Ferit Edgü ve Hakkari’de Bir Mevsim’de ki Misyonerlik İzleri | Canan Aktaş
Ferid Edgü ‘nün Yedeksubay öğretmen olarak 1964 ‘de gittiği Hakkâri’nin denizden yüksekliği 1720 metredir.Tarihte Hakkâri, kurulan birçok devletin arasında siyasi ve kültürel olarak bir adacık durumundadır ve 19.yüzyılın sonuna kadar otonom bir karaktere sahiptir. Hakkari;Ezidilik , Nasturilik ve Keldanilik gibi inançların yanı sıra, bölgedeki medreselerin merkezi etkiden uzak olması sebebiyle Heterodoks sayılabilecek İslam mezheplerinin de yeşerdiği bir mekan olabilmiştir. Bölgede 11. Yy’dan bu yana yaşayan Ezidilik inancı ve Kürt Ezidiler 1400’lü yıllardan sonra İslami akımların etkisi ile azalmış,Yahudi nüfusun bir çoğu zaman içinde göçertilmiştir.Ezidiliğin Türkiye’de sadece 500 civarında mensubu kaldığı ve bölgedeki Ezidilerin çoğunun gördükleri baskılar sonucu Irak, İran, Ermenistan, Suriye, Sibirya ve Avrupa ülkelerine göç ettikleri biliniyor.
F. Edgü kitabın başlarında yarattığı Süryani kitapçı karakteri, dışarıdan oryantalist bakışla bakan ve yukarıdan binme dayatmacı kültürle gelen her yabancının, önce içine düştüğü kültürü öğrenmesi gerektiğini, çok okuyan ve bilen bir karakter olan öğretmen karakterine kitap seçerek ve öğretmene içine düştüğü kültürü öğrenme yollarını kendi yordamıyla anlatır şu cümlelerle.
“İnsanlar kendi düşüncelerine yakın kitap seçer dost seçer gibi .“
“Ömründe deniz yüzü görmemiş benim gibi bir ihtiyar için, itiraf etmeliyim ki pek bir şey ifade etmiyor bu harita.”
Süryani kitapçıya söylettiği bu lafın bilmediği bir coğrafyada o kültürü anlamak için kendi kültürünü ve dilini yerel halka götürdüğünde değişeceği düşüncesinden uzaklaşıp bu coğrafyadaki insanları kendi doğasında ve kültüründe anlamak ve anlatmak gerektiğini vurgulatır.
Bilindiği gibi misyonerler bir çok yerli halka Hıristiyan öğretiler ve kültürü öğretilmeye çalışılırken İncil’in çevirilerinde onların diline ve yaşadığı coğrafyaya uygun çeviriler yaptırılmıştır. Mesela kuzey kutbuna giden misyonerler İsa’nın koyunları yerine foklarından bahsettiklerini ,çünkü doğasında hiç koyun görmeyen bu insanların düşünsel olarak kafalarında bunu oturtamayacaklarını okumuştum bir metinde.
Ferit Edgü ‘de bu gittiği bölgedeki insanlara başka bir dil ve okuma öğretmek isteniyorsa önce o bölgenin simgeleri ve dilini öğrenmesi gerektiği düşüncesi belirgin bir biçimde Süryani kitapçı karakterinin anlatımında vardır.
Yüzyıllardır süren kültürün değişimi öyle dışardan sana medeniyet getirdik düşüncesiyle olmaz, bir de bunu istiyorlar mı bu insanlar vurgusu belirgin bir biçimde vardır kitapta.
“Elinde tunçtan bir insan eli duruyordu, üstüne eski yazıyla bazı harfler ve sayılar kazınmıştı. Ensemden, bu bir mühürdür bir tılsım mührü, diyen ihtiyarın sesini duydum eski yazıyı da bilmiyor olmalısınız değil mi? Bilseydiniz de bir şey değişmezdi çünkü bunlar birer simgedir .Yok hayır hayır, eski yazıyı bilseydiniz size bu işaretleri açıp de bir el yazması kitabım vardı onu verebilirdim. Köyde bir tılsım mührünü çözmek için hoşça vakit geçirdiniz.”
Dili sade ve temiz olmasına rağmen Kafka’nın Şato’sunu andıran imgelerle ve olay silsilesi ve insan zenginliği bu kitapta göze çarpar. Kendi yaptığı bir söyleşi ‘de Hakkari’ye gitme sürecini anlatırken aslında kendi kullandığı dil de belki farkında olmadan dayatmacı misyoner diyebileceğimiz dildir. Paris-İstanbul – Hakkâri’ye gitme sürecini anlatırken ilk gördüğü şeyin Sümbül dağları ve yıkık bir kilise olduğunu söyler.
On beş gün kaldığı kentte yaşayanları “yerliler “diye niteler. Hiçte bilmediği bu kentte mutluluk hissettiğini söyler, ama devletin “orda bir köy var uzakta“mantığıyla götürdüğü tek hizmetin milli eğitim ve jandarma olduğunu da vurgular. Bunu kitapta da hissettirir. Hatta bu baskıcı ve kontrolcü devlet, onun mektuplarını bile açıp okur ve devletin temsili göstergesi olan bu kurumların kitaptaki isimleri büyük harflerle yazılarak bir tür ironi yapılır.
Köye kendisini götüren attan bahsederken:
“Haritasını biliyor gittiği yolun.
At götürüyor bizi, at buluyor yolumuzu.
At buralı, biz değiliz.” der.
Kolombiyalı Kagui yerlilerinin bu gün bile köylerinin yolunu yaptırmak istemedikleri ve yabancıları özel izinle köylerine aldıkları biliniyor. Dünyada birçok yerel halk kendi kültürlerinin bozulmasını ve dışarıdan müdahaleleri istemiyor.
Cumhuriyet sonrası yapılan bu müdahaleler bölgedeki o naifliği ve ulaşılmazlığı bozmuş orada yaratılan ortak kültürün yavaş yavaş dağılıp dönüşmesine neden olmuştur.
Ezidi inancına göre gömülen bebeği gördükten sonra kendini bulmaktan bahsedecek kadar etkilendiği bu olayı hiç bir deneyimiyle bağdaştıramaz güneşe karşı okunan dualarla uğurladıkları bebeğin cenazesini.
“Duymadım, duyduklarımı da anlamadığım sözcükler tören kısa sürdü. Güneş tepenin doruğunda yükselmişti. Al bir ışıklı üstümüze düşen. Ölen yavruyu kutsayan gözlerimi güneşten ayıramadım. Zeydan kolumdan tuttu “hadi gidelim.” Ben değil, adımlarım izledi onların adımlarını. Köye doğru inerken yavaş yavaş kendimi buldum.”
Yüzyıllardı var olan bir inancın süzgecinden geçmiş yaşam felsefesiyle yüzleşir.
Kitapta, çocuklara verdiği ilk derste ortak bir dil ve iletişim kurma amacıyla çocuklara bildiği kelimeleri yazdırtan öğretmen, çocukların genelde doğasında ve yaşamında kullanacakları kelimeleri öğrenmiş olduklarını, fazlasına ihtiyaç duymadıklarını görmüştür. Bu kelimelerden bazıları dağ, kurt, gök, kardeş, türkü, doktor, kuş, ekin vs.dir.
Batılı misyonerler, ilk gittikleri yerleri ve halkı resimlemiş ,fotoğraflamıştır. Sevgili mektuplarında istenilen bu tarz fotoğraflama öğretmen karakterini kızdırır. Çünkü acıma ve “medeniyet “gözüyle bakılan bu fotoğraflar onların yüzlerce yıllık kültürünü anlatamaz.Onların doğasını ,yaşamını, ekonomik koşullarını, yaşamsal dillerini, hayat felsefelerini anlayamadığın bir dünyayı yorumlarken, üstten bakan değerlendirmeleri öğretmeni kızdırır. Çünkü o artık o dünyayı anlamaya başlamıştır.
Doğu Öyküleri’nden” Ne “öyküsünde,
“belki sizden değil, artık onlardan biri olduğum için.” der.
“Çocukları anlatacağına, portrelerini çek yolla yetinme ellerinin ve ayaklarının fotoğraflarını çek ve yolla. Karların üstünde şahnem sahnem yarılmış pabuçsuz, çorapsız ayaklarını fotoğraflarını çek yolla. Köpeklerin resmini çek yolla; çıplak ağaçsız dalların fotoğraflarını çek yolla; ölen bebeği kefensiz görülen bebeği mezarında çıkan, mezarından çıkar çek. “
Bu misyonerlerin yapmadığı şey değildir çünkü.
Ferit Edgü ‘de mektuptaki sevgiliye yabancılaştığı şehir hayatı ve medeniyet denilene eleştirel yaklaşarak bakar. Hatta onlara kızar .(say.80)
“Fotoğraf uygarlık demek…“
“Tüm uygarlıkların üstüne sıçtığım burada, bu uygar aygıtı al bul buluştur içine filmi yerleştir.”
“Yaşasın içine sıçtığımın uygarlıklar.
Onlar için yaşasın.”
Ferit Edgü’deki bu insani süzgeç anlamak ve anlatmanın yollarından geçmiş, artık onun değiştiğini, hatta bütün metinlerinin, kitaplarının yaşadığı o süreci anlattığını görüyoruz. Kendi içine dönmek bakmak insanı başka diye nitelendirdiklerimizden uzaklaştırmaz daha yakınlaştırır o da Pir köyünde kar yağışının değişimini izlerken konuştuğu kişiye ;
“-O zaman, kendi içimize döneceğiz hocam”(karakış – Doğu Öyküleri) dedirtir.
İlk “Kimse”yi yazmış, sonra “O “ diye adlandırdığı sonradan roman denilen, ama kendi deyimiyle bu “kitap“ birçok olağan üstü olaylara da sebep olmuş. Onun başka bir düşünsel gerçekliğin peşinden gitmesine neden olmuştur. Kapak için labirent resmi aramış, o sıralarda Abidin Dino ona habersiz bir resim göndermiş ve o resmin şaşkınlıkla bir labirent olduğunu görmüştür.
Ferit Edgü Hakkâri’de geçirdiği on ayı için şöyle der;
“Geldiğim insanla, döndüğüm insan aynı değildi.”
…
Canan Aktaş
Alıntı: Hakkâri’de Bir Mevsim
-YKY Yayınları
Teb-Ankara Koleji yazarlar buluşması
-Röportaj Youtube Doğu Öyküleri
– YKY Yayınları