Rûmî, “Kar tanelerinin birbirine zarar vermeden de yol almanın mümkün olduğunu” anlatırken, barış içinse kardeşçe yaşamanın hiç de zor olmadığını anlatıyor.
Yaşamı içselleştirertek anlamlandırmak imkansız değil.
Anlamlandırmak, hep birlikte var olmaktır aslında.
Yaşadığımız çağın getirdiği hastalıklardan biri, birini üzmeden sevinmenin, ötekini ezmeden, ötekileştirmeden yükselmenin imkânsızlığını öğretmekti.
Oysa barış işinde sevgiyle aynı gökle-aya bakarak yaşamak, hiç de zor olmasa gerek.
Nihan Kaya – Kar ve İnci/Ayrıntı Yayınları, s.72-75
Beyaz bir hastane odasında beyaz çarşaflar ve beyaz gecelik içinde bir kız, kızın başına ne gelmiş olduğunu çözmeye çalışan bir adam, Veda Gecesi’nin odağı ünlü bir aile, emekliye ayrılan yaşlı bir bestekâr, yalnızca bestekârın görebildiği bir çocuk, Kar isminde bir şarkı, Kar isminde bir hayalet karakter, kayıp bir gerdanlık, “Karin kim?” sorusunun peşinde bir polis/psikanalist, karlar ve inciler; hepsi bu romanda ortalığa dağılıp sonra birleşiyor.
– Perdeler sımsıkı kapalıydı. İçerisi o kadar loştu ki artık beyaz diye bir renk yoktu. Bir kadın ceplerine çakıl taşları doldurmuş kapalı bir göle giriyordu. Hayır, nehre. “Gölleri nehirler açacak” dedi adam; “Gün gelir göllerde hafifler.”
Kız “siyah bir pars olmak istiyorum” dedi; “Ürkek, tedirgin güvercinleri kimse avludan dışarı salmıyor.” Güvercinler siyah parslar gibi gizemli değiller. Papatyalar, bebe yakalar, beyaz mendiller. Bu işte kim olsa bir sabun kokusu arar.
“Kuğular zarifler, evet, ama” dedi adam; “Yaklaşıldığında basbayağı vahşiler.” “Kardan adamlar da erimek için var. Ne de olsa Eskimolar hiç kardan adam yapmazlar. Buz tutmuş göller de elbet suya dönecekler.”
– Kız tenine papatyalar giymişti. Belinde gümüş kabzalı, zarif bir silah. Biri ondan şüphelensin diye etrafa bakınıyor. Gözlerini her şeyden kaçırarak bakınıyor. Ama tedirginlik beyaz olunca kimsede şüphe uyandırmaz. Hepimizin içinde donmuş nehirler ve Rasputin var. Kız her kavşakta ölümü yeniden, yeniden yaşıyor.
– Cami avlusuyla maskeli balo arasında ne yüksek alçak duvar. Güvercinler duvarı aşmıyor, maskeleri zarif kadınların başına konmuyor. Güvercinlerin üzerinden bugün buharlı lokomotifler geçiyor. İnsan suda yüzmeyi ancak hamile kalınca öğreniyor. Akdeniz’le Karadeniz arasındaki fark kadarız hepimiz. Saunalar, seller, hortumlar..
Kız kollarını iki yana açtı ve “Bütün duvarlarım ol” dedi. Dört yandan yüksek duvarlarla çevrelenmişlerdi. Adam kızı omuzlarına aldı, ona karşıki vadiyi gösterdi. Zariyat enselerinden yukarı esmekteydi. Kız vadiyi görünce sevinçle çığlık attı, ama vadi ona henüz çok uzaktı.
“Üzülme” dedi adam, “Seni dünyanın en derin okyanusuna götüreceğim. Orada kulaklarından içeri çağıldayan rüzgârlar akacak. Orada incilerin boynu bükük olmayacak.” İnciyi duyunca kız gözyaşlarını tutamadı.
“Boynunu bükme” dedi adam; “Deniz kızları elbet Rasputin’i bulur ve avuturlar.” Ama derinleştikçe karanlıklaşıyor deniz?
“Olsun, tek bir inci bütün karanlığı aydınlatacak.”
– “Buzların suya döndüğü gibi döneceğim sana” dedi adam; “Acıların tesellilere döndüğü gibi döneceğim.”
– “Bana dönme; içinden beni duy yeter” dedi kız.
“Beni okyanusun en derin noktasında tek başıma kalmışım gibi duy. Beni yüzme bilen sadece senmişsin gibi duy. Cebimdeki çakıl taşlarının hepsini sana verdim; beni taşlarımın her birinden ve kılavuz iplerim senin elindeymiş gibi duy. Beni duymak diye bir şey yokmuş gibi duy. Beni duyduğun şey kendi kollarınmış, kendi bacaklarınmış gibi duy.”
Adam Arnavut kaldırımlı bir yolda yürüyordu ve cebinde istiridye kabukları vardı.
– Kız suyun üstünde durmasını bir türlü beceremiyordu. O da adamın karşısına geçti ve çellosunu kalbine dayadı. Kız çellosunu kalbine dayadığında bütün dünya durdu. Çellonun telleri kızın kalbinin üstünde titreştiğinde bütün dünya da kızın kalbinde titredi, titreye titreye oradan içeri eriyip gitti. Çello, dünyayı tellerinde geçirdikçe çoğaltıyordu. Çello, çoğalttığı dünyayı kızın kalbine telleriyle işliyordu. O kadar derin dikişlerle işliyordu ki kız paramparça oluyordu, sanki kalmıyordu.
– Kız ufacık tefecikti. Vücudu sanki, olmak istediği kadın olamamıştı. Çellonun ihtişamlı cüssesi yanında adeta kayboluyordu. Ama kızın zayıf kolları ve bacakları bu tuhaf, dev alete bütün güçleriyle abandılar. Kız sanki çelloya sarılmıyordu; kız sanki çelloyla kaynaşıyor, tek vücut oluyordu. Kız sanki çelloyu çalmıyordu, onu bacaklarının arasında sıkıca kavramıyordu; varlığını ona sunuyordu. Enstrüman sanki çello değil kız idi; çello kızı çalıyordu. Kız şimdi çellonun kollarında oyuncak gibiydi. O ne emrederse onu yapıyordu. Tutkunun edilgin biçimine dönüşmüştü.
– Kız çelloyu çalmaya başlamadan önce karanlık oda ölüydü. Teller canlandıkça oda da canlanmaya, serpilmeye başladı. Sonra hayat çellonun akustiğinde yankılanmaya başladı. Artmaya, artmaya, odayı odadan taşacak kadar, yok hayır, odayı kâinat genişliğinde genişletecek kadar saldırganca doldurmaya başladı. Hayat çellonun akustiğine çarpıyor, sonra ikisinin iliklerinde yankılanıyor, orada büyüyüp duruyordu.
– Kız çelloyu ilk kez duymadan önce de hüzne tanıdıktı. Coşkuyu da bilmez değildi; sadece o zamanlar henüz yaşamamıştı. Kız daha önce çok hüzünlü sesler duymuştu. Kız daha önce çok coşkulu sesler duymuştu. Ama hüzün ve coşkunun böyle çarpışabildiğine, çarpıştığında böyle kaynaşıp birbiri içinde eriyebildiğine hiç şahit olmamıştı.
– Jüri, kızı kollarında kocaman aletle gördüğünde duraksadı. “Sen minicik bir kızsın” dediler; “Bu iri aleti nasıl çalacaksın, nasıl taşıyacaksın?”
Kız sesini çıkarmadan çelloyu çalmaya başladı. O kadar istekli bir inatla çaldı ki bedeninin küçüklüğü bu ısrarın yanında kaybolup gitti.
Jüridekiler seslerini çıkaramadılar.
Adam kıza gülümseyerek baktı.
Kız çelimsiz, narin bedeniyle lahuti aletin yanında sesini çıkarmadan dikiliyordu ve adamın gözlerinde ışıklar vardı.
– Adam elini kızın elinin üstüne koydu. “Olmuyor” dedi. “O kadar tutkulu çalıyorsun ki çalamıyorsun. Biraz sakinleşmelisin.”
Sonra kızın eli tellerin üstündeyken, telleri titretmeye başladı.
Teller titreyince kızın telleri de titredi. Adamın telleri yine yavaş yavaş kızın içine işlediler.
Kız heyecanlandı, çubuğu eline aldı ve daha da iştiyakla çalmaya başladı. “Hayır” dedi adam; “Olmuyor. Kendini rahat bırakmalısın. Çelloyu dinlemiyorsun. Ona biraz izin vermelisin. Bu ne telaş böyle!”
– Kız durmuş, dalgalara bakıyordu. Göğsüne kadar suyun içindeydi. Ayakları yere basıyordu; suyun üstünde durmayı hiç becerememişti.
Kız suyun altını düşünüyordu.
Denizdeki tek kişiydi ve dünyada kalmış tek kişiydi.
Dalgalara direniyordu, dalgalara direnmek istemiyordu.
– “Öğreneceksin” dedi adam; “Herkes öğrenir. Bu kadar güzel çalan birinin iyi çalmaması imkânsız. Oraya çok yakınsın; varıp varmamak senin adımına bakıyor.”