Karanlık | Gülçin Yağmur Akbulut
Dört yanım karanlık. Başımı göğe kaldırıyorum. Ay ışığı olmadığı gibi bir yıldız bile yok. Uzaktan uzağa kulağıma çalınan bir köpek uluması… Sol yanımda yüzlerce mezar taşı. Neden yerde yatarken buldum kendimi? Anımsamakta güçlük çekiyorum. Bulunduğum yer neresi?
Sanki bütün kemiklerim kırılmış gibi bütün vücudumun sızladığını hissettim. Hele ki sağ kolum beni acılar içinde kıvrandırıyordu. Burnumdan aşağıya ılık bir şeyler akıyordu sanki. Her ne kadar göremesem de dokunduğumda burnumun kanadığına kanaat getirdim. Gücümü toparlayıp bulunduğum yerden doğrulmaya çalıştım.
Kımıldamadan, yalnızca başımı çevirerek etrafımı inceledim. Yakınımda yardım isteyebileceğim hiç kimse yoktu. Yavaş yavaş doğruldum ve ayağa kalktım. Açıkçası korkuyordum. Yeryüzü kapkaranlık ve ben yüzlerce ölünün olduğu bir mezarlığın ortasında yapayalnızdım. Bir fenerim olsa toprak zeminde ilerleyebileceğim bir yol bulur, usul usul yürümeye başlardım. Lakin zifiri karanlıktan on santim önümü bile göremiyordum.
Tek çare olduğum yerde şafağın sökmesini beklemek ve bu arada yaşayabilmek için dua etmekti.
Karanlıktan bu kadar çok korktuğumu bilmiyordum. Hele ölülerden… Aklımın uç noktalarında hudutsuz tedirginlikler dolaşıyordu. “Ya bir yabani hayvanın lokması, yılanın hedef tahtası olursam! Ya ölülerin ruhu bedenime tırmanıp beni lime lime doğrarsa! Hayaletlerin elinde dertop son nefesimi verirsem!
Kolumdaki saate baktım. Saatim ışıklı olduğu için zamanı öğrenebilmeyi umut ediyordum. Sabaha ne kadar vakit kaldığını öğrenebilme ihtimalim de sıfırlanmıştı. Kol saatimin ışığı yanmıyordu. Saatin camı kırılmış olacak ki parmağıma sivrice bir şey battığını hissettim. Üşüyorum. Korkudan mı yoksa soğuktan mı bilmiyorum. Bütün bedenim titriyordu. Oysa eylül ayının ilk günleriydi. İnsanı titretebilecek derecede bir soğuk yoktu. Gözümden yaşların süzüldüğünü hissetim. Acaba bir daha gün ışığına şahit olabilecek miydim?
Aklım yeni yeni toparlanmaya başlamıştı. Annem, babam ve on üç yaşındaki erkek kardeşim otobüs yolculuğu yapıyorduk. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine kaydımı yaptırmak, yurt giriş işlemlerini tamamlamak için İstanbul’a gidiyorduk. Kayıt işlemlerini tamamladıktan sonra, babamın süt kardeşi Halime halalarda kalacak birkaç gün İstanbul’u gezecektik. En son hatırladığım seyahatimiz esnasında kuvvetli bir çarpışma sesiydi.
Annem, babam, erkek kardeşim kim bilir nerede, ne haldeydiler? Yoksa… Hayır, bunu düşünmek bile istemiyordum. Yaşam çeşmesinin suyu onlar için kapanmış olmamalıydı.
Kırık dökük bir sabır değirmeni içinde günün ışımasını bekliyordum. Gerçekle yalan arası seslerin biri bitip biri başlıyordu kulağımın içinde. Ölüler konuşuyor, baykuş sesleri ürkütüyordu. Korkularımın yarattığı bir hayal ürünü mü, yoksa uzun bir atlasın canlı oyuncuları mıydı bu sesler, bilmiyorum.
Değişik bir düşüncenin içinde buldum benliğimi. Geçen yıl evlerinde çıkan bir yangın sonucu teyzemi ve akranım olan kuzenimi kaybetmiştim. Bir önceki yıl da büyük babamı… Onlar şu anda tıpkı içinde bulunduğum mezarlığa benzer bir kabristanda yatıyorlardı. Üçü de yeryüzünde veya öte alemde bana zarar verecek en son insanlardı. Ayrıca geçirdiğimiz kazada bende ölmüş olabilirdim. Ben değil bir insana, böceğe bile zarar veremem ki . Yoksa ölmüş insanlardan korkmam yersiz bir kuruntu muydu? Galiba canlı varlıklardan korkmam daha mantıklı olacaktı.
Biraz uyusam belki de zaman daha çabuk geçecekti. Fakat ıssız bu dağ başında kurda kuşa yem olma kaygısı gözümü kırpmama engel oluyordu. Karanlığın girdabında kaybolup bilinmeze karışma endişesi bütün gövdemi sarmıştı. İrkintiler siyah bir belirsizliğin içinde büyüyordu. Annem geliyordu aklıma. Sonra babam ve erkek kardeşim…
Ufukta kızıl lekeler tezahür etmeye başlamıştı. Ve ben hâlâ nefes alabiliyordum. Yanlış mı duyuyordum, bilmiyorum ama birileri Pervin diye sesleniyordu. Bütün kuvvetimi toplayarak “Buradayım, yardım edin!” diye sese karşılık verdim. Gittikçe uzaklaşan bu ses sanki babamın sesine benziyordu. Umudumu yitirmek üzereydim, diz çöktüm.
“Kızım!” diye boynuma atılan babam gözyaşlarını tutamıyordu. Şaşkınlık içindeydim. Hıçkırıklar içinde “Baba, ölmediniz değil mi!” dedim. Etrafımdaki onlarca jandarmadan biri “Korkma Pervin! Bütün ailen sapasağlam.” dedi. Oturduğum yerden doğrularak, sağ kolumu babamın boynuna doladım. “Baba bir daha beni karanlıkta yalnız bırakma. Ben karanlıktan çok korkuyorum.” dedim. Beni bir sedyeyle ambulansa bildirdiler. Sol kolum çok acıyordu. Sağlık görevlilerinden biri “Sol koluna dikkat edin, kolunda kırık var.” dedi.
…
Kurgan Edebiyat Dergisi Eylül EKİM 021
..