Haftanın Kitabı | Yurdunu Kaybeden Adam | Cengiz Dağcı
1920’de Kırım’da Yalta şehri yakınlarında doğdu. Büyüme yıllan, Rusya’da komünist rejimin yerleşmek için, özellikle Rus asıllı olmayanlara çok katı davrandığı dönemlere rastlar. Bu yüzden – bir Türk ve Müslüman olarak – ağır baskılar altında öğrenim yapmaya çalıştı. İlk ve orta öğrenimini, şimdiki adı Simferopol olan, Akmescit’te yaptı. Kırım Pedogoji Enstitüsü’nde okurken, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine, askere alındı. Yedek subay olarak Rus – Alman savaşına katıldı. 1941 yılında Alınanlara esir düştü. Beş yıl kadar devam eden bu süre içinde, çok ıstıraplı bir hayat yaşadı.
Cengiz Dağcı, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, artık tamamıyla Türk unsurlarından koparılmış bulunan Kırım’a dönemedi. İngiltere’ye gitti. Bir ara Türkiye’ye gelip yerleşmesi söz Ana Teması olduysa da, bazı sebeplerle, bu gerçekleşmedi. Bugün Londra’da yaşamakta ve hayatını ticaretle kazanmaktadır.
Cengiz Dağcı’nın romancılığı, milleti ve memleketi Ana Temasında şahit olduğu ve bir kısmının bizzat içinde yaşadığı şartların bir sonucu olarak başlamıştır. Hemen bütün romanlarında Kırım Türklerinin ve İkinci Dünya Savaşı’nın trajedileri göze çarpar. Anı, hikâye, sohbet çeşidinden eserleri de bulunmakla birlikte, kendisinin edebi kişiliğini temsil eden ürünleri, kitabın sonunda verilmiş olan romanlarıdır.
(Yurdunu Kaybeden Adam, yazarın kendi başından geçenlerin roman haline dönüştürüldüğü bir eserdir. Yurdunu kurtarmak isterken, onun bütün bütün elinden gittiğini gören Kırımlı bir subayın başından geçenleri dile getirmektedir. Parça romanın son bölümüdür.)
Romanın Özeti
Sadık Turan, (aslında bu kişi yazarın kendisidir) İkinci dünya Savaşı’nda, Rusların çeşitli Türk boylarından kurdukları bir birlikle beraber, Almanlarla çarpışırken onlara esir düşmüş bir yedek subaydır. Bir süre sonra Almanlar, esir ettikleri Türklerden kurulu bir birliği Ruslara karşı savaşa gönderirler. Bu kısmı (Yurdunu Kaybeden Adam)’ın birinci bölümü olan (Korkunç Yıllar)’da hikâye eden yazar, ikinci ciltte de olayların akışını anlatır:
1942 yılının ilkbaharıdır. Rusya’dan alınmış Türk asıllı esirlerden bir Türk Lejyonu kurulmuş ve bu lejyon Alman ordusunun kadrosu içine alınmıştır. Türk asıllı esirler, bu yeni ve değişik askerlik görevini büyük bir istekle kabullenirler. Çünkü 1932 den bu yana Rusya’da artık kendilerine insan muamelesi edilmemekte, en azından ikinci, üçüncü sınıf vatandaş gibi görülmektedirler. Sahip bulundukları her şeyleri ellerinden alınmıştır. Kendi topraklarında sürgün gibi dolaşmaktadırlar. Eğer Almanlar başarıya ulaşacak olurlarsa onlar da – öteki bütün soydaşları ile birlikte -yurtlarına, topraklarına ve onurlarına yeniden sahip olacaklardır.
Sadık Turan, bu Türkistan lejyonunda bölük komutanıdır. Savaş alanına gitmeden önce birliğiyle iki aylık bir eğitim dönemi geçirmiştir. Cepheye gitmeden önce kendisine, Kırım’daki doğduğu köye gidip gelmesi için kısa bir izin verilmiştir.
Sadık Turan, doğduğu köye gelir. Annesini babasını ziyaret eder. Onu, yıllarca önce Almanlarla savaşırken öldü diye bilen anne – baba ve köylülerin sevinç ve şaşkınlıkları büyüktür. Kırım’ın bu köşesinde Rus emperyalizmi gibi Alman emperyalizmimin de izleri göze çarpmaktadır. Ne var ki başarıya ulaştıktan sonra her iki emperyalizmden de kurtulmak ümidi genç subayı teselli etmektedir. Bu ümit içinde birliğine döner.
Türkistan Lejyonu’nu teşkil eden Türk asker ve subayları, Alman ordusuyla birlikte, doğu cephesine gönderilir. Fakat Almanlar Türklere karşı ilk günlerdeki davranışlarını değiştirmişlerdir. Onlara karşı katı ve kabadırlar. Bu durum onlarda oldukça büyük bir moral çöküntüsü yaratır. Öte yandan Alman kuvvetleri de Ruslara yenilmek üzeredirler. Nitekim Stalingrad’da büyük bir bozguna uğrayıp geri çekilirler. Ruslar, çekilen Alman ordusunun peşinde Varşova kapılarına kadar dayanmışlardır. Bu çekilen ordu içinde görevli bulunan Sadık Turan, çatışmalardan birinde yaralanır. Hastanede kendisine bakan Marya adlı Polonyalı bir kızla anlaşır. Kız kendisini sevmektedir. Onun yardımı ile batıya doğru çekilen Polonya çetelerine katılır. Dile tarife sığmaz eziyetli günler aylar geçirirler. Amerikalıların yaptıkları bir uçak bombardımanında Marya ağır bir yara alıp ölür. Sadık Turan, her bakımdan yalnız kalmış olarak, İtalya’ya ulaşır. Artık özgürdür. Açıcak sevdiği kadını ve ondan çok daha acısı, yurdunu kaybetmiştir.
YURDUNU ARAYAN ADAM
-ALINTI
(Amerikan bombardımanında Marya, aldığı ağır yaraların etkisiyle, ölmüştür. Sadık Turan artık dünyada yapayalnızdır.)
“… Marya’yı içerde gözleri kapatılmış buldum. Sabaha kadar mum ışığında oturup Maıya’nın yüzünü seyrettim. O gece yalnızlık duymuyordum. Marya henüz benimle beraberdi, konuşmuyordu, bakmıyordu, duymuyordu, ama yanımdaydı. Uyuyordu. Dünyanın bu karanlık köşesinde, hayattan uzak, Marya’nın cansız bir güzelliğe bürünmüş, ebedi sükûna kavuşmuş yüzüne bakıyordum.
Karanlıklar dağıldı, etraf ağardı, dağlar uykudan uyandı. Dünya için yeni bir hayat başlıyordu. Dağların yamacındaki köyün, evlerin saçaklarında, selvilerin tepelerinde, kilisenin çan kulesinde, beyaz güvercinler gibi harbin sonunu gösteren küçük beyaz bayraklar asılıydı. Evet, artık harbin sonuydu. Dünya harpsiz, kansız, ateşsiz ve ıztırapsız bir hayata başlarken ben, karanlıklara giriyordum.
O sabah, Mayıs ayının yedinci günüydü. însbruck’ta Marya’nın sigarayla değiştiği işçi tulumunu giydim, barakadan çıktım.
İnn’in kıyısında bir mezar kazdım. İçini küçük taşlar, yapraklar, otlarla döşedim. Tahtalardan bir de haç yaptıktan sonra barakaya döndüm. Marya’yı son defa kucağıma alıp mezarına götürdüm, yatırdım. Benim hayatım da, yirmi yedi yıllık hayatım da burada sona eriyordu. Bütün bu hayattan, mezarın içindeki Marya ve ayaklarımın dibindeki Alman üniforması kalmıştı. Beni bekleyen, bundan sonra başlayacak hayata ne Marya’yı, ne de o üniformayı götürebilecektim. O korkunç hayatta üniformasız, Marya’sız, tek başıma olacaktım.
Marya’nın mezarı başında son defa diz çöktüm. Son kalan gözyaşlarımla ağladım. Sonra ayağa kalktım. Ünüformamı alıp İnn’in köpüklü sularına attım. Dalgaların üstünde çalkana çalkana giden yeşil üniformamı gözlerimle takip ettim. Artık görünmez olunca, onun hayatımda tuttuğu yeri, kuvvetini daha iyi anladım. Marya kadar o üniforma da beni hayata bağlayan bağlardan biriydi. Sanki o bağ da çözülüyordu. O üniformayla birlikte, beni şimdiye kadar ayakta tutan ümitler de İnn’in sularına karışmış gidiyordu.
Üniformam yoktu. Marya yoktu, Türkistan’nın, Kafkasya’nın, İdil – Ural’ım, Kırım’ım, artık benim için yoktu. Uğrunda savaştığım, yıllarca savaştığım her şey benden ayrılıyordu. İçim bomboş kalıyordu.
Dünya ansızın karardı, her şey sanki birdenbire yıkıldı, çöktü. Kaçmaya başladım. İnn’in kesilmek bilmeyen korkunç sesi kulaklarımdan, içimden gitmiyordu. Dağlar üzerime devrilecek gibiydi. Bu Marya’sız, üniformasız, ümitsiz dünyadan kaçıyordum. Nereye bilmiyorum! İçimde azmış, kudurmuş, söz geçiremediğim bir acı, beni dağdan dağa koşturuyordu.
Üç gün, üç gece dağlarda başıboş dolaştım. Dördüncü günün sabahı, çalılar arasında bir şose gördüm. Şosede askerler, kamyonlar, tanklar vardı. Yavaş yavaş, gizlice yaklaşarak, kendimi göstermeden askerlere baktım. Amerikan askerleriydi. Önce gidip teslim olmak istedim. Sonra birden korku içinde geriledim. Gene dağlara kaçtım.
Dereler içinde, bayırlarda, İnn’in korkunç gürültüsünden uzaklarda dolanıyordum. Korku içinde, geceleri çalılıklar arasına girip uyuyordum. Bazen İnn kıyılarına gidip yere yüzükoyun yatarak, kimse görmesin diye sağıma, soluma, arkama bakarak ırmaktan su içiyor; sonra gene çalılıklar arasında gizlenerek şoseyi seyrediyordum.
Amerikan askerleri gitmiştiler. Şose boş ve sessizdi. Bir gün sabahleyin ırmağın yalısına gittim. Elli metre kadar uzaktan bir kamyon gördüm. Kamyonun yanında beş askerle iki sivil vardı. İki asker şosede yere uzanmış, yeni tekerlekler takıyordular. Biraz sonra bu askerler, ellerinde teneke kutulan su almak için ırmağa doğru yürüdüler. Çalıların içinde, kalbim boğazımda atıyordu. Çalılığın etrafı açıklıktı. Çalıların içinden çıkacak olursam askerler beni muhakkak göreceklerdi. Nefesimi tutarak bekledim. İki asker nehirden su aldılar. Biraz sonra şosedeki askerler, su kenarındaki arkadaşlarına bağırmaya başladılar. İnn’in çağıltısına karışan bu seseler Lehçe’ydi. Marya’nın ruhu mu bir an göğsüme doldu bilmiyorum. Dağlarda fazla yaşayamayacağımı, gidip korktuğum hayata teslim olmanın lüzumunu duydum. Evet, askerler Lehçe, Maıya’nın diliyle konuşuyorlar ve içimde, acılarımın arasında, Marya’nın mukaddes azabını uyandırıyorlardı.
Çalılıklardan çıkıp o askerlerin yarıma gitmek istedim. Ama ya askerler Alman subayı olduğumu anlarlarsa?. Ya beni öldürürlerse?. Ya Ruslara teslim ederlerse?. Bunları düşünüyordum, fakat içimdeki Marya beni yaşatacak kuvveti de veriyordu bana. Teneke kutularına su dolduran iki asker, arkadaşlarına doğru yürüdüler. Kamyon gınldadı. Egzos borusundan duman püskürdü. Yavaş yavaş kalktı. İşte tam o anda bütün vücudum titremeye başladı. Nasıl oldu bilmiyorum birden çalıların arasından fırladım, şoseye koştum. Benden uzaklaşan komyona ellerimi kaldırdım. Çok geçmeden kamyon durdu; arkadaki askerler de bana elleriyle işaret ettiler. Artık kaçamıyordum. Birkaç asker kamyondan atlayıp bana doğru yürüdü. Ben de yavaş yavaş onlara doğru ilerledim. İçlerinden biri öne çıkarak bağırdı:
– Polonyalı mısın?
Evet, yerine başımı salladım.
– Haydi, atla kamyona. İtalya’ya mı gidiyorsun?
– Evet.
– Ala; General Andres’in kuvvetlerine bir asker daha katılıyor demek. Haydi, çabuk ol! İnnsbruck’tan mı geliyorsun?
– Evet.
– Uzun yol. Hududu tek başına geçmeye çalışıyordun demek! Bravo!. İyi asker olursun sen!
Kamyona bindik. Kamyonda öteki askerler benimle konuşacaklar, bana sual soracaklar diye ödüm kopuyordu. Fakat bereket versin, şosede benimle ilk konuşan asker konuşuyordu hep. Sorduğu suallerin çoğuna da benim yerime kendisi cevap veriyordu.
Geceydi. Kamyon dik bir dağ yolunu tırmanıyordu. Askerler uyuyorlardı. Yanlındakilerden konuşkan asker hem yiyor, hem laf yetiştiriyordu.
– Sen harb zamanı İnnsbruck’ta ne yapıyorsun dostum? Esir miydin, yoksa işçi mi?
– İşçiydim.
– Ne zaman çıktın İnnsbruck’tan?
– Üç gün oluyor.
– Nerede doyurdun kamını?
– Doyuramadım.
– Aç mısın?
Elbette açım. Üç gün yemek yemeyen insanın kamı tok mu olur?
Ekmek parçasının arasına biraz sucuk koyarak elime sıkıştırdı.
Neden bilmem, Uman esir kampında 2 numaralı barakadayken esirlerin arasında, karanlıkta elime ekmek sıkıştıran Azerbeycanlıyı hatırladım. İçimde esirlik günlerimin hatıraları canlandı. Ekmeği yerken Kirovograd – Uman yolu esir kamplarında olduğu gibi ekmeğimi yiyordum. Fakat şimdi kimin esiri olduğumu bilmiyordum.
Gece yansı kamyon Brenner’de durdu. İngiliz üniforması giymiş Polonyalı askeri polisler, kamyonun etrafını sardılar. Kamyonda kaç kişi olduğunu, hepsinin asker olup olmadığını soruyorlardı. Çavuş, askerlerin arasında üç sivil bulunduğunu ve General Andres’in ordusuna gönüllü gittiklerini söyledi. Hemen hareket ettik.
Ertesi gün öğleüstü Verona’ya vardık. Şehir içinde askerlerin kaldığı bir binanın önünde durduk. Askerler kamyondan sıçradılar binaya girdiler. İki sivil de askerlerle gittiler. Kamyonda ben yalnız kaldım. Geçen akşam bana ekmek veren asker, binaya girmeden döndü, kamyona geldi:
– Haydi, atla bakayım.
– Geldik mi?
– Hayır, burada öğle yemeği yiyeceğiz. Daha yolumuz var… Üniformanızı Ankona’da giyeceksiniz. Kumandanlık orada.
– Ne üniforması?
– Ne üniforması olacak!. İngiliz üniforması elbet. Rus üniforması mı sandıydın? İngiliz üniforması ama
Polonya için. Polonya uğrunda savaş sona ermedi. Ruslar Polonya’dan çıkmadıkça biz silahlarımızı bırakmayacağız. Haydi, atla kamyondan!.
– Bir dakika… Geliyorum… Ayakkabımı bağlayayım
da!…
Asker binaya girdi. Ben kamyondan atladım. Sokak oldukça kalabalıktı. Demin benimle konuşan asker bir hatıramı canlandırmıştı. Binaya varmadan durdum ve 1942 yılının Mayıs ayı, Legyonova’da söylediğimiz cümleyi yavaşça kendi kendime tekrarladım:
– Alman üniformasıyla Türkistan için…
Gene birden titredim. Döndüm: yanımdan akıp giden sivil ahaliye karışarak kamyondan ve askerin girdiği binadan uzaklaştım…
Bitti. Esirlik yıllan bitti artık. Ömrümde ilk defa hür hissediyorum kendimi, hür insanların yaşadıklarıtopraklardayım. Ölüm korkusu, işkence korkusu bıraktı yakamı.
Yıllarca peşinde koştuğum hürriyete kavuştum. Ama içim neden kapalı? Kendimi bildiğim anda kaybettiğim yaşama sevincine niçin kavuşamadım yeniden?
Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir mânâsı kalmadığını şimdi anlıyorum. İçinde doğduğum, gülüp oynadığım yerlerde benim dilim konuşulmuyor artık. Bir zamanlar o topraklarda dilimi konuşan insanların ne olduklarını da bilmiyorum.
Son fırtına, ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak; boşlukta yolunu şaşırmış, ümitsiz ve şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru yalpa vurup duruyoruz.”
Kaynak: TÜRK ROMANLARI, Ş.KUTLU