Bir zamanlar vadide inek güden bir çocuğun yolu ne ilginçtir ki Stockholm şehir binasına düşmüştür!
Burada da çoğu zaman olduğu gibi, kendime dışarıdan bakıyorum.
O zamanlar annemin onayı dışında hazırlık okuluna gitmiştim. O benim köyde terzilik yapmamı istiyordu. Şehre taşınırsam, yozlaşacağımı biliyordu. Yozlaştım da… Kitap okumaya başladım. Köy bana bir insanın doğup, evlendiği ve öldüğü bir yer gibi görünmeye başladı. Köydeki herkes eski bir zamana ait gibiydi, sanki yaşlı doğmuşlardı. Eğer genç kalmak istiyorsam er ya da geç şehri de terk etmem gerektiğini düşündüm. Köyde herkes devlet tarafından sindirilmişti ama birbirlerine karşı da, kendi kendilerini yok etme noktasına varacak kadar, saplantılı bir biçimde kontrolcüydüler. Aynı korkaklık ve kontrolcülük şehirde de vardı. İnsanların özel hayatlarında benimsediği kendi kendilerini yok etme boyutundaki korkaklık ve bireyi yok eden devlet kontrolü. Diktatörlük zamanındaki gündelik yaşam, en kısa bu şekilde anlatılabilir sanırım.
Neyse ki şehirde arkadaşlar edindim. Bunlara Aktionsgruppe Banat’taki genç yazarlar da dâhildi. Onlar olmadan, ne bir kitap okuyabilirdim, ne de yazabilirdim. Daha da önemlisi, bu arkadaşlar benim için olmazsa olmazlardı. Onlar olmasaydı, bu baskıya karşı koyamayabilirdim. Bugün, bazıları mezarda olan ve Romanya gizli servisinin vicdanına havale ettiğim bu arkadaşları düşünüyorum.
Birçok insanın yıkıldığını gördüm. Ben de yıkımın kıyısındaydım ancak bu gerçekleşmeden hemen önce Romanya’dan ayrılmayı başarabildim. Çok şanslıydım ve bunu hak etmiyordum. Zaten şans hak edilen bir şey değildir. Belki mutluluk paylaşılabilir ama maalesef, şans paylaşılamaz. Şu an Stockholm’de kendime dışarıdan bakarken, kendimi yeniden çok şanslı buluyorum. Çünkü bu ödül, o yıkıcı baskıyı yaşayanlara, yaşadıklarını hatırlattığı gibi, Tanrıya çok şükür ki, bunu yaşamamış olanlara da baskıyı hep akıllarında tutmaları konusunda yardımcı oluyor. Zira günümüze kadar çeşit çeşit diktatörlükler gördük. Bazı diktatörlükler tıpkı İran’daki gibi, hâlâ sürüyor ve bize korku salıyor. Rusya ve Çin gibileri ise, ekonomilerini liberalleştirerek saygınlık pelerini giyiyor ancak insan hakları konusu hâlâ Stalinizm ya da Maoizm etkisi altında kalıyor. Bir de Doğu Avrupa’daki yarı demokrasiler var. 1989 yılından beri bu saygınlık pelerinini o kadar sık giyip çıkardılar ki, pelerin artık paramparça halde.
Edebiyat tüm bunları değiştiremez. Ancak geriye dönüp bakıldığında anlaşılıyor ki, edebiyat, değerler yoldan çıktığında bize içimizde ve etrafımızda neler olduğunu gösteren bir gerçeklik yaratmak için dili kullanabiliyor.
Edebiyat herkesle tek tek konuşur. O beynimizin içindeki özel mülkiyetimizdir. Hiçbir şey bizimle bir kitap kadar kuvvetli bir şekilde konuşamaz. Ve bir kitap düşündüklerimiz ve hissettiklerimiz dışında bizden hiçbir şey beklemez.
- Kaynak: Herta Müller Nobel Edebiyat Ödülünü 2009 Yılında Almıştır.
- Herta Müller’in ödülü alırken yaptığı konuşmayı kendi sesinden buradan dinleyebilirsiniz.