J.J Rousseau’nun, “ilk çitin çekilmesi” tezi | İbrahim Uysal
Bilgi Toplumunda mı Yaşıyoruz?
J.J Rousseau’nun, Toplum Sözleşmesi yapıtında söz ettiği gibi insanlık ve toplumların tarihlerine bakacak olursak, insanların ve toplumların yaşadığı tarihi süreçleri görürüz.
Bu çağlar öncesinden başlayıp ve günümüze kadar süren bir süreçtir.
Doğadaki bütün canlılar gibi “İnsan” denilen canlı birden fazla türünün olduğu bir yaratık idi.
Bu gün yaşayan türümüz, diğerlerini yok ettiği için biz insanlar bu dünyaya egemen olduk.
Bir çok bilim insanı, “dünyanın ve doğanın gördüğü en korkunç canavar, insandır” der!
İşin bu tarafını “es geçip” insanın yaşadığı, geçirdiği toplumsal evrim sürecine bakalım.
Doğada, o geniş alanlarında hoyratça yaşarken, sayılarının artması, beslenme alanlarının daralması ile insanın, yaşadığı çevreden ilk göç serüveni başlar.
Bunu zamanla hem yaşadığı ortamın dış etmenleri hem de kendi türünün başka bireyleri ile paylaşılacak kadar çok şeyi kalmadığında, savaşmak, çatışmak zorunda kalması sebebiyle birilerinin bir bölgeye hakim olması, birilerinin de yaşanılan o bölgeyi terk etmesi ile başlayan süreçtir.
Bu belki de, J.J Rousseau’nun, Toplum Sözleşmesi yapıtında söz ettiği, “ilk çitin çekilmesi” ile diye tanımladığı sürecin başlangıcıdır.
İlk çitin çekilmesi, insanın, diğer insanlara sınır koyması demektir.
Bütün bunlar zamanla gelişecek ve oluşacak olan “Devlet” kavram ve sürecinin de başlangıcı olacaktır.
İşte toplumları değerlendirirken, bu ilk çitin çekilmesi sürecinden başlayarak değerlendirmek, belki de en doğru süreçtir.
Buradan başlarsak, toplumlar “Tarım, Sanayi ve Bilgi Toplumu” süreçlerini yaşayarak bugüne gelmişlerdir.
Tarım toplumu süreci, insanın doğal yaşamı için gereken ekim, biçim ve üretim süreçlerini yaşamış iken, sanayi toplumu süreci ile konu biraz daha uzak ve öteki insanları da ilgilendiren boyuta taşınmıştır. Daha fazla üretim ve ticaret süreci başlamıştır, bu sürece de “Sanayi Toplumu” süreci diyoruz.
Özellikle 1980’lerden sonra internet ve bilgisayar teknolojilerinde gelişmeler ile birlikte, toplum kendini birden Bilgi/ Bilişim Toplumu” içinde bulmuştur.
1990’lar ile birlikte, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de topluma bilgi /bilişim toplumu denirken, çağa, “Bilgi/ Bilişim Çağı” denilmeye başlanmıştır.
O yıllar çalıştığı Bakanlık, her yılın özelliğine bağlı bir “yıl” tanımı yapar ve tüm yurtta ve dış temsilciliklerde kutlardı.
Bu kutlamalardan birisi, “Bilgi Toplumu” ve “Bilişim Çağı” etkinlikleri olup, temel temalardan birisi de “İNSAN OKUR!..” idi.
Daha önceleri yüzlerce, hatta binlerce yıl süren çağlar, son 30, 40 yıldır yıldırım hızı ile değişiyor, dönüşüyor ve gelişiyor.
2000 yılına girince de çağ, “Milenyum Çağı” oluverdi.
İnternet’in her şeye sınırsız ulaşım sağlaması, bunun yanında bilgisayar teknolojilerinde de gelişmelere yol vermişti. 2000’ler, Milenyum çağında da cep telefonları aracılığı ile bilgiye ulaşım ve kişisel işlemler, kişilerin ceplerine kadar girmiş, hatta ellerinden düşmez hale gelmişti.
Buraya kadar her şey, kendi mecrasında olağan işledi.
Olağan olmayan şeyler kişilerin sağlıklı ve doğru bilgilendirilmesini engelleyen sistemler ve doğru olmayan bilgi kaynaklarının daha yaygın kullanılmaya başlanması oldu.
Dezenformasyon, bilgi kirliliği ile hangi bilgi doğru, hangisi yanlış? gibi sorular çokça sorulur oldu.
Bilgiye ulaşım kişiseldir. Böyle olunca bilginin doğruluğu ya da yanlışlığının anlaşılması da yine kişi ve kişilerin anlayış biçimine, bakış açısına bağlı.
Sağlıklı, doğru bilginin ne olduğunu öğrenmek, bilgi edinmek ise öğretici sürecin ve kaynakların sağlıklı olmasına bağlıdır.
Özellikle “sanal ortam” denilen, bilgi dâhil şey şeyin uluorta paylaşıldığı ortamda, kişilerin ve toplumun sağlıklı, doğru bilgilendirilmesi gerekli olsa da dezenformasyon alabildiğine sürmekte…
Burada görev, en başra devlete düşmektedir.
Şu soru sorulabilir, devlet, herkes için böyle bir şeyi nasıl yapsın?
Devlet, herkesin elindeki, masasındaki, bilgisayar, tablet, telefon gibi aletlere ve sınırsız kaynak kullanan internete nasıl yetişsin.
Doğrudur, bunu yapacak olan devlet değil, kişilerdir.
Peki, burada devlete düşen görev, kişilerin ulaşacağı ağları ve kanalları denetlemek, temizlemek midir? Yoksa devlete düşen görev, sağlıklı ve güvenilir bir eğitim politikası ile eğitilen bireyler yetiştirip, sağlıklı ve güvenli bir toplum yaratmak mıdır?
Özellikle son 10, 15 yıldır çığırından çıkmış bulunan eğitim politikaları, kişileri ve toplumu zehirleyip yok edecek doza doğru koşar adım yol almaktadır.
Bir Maden kazasında bile tüm dünyada bu süreçlerin nasıl değerlendirildiği bilinirken, bunun siyasi amaçlı bir dini söyleme dönüştürülmesi, din ve inanç açısından bile, hem insani, hem de toplumu geri dönülmez bir yola sokacaktır.
Sanayi toplumunun Kapitalist üretim aşamasını geçtiği, bunun da emperyalist bir üst aşamasında yol aldığı bilinmektedir.
Emperyalizm de sömürü demek olduğuna göre devletler tercihlerini yurttaşlarından yana; Yurttaşları da kendi tercihlerini başta kendileri ile birlikte ortak paydaları olan insanlar ve insanlık için kullanmalıdır.
Yoksa, Bilgi Çağı, Bilgi Toplumu olmak, bir hamasetten öteye geçemez!..