Tepelerdeki Şeytan | Cesare Pavese
Çevirmen: Egemen Berköz | Can Yayınları, s.17-19
Poli denen çocuk bize bakıyordu. Şaşkın ve üzüntülü gözlerle yattığı yatağın içinden bakan hastalara benziyordu. Hiçbirimiz bu duruma düşmemiştik şimdiye kadar. Yine de, güneş yanığı teniyle otomobile yakışıyordu. Az önce attığımız naralardan utandım.
“Buradan Torino görünmüyor mu?” dedi, heyecanla ayağa kalkıp çevresine bakınarak. “Görünmesi gerek. Torino’yu görmüyor musunuz?”
Kısık, boğuk ve zayıf çıkan sesi bir yana, hemen hemen normal görünüyordu şimdi. Çevresine bakınırken Oreste’ye, “Üç gecedir buradayım,” dedi.
“Torino’nun göründüğü bir yer var. Gelmek ister misiniz? Güzel bir yer.”
Şimdi hep bir ağızdan konuşuyorduk, Oreste burnunun dibine sokulup, “Evden mi kaçtın?” diye sordu.
“Torino’da bekliyorlar beni,” dedi.
“Zengin, dayanılmaz insanlar.”
Utangaç bir çocuk gibi gülümseyerek bize baktı.
“Ne kadar iğrenç bazı insanlar, her şeyi eldivenle yapıyorlar. Çocuklarını ve milyonlarını da.” Pieretto, biraz uzaktan, kim bilir neler düşünerek bakıyordu. Beriki sigara çıkarıp herkese tuttu. Sigaralar yumuşak ve kuruydu. Yaktık.
“Beni seninle ve arkadaşlarınla birlikte görseler dalga geçerlerdi,” dedi Poli.
“O insanları ekmek beni eğlendiriyor.”
Pieretto yüksek sesle, “Her şeyle eğlenilmez,” dedi.
Poli, “Şaka yapmak hoşuma gidiyor,” dedi.
“Sizin de gitmez mi?”
“Zengin biri hakkında kötü konuşabilmek için,” dedi Pieretto, “onun yaptıklarını yapabilmek gerek. Ya da tek kuruş harcamadan yaşamak.”
Bunun üzerine Poli, yıkılmış bir yüzle, “Sahi mi?” dedi. Bunu öyle kaygılı söyledi ki Oreste gülümsemeden edemedi. Beriki hemen kollarını açıp biz de ondan yanaymışız havasıyla omzumuza attı ve çok alçak bir sesle, “Başka bir nedeni var,” dedi.
“Söyle.”
Poli kollarını indirip iç çekti. Gözlerinin derinliğinden, gururu kırılmış gibi bakıyordu bize, şimdi daha da kötü görünüyordu. “Bu gece kendimi bir Tanrı gibi duyumsuyorum,” dedi. Kimse gülmedi. Bir an sessizlik oldu, sonra Oreste’den bir öneri geldi: “Torino’yu görmeye gidelim.”
Yokuştan inip bir dönemeçteki sekiye geldik. Aşağıda Torino’nun ışıkları yansılanıyordu. Sekinin tam ucunda durduk. Poli, kolu Oreste’nin omzunda, ışık denizine baktı. Sonra sigarasını attı, hâlâ bakıyordu.
“Pekâlâ. Ne yapıyoruz?” dedi Oreste.
“İnsan ne kadar küçük,” dedi Poli. “Eğri büğrü sokaklar, avlular, bacalar. Buradan bakınca bir yıldız denizine benziyor. İnsan içinde olunca farkına bile varmıyor.”
Pieretto birkaç adım geri çekildi. Bir çalılığı sularken bağırdı: “Siz bizimle dalga geçiyorsunuz.”
Poli sakindi: “Karşıtlığı severim. Yalnızca karşıtlıklarda insan kendini daha güçlü hissediyor, bedenine üstün geldiğini düşünüyor. Düş kurmuyorum.”
“Kim kuruyor ki?” dedi Oreste. Beriki gözlerini kaldırıp gülümsedi.
“Kim mi? Herkes. O evlerde uyuyan kim varsa. Kendilerinin bir şey olduğunu sanıyorlar, düşler görüyorlar, uyanıyorlar, sevişiyorlar, ‘ben filancayım ve öteki falanca’ ve tersine…”
“Tersine ne?” dedi Pieretto yaklaşarak.
Sözü kesilen Poli, arkasını getiremedi. Lafını ararken parmaklarını çıtlattı. “Yaşamın sıkıcı olduğunu söylüyordun,” dedi Oreste.
“Biz neysek yaşam da o,” dedi Pieretto.
“Oturalım,” dedi Poli. Hiç sarhoşa benzemiyordu. O sıkıntılı gözlerinin de, ipek gömleği, el sıkışı, güzel otomobili gibi olduğuna inanmaya başladım; onun için alışılmış, ondan ayrı düşünülemeyecek şeylerdi. Öylece otların üzerine oturup biraz çene çaldık. Onlar konuşurken ben ağustosböceklerini dinliyordum. Poli, Pieretto’nun iğnelemelerine aldırmaz görünüyor, neden üç gecedir Torino’dan ve insanlardan kaçtığını açıklıyordu ona; bazı otellerden, önemli kişilerden, metreslerden söz etti. Pieretto giderek heyecanlanıp dediklerini onayladıkça, ben soğuyordum adamdan, safın biri olduğuna inanmaya başlamıştım.
—