Suriye’de bir şairin duvar yazısı…
Size bu satırları hayli zor şartlarda yazıyorum. Zor bir yazı olacak bu. Bedelini ödediğim, ödüyor olduğum ve “bu kadar şaka yeter” deyip gözlerimi kapatacağım güne kadar da ödeyeceğim bir hikaye. Bir hayal sahibi olmanın hikayesi. “Ne diyor ulan bu adam” başlıklı bu girizgahı (hayatın meddahı) sonlandırırken bir cümle daha eklemeli; ayağı kırılan atların artık işe yaramazlaştığı ve vurulduğu öğretilir hepimize, oysa bazen bazı atlar ayakları kırıldıkça daha süratli koşar. Vurulmamak için değil, koşmayı severler, o kadar.
Lise sıralarında yeni yeni şiirler yazmaya çalışırken bir gün içine aniden dehşet düşen bir çocuktum; “adım bir süre sonra yalnızca -o da parçalanacak olan- bir mezar taşında mı kalacak? Yani her şey nasıl olur da yok olur?” Bu soru bana bir hayal vermişti o gün; gördüğüm, hissettiğim ve hissetmek istediğim ne varsa kendi lisanımla anlatacaktım dünyaya. Bu garip duygumu utana sıkıla gidip edebiyat öğretmenime döktüm; omuz ve cesaretle destekledi beni. “Tamam” dedim “demek o kadar da saçmalamıyorsun.” Tek bir kelimeye indirgeyemediğim bir hayalim vardı ve taşıması zorlaşıyordu gün geçtikçe. Üstelik o lise sıralarındayken, henüz “istihdam, işsizlik, sigorta primi, maaş bordrosu, sağlık sigortası, Türk Lirası, mutfak giderleri ve dünya” gibi kelimelerle aram yoktu. Daha vahimi, ilgimi de çekmiyordu bunlar. Çünkü banknotlardaki adamların suratları hep asıktı. Banknotları olanlar da bir türlü yürekten gülemiyordu. Şairin “Gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim / nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da / gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem / ne fark eder demişim / bilmeden farkı istemişim” dizeleriyle aynı yöne yontulan bir heykele dönüşürken hayatım, hayal edinip farkı isteyen ben, burun kıvırdığım şeylerin ayakkıran birer tuzak olduğunu bilememiştim. Başka yöne koşmak isteyen bir attım sadece, kaç ayağım olduğunu bilmiyordum ve koşuyordum işte. Çünkü iyi ya da kötü, arabesk ya da şen, sağlıklı ya da mariz… Bir hayalim vardı. Ve mutluydum. Şimdi zor şartlar diyorum çünkü bu ara yine biraz ayağım kırıldı. Ve yine şairin dediği gibi “damar kesildi, kandır akacak / ama kan kesilince damardan sıcak / sımsıcak kelimeler boşandı.” Fakat, artık adına şans mı demeli, bir hikayeye denk geldim az önce. Filistinli bir ufak çocuğun hayaline.
Yer; Al Jamaleh. Adı ders kitaplarına katliamlarla yazılan Batı Şeria’nın Cenin şehrine kuzeyden bakan bir ufak tarım bölgesi. Yoksul bir aile 4. çocuğunu beklerken, annesinin bedeninde gereğinden fazla sabırsızlanan çocuk “bu kadar ciddiyet yeter” deyip dışarı atlıyor. 18 Ocak 2009 günü, 5 haftalık erken doğumla kendini hemşirenin eline başaşağı teslim eden Tareq Jawad, annesini alevden bir korku denizine bırakıyor. Anne Faten, şu sözlerle anlatıyor o doğum gününü; “Hemşire, ayaklarından tutup götürürken oğlumun bağırsakları dışarıdaydı ve bu yüzden yüzü görülmüyordu. İlk anda oğlumun bir suratı olmadığını düşündüm. Daha sonra onu ameliyata alıp bağırsaklarını incecik bir deri katmanının içine koydular. 14 hafta boyunca kuvözde kaldı ve doktor her geldiğinde Tareq’e ‘hayatta mısın?’ diye soruyordu. Yaşaması neredeyse imkansızdı, ilk üç yıl benim için çok çok zordu. Doktor bana ‘Tareq koşamaz, efor sarf edemez hatta ağlamamalı bile; yoksa ölür’ diyordu. Ama uzun süre yemek bile yiyemeyen oğlum hayatta kalmayı başardı.”
2013’te yeniden büyük bir ameliyat geçirdi Tareq. Doktor Hossam Hamdi, bu küçük çocuğun diğer insanlar gibi hareket etmesini sağlayacak bir karın duvarı yaptı ona. Artık iç organlarını tutacak bir karın boşluğu vardı ve onları koruması gereken kaslar doğru yerdeydi işte. “Yine de Tareq acı duyuyor, duyacak da. Ama büyüdükçe acısı kaybolacak” deyip ekliyordu doktor; “artık arkadaşları gibi hareket edip koşabilir. Hatta çok isterse ağlayabilir bile!” Fakat güzel Tareq başka bir şey istedi; benimki gibi büyük bir hayal. “Futbolcu olmak ve Barcelona’da oynamak istiyorum!”
Tareq’ın hayaliyle bu gece internette dolanırken tanıştım. Yalnız olmadığımı anladım tekrar; kırık ayaklarla hala koşan atların hala var olduğuna yine inandım. Filistinli Tareq’in içine doğduğu cehennemin yanında benim sancılarım ve karşılaştığım zorluklar şüphesiz gülünç kalır. Ama marazımız ortak; 1 ya da 1000, vurulmaya sebeptir kırık bir ayak. Bu yüzden Tareq ve ben, tıpkı iki dağ arası gerilen bir halatta yürüyor gibi aşağıya bakmamalıyız asla. Bakıp da “acaba kaç ayağım kaldı ve kaçının kemikleri paramparça?” dememeliyiz. “Bir hayalim var” diyen Martin Luther neden o konuşmaya “bir sorunum var” ya da “bir planım var” diye başlamadı, biliyoruz. En derin manasıyla “hayatta kalabilmek” için kendimize bir sebep arıyoruz. O sebebimiz de ne denli büyük ve uzaksa bizden, o denli hayata tutunup koşabiliyoruz imkansıza. Belki ben ve benim gibi hisseden pekçok kişinin adı bir süre sonra iş makinalarının paramparça edeceği bir mezar taşında kalacak sadece. Tareq ise Barcelona şehrini belki de yalnız fotoğraflardan görecek ve bir gün kumsalda tam gole giderken üzerine bir bomba düşecek. Ama yok, hayranı olduğu bir futbolcu gibi hayata çalım atmayı öğrenirse en azından ihtiyarladığında torunlarına anlatacak bir hayali olacak onun. Bir çocuğun, ne şartlarda olursa olsun, kurabileceği iki büyük ve masrafsız hayal vardır; futbolcu ya da şair olmak. Savaşın ortasında bile bir kalem ve bir teneke kutu mutlak bulunur. Dünya da hep biraz savaşın ortasıdır zaten.
Kaynak: OT Dergi / 12 Eylül 2014 /