde
çürüdü.
…
Ertesi gün tekrar konferans salonuna gidip bir gün önce çektiğim fotoğrafları
verdim.Fotoğrafları aldığı gibi ‘yangından mal kaçırır gibi’ özdeyişini
hatırlatan bir hızla cebine soktu. Muhtemelen Rus heyetindekiler tarafından
gözlendiğini düşünerek böyle davranmıştı. Elinde olmadan o süratli davranışı
ile huzursuzluğunu belli etmişti. Nâzım’ın bir anlık panik halindeki
davranışından cennet mi cehennem mi sorusunun cevabını kendi kendime
buluvermiştim. “Sizi akşama bizim fakirhaneye davet etmek istiyoruz”
diyerek toplu dileğimizi de söyledim. Kesin bir cevap vermedi ama adresi de
aldı. Akşam heyecan içinde beklerken kapının önünde bir taksinin durduğunu,
içinden Nâzım’la genç bir kadının indiğini gördük. Kapıdan girer girmez
“Kurtulduk” diyerek, Rus heyetini atlattığını söyledi. Yanındaki
şiirlerini İtalyancaya çeviren Joyce Lussu idi.
Evde daha
samimi bir hava oluştu. Nâzım’ın davranışları da çok samimiydi. Bildiğimiz
halde Türkiye’den neden kaçtığını sorduk. Askere alınıp öldürüleceğine inandığı
için kaçtığını söyledi. Nasıl kaçtığını da üstü kapalı şekilde geçti:
“Karadeniz’de bir Romanya şilebine atlayıp gittim” dedi.
Eşim Anne-Marie ile Fransızca konuşuyor, ama ona Meri diye sesleniyordu. ..
Anne-Marie bir
ara “Türk sucuğu var, ister misiniz?” diye sordu.
“Getir. Yağlı yasak, ama atın ölümü arpadan olsun” diyerek sucuğu
özlemle yedi.
Lussu, bir ara aniden, ” Biliyor musunuz Nâzım’ın karısı Münevver Andaç’ı Türkiye’den ben kaçıracağım” deyiverdi. Nâzım bu sırrın açıklanışına çok sinirlenip “Sus!” diye çıkıştı Lussu’ya…
Gece çok
neşeli geçmiş herkes mutlu olmuştu. Nâzım ve Lussu geldikleri gibi taksiyle
otele döndüler, ertesi gün de Stockholm’den ayrıldılar…
….
Not: Bu anılar uzunca bir yer tutmakta Lütfi Özkök anılarının toplandığı Rüzgârların Yolunda kitabında…
Belki bir gün yine yazarım farklı bir bölümden Nâzım anılarını. Ekteki iki Nâzım fotoğrafı Lütfi Özkök tarafından çekilmiştir… Çoğumuz belki de bu fotoğrafları, özellikle Fransız restoranı Cattelin önünde otururken çekileni Lütfi Özkök adını bilmeden pek çok kitap kapağından tanıyoruz zaten…
Sevgimle…