Günün Kitabı | Yeni Gün | İhsan Kutlu
YIL:1998, Stockholm. ANJA (Anya okunur) – KEPÇE SAVAŞI ve TÜRKİYE’nin kuşatıldığı ŞEYTAN ÇEMBERİ…
Haklı olarak insanlar Yurtdışındaki Ekonomik Göçmenlerle POLİTİK Mültecileri Bir tutuyorlar ve TEPKİ gösteriyorlar. Politik Mültecilerin de önemli bir bölümü gerçekte EKONOMİK göçmen olup, Yurtdışında İzin alınca Politikanın P’sinden bile uzak duruyorlar.
BURADA, Politik bir Göçmenin YAZARLIĞINI ve Ayrımcılığa uğraması sonucu Psikologlara gidişini, ve sonunda en yetkin bir Psikologların Hocası olan FİN’li Anya ile sohbetlerinden kısa bir bölüm sunuyorum.
O Günün olaylarını, Balık Hafızalı grubuna giren TÜRKLER unutalı çok olmuştur; Edebiyat ve Yazı kalıcı olduğundan bunları Kayıt altına alır; elbette kendine özgü ilkelerle.
YAZMA anında bu sayfaları oluştururken ne oluyor; bunu anlatmam, yazma isteği duyanlara bir ipucu sayılabilir. İlkin kendimi tam olarak bırakıyorum, Beyin çalışıyor ve parmaklara emir vererek yazıyı oluşturuyor. Hiçbir zaman Plan yapıp yazmadım. Bu süreç tam bir YARATMA anıdır. Sonra yeniden okuduğumda, yazma sürecinde Hayatımdan kimlerin ve nasıl Yazıya sızdığını anlıyorum.
Kepçe Savaşını DÜZİÇİ Öğretmen okulunda öğretmenimiz çok esprili ve şakalarına doyamadığımız Şeker Ahmet dediğimiz, Ahmet Özdemir hocamıza borçluyum.
Metindeki AŞÇIBAŞI Ökkeş usta, okulumuzun ahçısı. (Rahmetle anıyorum). Geriye kalan yaşamıma etki eden ve o an ortaya çıkan kanlı ve önemli haberler, bunlardan çıkardığım dersler ve saptamalar.
YAZAR olarak ben; bu metinde DEĞİŞMEZ ve DEĞİŞTİRİLEMEZ gerçekleri vurgularken, Asıl RESMİ unutup Ayrıntılarla boğulan toplumu ibretle anyıorum.
En küçük hacimli Romanım budur; ancak kurgusu, üslubu ve yapısı Türk Roman sanatındaö bence, avangard denilen bir niteliktedir. Yani bir benzeri yoktur.
İlki baskısını ANJA olarak çıkarmıştım, sonra bir türlü doğru okunmadığını gördüm ve YENİ BİR GÜN adıyla yayınladım.
*
YENİ BİR GÜN (Alıntı):
Güneş, pek az güneşlediği belli olan Anja”nın parlak, ince tenini kızartmıştı sanki.. Yuvarlak pembe yüzünde, açık mavi, sanki külrengi gibi gelen güzel gözlerinde, okşayan yumuk etli ellerinde ve gülümseyerek konuşmasında bir rahatlık, kendinden emin olma, aklındaki, kafasındaki, herşeyi açıkça konuşabilme isteği sezinleniyordu. İsmet”ten gelen öneriyi kabul edip, dondurma, sucuk ve yiyecek satılan tahta barakalara doğru yürürlerken, eskisi kadar olmasa bile, etrafta epey insan vardı.
İranlıların maçı daha da kalabalıklaşmış olarak sürüyordu, kum plajda kendileri dışında hemen hiç kimse görünmüyordu.
O plaj ki, küçük çocukların rahatça suya girebilecekleri, koşup oynayabilecekleri yegane yerdi. Henüz ilk kez buraya geldiklerinde, yani yıllar önce, kendilerine hemen söylenmiş, oradan yürümemeye bile çalışmamışlardı, O”nu andı İsmet ve top oynayanları gösterdi Anja”ya.
-”Sizin Orta – Doğu bölgesinde, anladığım kadarıyla, bir çok şey bize ters. Dinle İsmet; Ben bir şey yaptım, kendim yaptım, kendim için yaptım ve sonuçlarına da katlanırım. Komşular ne diyecek, akrabalarım, arkadaşlarım, hatta toplum beğenecek mi, kınayacak mı; bu tür şeyler bizi pek az ilgilendirir. İki kere iki beş bile diyorsam, ben bunu utanmadan, kimseden çekinmeden yaparım.”
-”Ben de öyle biri olmaya çalışıyorum.”
-”Bizim Kış Savaşı serüvenimizi bilirsin. Biz, Koca Stalin’i bize saldırdığına bin pişman ettik, herkesi şaşkına çevirdik. Cesuruz, çok çok cesur! Ancak, burada top oynamaya gelince, yerlere tükürmeye, izmarit atmaya kalkarken, o an hiç kimse görmese bile, dünyanın en korkak insanı oluruz… Niçin bir başkasının sizi beğenmesini, alkışlamasını, aferim demesini…ya da ayıplamasını bu kadar önemsiyosunuz…
Ben işim gereği çok yabancıyla çalıştım, herpsini biliyorum. Adam yukarıdan verilen bir direktife göre, beline bir düzine dinamit bağlayıp, kendisiyle birlikte bir çok insanın ölümüne sebeb olabiliyor; Ancak, emri veren karşısında, öylesine korkak ki, ’Doğruysa, Sen yap!’ ya da, ’Bu eylemi yanlış buluyorum, ben yaşamak istiyorum ve ölmemeyi hayatımın en büyük amacı kabul ediyorum!’ diyemiyor. Bu puanı iyi anla…
Siz, bölgenizdeki insanlar çok kötü eğitiliyorlar, terbiye ediliyorlar. Medeni Cesaret diye hiç bir şey yok. Bunu az önce okuduğun yazın için söylüyorum. O kadar açık ki, yazdıkların; hatta yazının içeriği, doğru – yanlış olması da pek önemli değil, ama önemli olan bu şartlarda, bu durumda, ülkende bir hayvanı avlar gibi senin peşine düşülmüşken, iyi ve doğru birşeyler yapmaya kalkman, bunu yazman ve sonra da yollaman… İşte seni, şu top oynayanlardan ayıran temel çizgi!”
-”Gene de o insanlarla çok fazla benzerliğimiz ve ortak dünyamız var. Kültür ve terbiyemiz benziyor. Ne yapalım, suç onların da değil. Öyle değil mi Anja?”
Anja sanki kızmış gibi ve yüksek sesle İsmet”e tembihlercesine konuştu:
-”Utanılacak hiç bir şey yapmadın sen! Hey, kendine gel! Seni tanıdım. Senin kimseye bir borcun yok; kahrolmaya, borçluymuş gibi, mecburmuş gibi, illa da bir şeylere çaba göstermeye borçlu değilsin. Bu cesaretin, biz Finlilerin cesaretine çok benziyor…Benziyor ama, fazlası da zarar .”
Birden durdu Anja, ellerini tuttu İsmetin, uzun süre gözlerine daldı ve fısıldadı:
– “Seni seviyorum, İsmet. Bir oğlumuz olsun, yeşil gözlü. Ve O’nu ben eğitmeliyim; Neyden utanılıp, ne ile gurur duyulacağını O”na ben anlatmalıyım.”
*
-”Şimdi lütfen sen beni beni dinle. Hah, dizime yat, akşamdan uykusuz olduğun belli, gözlerini güneşe karşı yum ve beni dinle. Şimdi, burada sana zevkli bir konu anlatayım.
Roma İmparatorluğu”nun tarihe geçmiş en ilginç savaşı PİRRUS”tur. Yenen ordu, yenileni yokeder ama kendisi o hale gelir ki, kayıpları öylesine büyüktür ki, kapıları açık duran Başkent’e girmekten vazgeçip, tekrar ülkelerine döner. Bu, batı kültüründe sembol, atasözü benzeri bir söze dönüşmüştür…
Biz, Emin Oktay gibi birinin, Tarih diye yazdığı, İsveç”teki tarih kitaplarını görünce utanç duyduğum ve kahrettiğim, bir eserle büyüdük. Eğer, tarih bilgisi değil, bilinci vermeyi asıl amaç bilen Tarih kitabı okusaydık, öğrendiğimiz, hatta ezberlediğimiz, bilemediğimiz için öğretmenlerimizden dayak yiyip, zayıf aldığımız nice şeyleri hiç okumayacak; okumamız, bilmemiz gerektiği halde kaçırdığımız bilgileri ise zevkle hatırımızda tutacaktık.”
-”İsveç”te tarih pek okutulmaz, biz bunu daha fazla önemseriz, İsmet.”
– “Haçova ya da KEPÇE savaşı ise, en az Pirus gibi, yalnız bizim tarihe değil, aynı zamanda Dünya Tarihi”ne geçecek bir serüvendir. Avusturyalılarla yapılan bu savaşta, Osmanlı ordusu dağılır, kaçmaya başlar. Avusturya ordusu ise kovalar. Kaçanlar, tam geriye yani, hastahane, mutfak vs.nin bulunduğu tarafa doğru gerileyip, hatta onlardan arkaya kaçınca, mutfak, yani Ahçı ve yamak taifesi, bir anda en geri plandan cephenin en ön saflarında bulurlar kendilerini.
Anlaşılmaz biçimde dışarıya çıkan Aşcı ve yamakları, yüzlerce palabıyıklı, kocaman göbekli ve tam işbaşında olduklarından, ellerinde kesik koyun kafaları, ciğerleri, budları ve aynı zamanda sağ ellerinde satırlar, baltalar, uzun mutfak bıçakları ve kocaman, dev kepçeleriyle silahlanmış olarak düşman ordusuyla burun buruna duruverirler ve boşlukta ahşıbaşının top güllesinden daha şiddetli narası yankılanır:
-”Koman bre! Aman vermen bre! Kırın-geçirin bu kafirleri! Koyun sürüsüne dalar gibi dalın aslanlarım! Haydin yiğitlerim, Osmanlı ahçılarını tanıtııııın ! Allllllaaa-huuUUUuu Ekbeeeeeeerrr!”
Öyle bir dalarlar ki düşman ordusu saflarına, bir an duraklıyan Avusturyalılar, adamların ellerindeki, kelle ve ciğerleri, yanlış yorumlayınca, birden dehşete kapılırlar ve önlenemez bir panik çıkar.
-”Tuttuklarını, kasap gibi doğruyor, sonra kebab edip, yiyorlaaaaar! Bu barbarların eline düşmeyelim, canınızı kurtarıııın!”
Bu Almanca söz, yani Batı usulü nara, savaşın kaderini tayin eder.
Sonra? Sonrası daha ilginçtir. Her biri ters tarafa kaçan iki ordu, ortada zaferi kazanmış Mutfak taifesi ve galibi – mağlubu olmayan bir savaş! Ne yenen belli ve ne yenilen!
Osmanlı ordusunun savaşa giderken iki ileri – bir geri yürüyerek ve mehter eşliğinde söylediği marş (Gerileme döneminde Yeniçeriler bu usulu tam tersine çevirdiler; bir ileri – iki geri, biçimine dönüştürdüler) ve bu marşın sesinden, atlarını bile yerinde zaptedemiyen ve savaş henüz başlamadan, yenildiklerini kabullenen ve kaçmayı kafasına yerleştiren (Batılı tarihçilerin itirafı, bu) düşman!
-”Allah yoluna Cenk edelim, şan alalım şan!”
Marşın böyle başladığına bakıp, sırf bu iki kavram için savaş yapıldığını sanmak, safdillik olur. Bugün iyice biliyoruz ki, Haçlı Savaşları bile, Din savaşından çok daha fazla ticari, ekonomik, hatta züğürt sürülerini kırdırıp, nüfus planlaması… gibi amaçların rol oynadığı Doğu – Batı ilişkilerinin, dış politikasının silahla yürütülen biçimidir. Din”i politikaya alet etmenin, bitmeyen ve hiçbir zaman da sonu gelmeyecek olan bir tezahürüdür.
Bu marştaki sembollerin, itici, eyleme geçirici bir yanı olduğunu yadsımadan, Roma, sınırlarını niçin ve hangi gerkçelerle genişletti, bir imparatorluk ve oradan PAX- ROMANO olduysa, Osmanlı da benzerini yaptı demek pek yanlış sayılamaz; PAX – OTTOMANO. Zaten Sultan”ın yeryüzünde kendini denk saydığı tek makam Batı Roma”daki Papa idi, mektuplarında bir tek O”na “Biraderim” diye hitabettiği söylenir. Burada görüldüğü gibi otorite ve denklik en yukardadır.
Avusturya ile yaptığımız ilk savaştan sonra imzalanan Barış anlaşmasının metni bile, ŞAN denilen yüce kelimenin Osmanlı için ne kadar önemli olduğunu belgeler: “Avusturya Kralı, Osmanlı Başbakanına denktir.” Avusturya bir tek bu maddeyi reddettiği, tanımadığı, geçersiz saydığı an; Sultanahmet meydanında davullar dövülmeye ve memleketin dörtbir yanındaki tımarlara, asker salmaları için, duyurmaya dörtnala olarak tellallar yola çıkmaya başlayacaklardır, demektir.
Kepçe savaşının tarihe alınmamasının altında da bu gerçek gizlidir: ’Savaştık – yenildik!’ sözünden utanılacak, Şan’a sürülecek bir leke sözkonusu değil, peki Kepçe savaşında olanlar? Şan’ı herşeyin üstünde tutan, bunu savaşmasının en baş nedeni sayan bir toplum, ’Valla, ordumuz yenildi, dağıldı, kaçtı ama Ahçılarımız düşmanı bozguna uğratıp, darmadağın etti!’ diyebilir mi?
Akılla yönetildiği için toplum kendi – kendine böyle bir lekeyi süremez, gerçeği değiştirme şansına da sahip değildir, geriye en kestirme çözüm, kalıyor; Es geç! Akıllı insanlar bu tür küçük şeylerle de meşgul olamıyacaklarından, niçin, neden, nasıl, gibi sorular da soran deliler yoksa, herşey sorunsuz yoluna gider.
Benim sınıfım, Koçak gibi delileri barındırdığından saatlerce bu savaşı tartıştık. Mohaç ya da Malazgirt savaşlarında tartışacak herhangi bir nokta bulamazken, bu savaşa kafa takmamız, bizim toptan akıldan yoksun olduğumuzu göstermez mi? Zaten, savaşın ayrıntılarını da, kulağı çınlasın, Ahmet Özdemir gibi şeker parçası tarih hocamızdan dinlemiştik.
Bu savaş, yıllardır Türkiye’de geçerli olan mantığı sergilemesi açısından özel bir yere sahiptir, dersem, şaşırabilirsin, ancak Deli saçmalarının, her zaman sürprizlerle dolu olduğunu söylemek zorundayım. Tarihe bu savaş nasıl geçsin ki! Böyle bir text, herşeyden önce mevcut kanunlara, cumhuriyet ilkelerene, Anayasa ile kurulmuş ve sınırları, sımsıkı, her ihtimal düşünülerek belirlenmiş Anayasal hukuk düzenine terstir.
Yenilmek ile kaçmak ayrı kavramlardır ve ikincisi, bir kuruma hakarete girer. Denilebilir ki, 300 yıl öncesi bir ordu bu; bu”nun fazla önemi yok; ne de olsa, hükmü biçen, yasa koyucunun yorumundadır, vatandaş Ali efendinin ne dediği değil. Kaçmayan, esir düşmeyen, perişan olmayan bir ordu yenilmiş olur mu?, gibi soruları soracak Deli insanlar pek bulunmadığına göre, bu noktayı geçelim.
-”Osmanlı Ordusunu yenen, ancak, kahraman ve yiğit Ahçılar tarafından bozguna uğratılan Düşman ordusu” tanımlaması, daha da büyük bir hakaret oluşturmaz mı? Haydi, bunları çözümledik diyelim, sonuç, savaşın sonucu nasıl yazılacak?
“Zaferi kazanan aşçılar ve yamaklar, doğu ve batı istikametinde tozu dumana katarak kaçan iki düşman ordusunun arkasından üzüntüyle bakarken, Aşçıbaşı Höke, “Şinci ben, bu kadar yimeği nideceğim, yazzık, günah değel mi?” diye hıçkırıyor, diğerlerinin ise, vatan, memleket, karı ve çocuk hasretinden gözlerinde yaşlar birikiyordu…”
Bu son cümlede ne kadar çok kanun ve rejim ihlali olduğunu, bu işi iyi bilen birinden sormalıyım, ben sadece üç büyük ve ciddi suç unsuru bulabildim.
-”Deli saçması, derlerdi, ya, simdi anlıyorum ki, İsmet, epey zevkli, Beni bile yok say ve kendikendinle nasıl konuştuğunu anlamama yardım et…Evet, lütfen sürdür.”
-”Şan için savaşın pek inandırıcı olmadığını söyledikten sonra, araştırmamızı sürdürelim. Peki, ne işleri vardı, Yemende, Cezayir”de Kırımda, denilebilir? Bunu araştırdım, sonunda kendim bir sonuca vardım; İskender, Roma, Bizans..ne aradıysa, ne bulmaya kalktıysa O”nu aradı Osmanlılar. Pergelle çizdiğin daire ve elipsler, değişik zamanlarda, Anadoluya sahip olanların doğal haritasına denk düşer. Yani Anadolu”nun doğal haritası o çizgilerdedir.”
-”İlk kez uzun birşeyler anlatıyorsun, farkında mısın?”
İsmet yanlış anlaşılmaktan korktuğunu dile getirmeye başladı:
-”Yanlış anlama; Bununla, Türkiye sınırlarını değiştirsin, filan demiyorum. Yeryüzünde bir tek ben kalsam bile derim ki; Türkiye ne bir tek karış toprak alsın başkasından, ne de bir taş terketsin!
Bu çağ kapandı. Bu tür çılgınlıklardan çektiğimiz yeter! Sonrası kardeş kavgası Anja; Fatih, Uzun Hasan’dan daha büyük ama, daha fazla Türk değil; Şah İsmail’in hem kendisi, hem askerleri, Yavuz ve bizim yeniçerilerden daha Türk. Mısırdaki Baybars kim? O da Türk. Timur, herkesten fazla Türk olduğu halde Serhad devletleri sayılan hem Altınordu’ yu hem Osmanlıları ezdi gitti.
Türkler kimseden toprak filan da almadılar, Batı seferlerini dışta tutarsak, kardeşler arasında hakimiyet kavgası. Bunun yanında çok akıllıca işler de oldu. Mesela, Osmanlılar Kırım Hanlığı ile akraba ve müttefik olup, hatta taht boşalırsa birbirlerinin yerine geçmeyi bile kararlaştırdılar.
Hızır Reis, Cezayir’e hakim, Osmanlı’nın emrine girdiği an tüm Doğu Akdeniz de Osmanlının oluverdi. Diğerleriyle de böyle bir şey yapılamaz mıydı? Şimdi insana geçmiş şöyle geliyor; Bu gün Türkiye ile Azarbaycan’ın savaşması ne kadar saçmaysa, o günkü kardeş kavgaları da öyle görünüyor. Azarbaycan deyince aklıma onların çok sevdiğim, beğendiğim bir sözü geliyor.
Diyorlar ki; ’Kardaşlar birbirini sevmeli, hörmet etmeli, yahşi künde sevincini, kötü künde kederini paylaşmalı, lakin ayrı ev tutmalı.(Bunu Türkçe söyleyip tercüme etti, İsmet)
Celali isyanları… Anadolu, düşman kanı kadar kardeş kanı ile de dolu, maalesef öyle. Sanki bunları gizlemek doğruymuş gibi, bizim kafamızı gereksiz bilgilerle doldurdular, bunları atladık. O halde, Anadolu Arapların da olsa, Çingene devleti de olsa, erişmek isteyecekleri sınır aynıydı; Roma imparatorluğu sınrları. Bu, coğrafyanın bahşettiği doğal sınır. Ve ilginç olan bu sınıra kim varırsa varsın, tüm bölgeye refah, huzur ve güvenlik geliyor.
Daireyi çizdik ya şimdi sana niçin çizdiğimizi anlatayım; Bosna’dan başlarsak, Kırım ve Kafkasya, oradan Irak, Filistin, ortaya çıkar. Bu kelimeler sana neyi çağrıştırıyor? Savaş, çatışma, nefret, barbarlık, vahşet… ne kadar lanetli söz varsa tümünü. Öyle değil mi? Daha yakında, daha dar haritada ise Arnavutluk, Kosova, Makedonya… Bulgar kardeşlerime en içten duygularımı ve huzur, barış içinde yaşamalarına göz değmemesini diliyorum, Romanya, Moldavya, Kuzey Irak ve Türkiye’deki terör…
Ben diyorum ki; ’Ey Türkiye, senin birincil derecede sırtına binen yük, bu yangınları teker-teker söndürmek, tümüyle mümkün olan en iyi dostluk ve kardeşlik bağları kurmak, elinden gelen her türlü yardımı yapmak… hem vicdan, hem tarih ve hem de coğrafya, yani komşuluk borcun. Buna mecbursun! Tarih bunu ispatlıyor. Bunu başardığın an, dostlarla çevrilmiş, (şimdi Şeytan Çemberi dediğim düşmanlık çemberiyle kuşatılmış durumdasın,) barış çemberi kuracak ve herkesle birlikte huzur içinde yaşayacaksın…’
Bu sağlandığında, sınırları kaldırmayı ilk ben önereceğim, hiç değilse pasaportsuz birbirmizi ziyareti. Bir mitingde Ecevit, Türkler’in tarihe, insanlığa en büyük hediyesi yoğurttur, demişti: O’nun kadar değerli ikinci hediyesi ise ’KOMŞU’ kelimesidir. Yalnız bizde değil, aynı zamanda tüm Balkanlarda herkes için en kutsal söz bu; Ne yazık ki, bazı fanatikler önce bu kavramı öldürüyorlar, zaten bunu öldürmeden, komşunu öldürebilmek olanaksız… sonra Barbarlık başlıyor.”
-’Hala konuya gelmedin. Suya girmek için, lütfen acele et.’
-’Avrupa’da, diyelim ki, bir başka devlet düşün; İri cüsseli, zengin, coğrafyası ise O’nu Anadolu’nun tersine, kıpırdıyamıyacağı biçimde bir yere sıkıştırsın. Kıpırdadığı an bir fil gibi ortalığı deviriyor, kırıyor, döküyor, bu bakımdan sicili oldukça bozuk ve herkesin gözü üzerinde. İşte, bu yangınların en önemli nedenlerinden biri; bu fil. Semirdikçe yerine sığmadığından dolayı, kıpırdıyor ve her kıpırdayışta bir yerleri deviriyor…’
-’Yanılıyorsun İsmet, Avrupa’da hiç kimse, uygar olan tek insan bile bu hareketleri desteklemez ve destekliyemez; eğer yazında böyle şeyler öne sürüyorsan elbette reddedileceksin ve elbette sana kaşı gerekeni yapacaklar. Normal düşün.’
İsmet sürdürmeyi reddeti, anlaşılan, Anja, kırdığını hissederek, sonuna kadar dinleyeceğini ve konuyu nasıl bağlayacağını merak ettiğini söyledi. Ve Türkiye’nin bu bunalımlar karşısındaki tavrını merak ettiğini, anlatmasını rica etti, İsmet’ten
-’Ben yaryüzünde herkesten fazla üzülüyor ve kızıyorum yanlışlıklara. Hiç kimsenin sırf ülkeye, halka zarar vermek amacıyla yanlış yapmadığına da inanıyorum. Bizde bir söz var; Dost acı söyler ama doğru söyler. Bunu gerçekleştirmeye çalıştım. En korkulan, ürkülen kurumlara, en ağır eleştirilerimi de sarfettim. İçtenliğimden emin olduğum, özellikle haklı olduğuma inancım tam olduğu için de bu riski aldım. Keşke hepimiz daha cesur olabilsek; hiç değilse sizin kadar. Ancak, sırf eleştiri olsun diye de hiç kimseyi eleştirmedim, yani kötülemedim. Ve öneride bulunmadığım hiç bir eleştirim de var değildir. Bosna’da bu kadar kan aktıysa sorumlusu, Türkiye’yi duymak istemiyenlerdir.
Türkiye Karadeniz Ekonomik topluluğunu Kurdu. Bu büyük bir hamle ve doğru. Burada bile, Türkiye’nin temel hastalığı ortaya çıktı; Anlaşmaya ben imza atacağım – sen imza atacaksın, kavgası. Bizim bütün kardeş kavgalarının altında yatan tek neden iktidar hırsı ve kışkırtıcılar.
Timur’un Ankara’da ne işi vardı? 1402 yılında oldu bu kardeşler savaşı ve 15-20 yıl sürecek ilk Fetret devrini açtı; Osmanlıların kuruluşundan yaklaşık 100 yıl sonra. Cumhuriyet’in Fetret dönemi ise 27 Mayıs 1960’da başladı, yani kuruluşundan 37 yıl sonra ve yaklaşık 40 yıldır sürüyor. Beni de, o yanlışlığın kurbanlarından biri say.
Joseph Brodsky, Nobel alan Rus yazarı, İstanbul’da üç gün kalmış, 70’li yılların başında. Octavio Paz, o ve bazıları şiirlerinden dolayı Nobel aldılar ama bence essey diyoruz ya o yazıları şiirlerinden bile değerli. Bizdeki bazı ünü büyüklerle kıyasladığında farkı hemen görüyorsun. Sıkıyönetimli bir dönem. Üç günlük gezisini anlatırken, Bın yılın tarihi temiz bir toz gibi havada savruluyor. Diyor ki, Brodsky yazısının bir yerinde; ’Türkleri, Moğolları, Müslümanları biz durdurduk, diye bir çok ulus övünür: Maltalılar, Avusturyalılar, Polonyalılar, Ruslar, Macar’lar…vb, oysa Türkleri Türkler durdurdu. Timur ile Bayazıt savaşacakları yerde, elele vermiş olsaydılar, Manş denizine kadar onları durdurabilecek yeryüzünde hiç bir güç yoktu.’
Sen, beni tarihe, geçmişe nostalji duyan bir insan olarak görme. Tarihe ne ah çekilir, ne sevinilir; benim için anı gibi, anlaşılması gereken metinlerdir onlar. Türkiye, Yunanistan ile elele Balkan ülkeleri arasında bir birlik oluşturmaya çalıştı ve hala çalışıyor. Yunan tarihine, Antik yunan’a bakıp Homeros, Aristotales, Platon benzeri insanların o ülkeyi yönettiği yanılgısı ve önyargısı var sizde. Bizde cahil diye, okuma – yazma bilmeyenlere denilir, gerçi eksik bir tanımlama, sizde ise önyargılı insanlara vermek gerek bu adı.
Venizelos, Karamlis gibi değerli yöneticileri oldu bu ülkenin; gerisi küçük, küçücük adamlar. İki ülke elele verseydi, Balkan’lardaki alev daha yanmadan erkenden söndürülürdü. Bin yıl birlikte yaşadık, bu süre içinde varlıklarını, hayatta olmalarını, nesillerini nasıl sürdürdüklerini bir anlayabilseler, bir tek kere vicdan muhasebesi yapsalar, bu tavırlarından utanırlar.
Ermenistan, Azarbaycan topraklarının beştebirini işgal etmiş durumda, Türkiye’nin bu konuda yaptığını kimse yapamaz. Bu haksız işgali onaylasın mı? Azarbaycan bizim için, Petrolu çok çok aşan bir kardeş. Lanet olası, herşeyi, ama herşeyi para olarak gören nesil ve nesiller oluştu, onlar için petrol, benim için, bambaşka anlamı var bu halkın ve ülkenin. Dünyada vatan adına bestelenmiş en çok türküsü olan bir halk. Bunların aydınlarına Avrupa’daki yeni fikirler iki koldan geliyor; İstanbul ve Moskova. İstanbul’dan Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi insanlardan vatan, hürriyet, millet kavramlarını; Moskova’dan ise devrim, demokrasi, halk yönetimi, şura gibi fikirleri, alıyorlar.
Bizde, Türkiye’ye İlk Türk Cumhuriyeti, denilir: Yanlış; İlki Azarbaycan. Atatürk devrimleri, deriz; onların ilk yapıldığı yer de Azarbaycan. Alfabeden, meclise, anayasa ve demokratik kurumlara… bizim öncüllerimiz. İnanıyorum, onlar bir ayağa kalkabilseler, bizden daha az bozuldukları için, bayrağı onlar omuzluyacaktır.
Biz, bir başka tür Bizans’a maalesef yenik düşmüş gibiyiz; umutsuzluk kötü ama, bu gerçek, inşallah Azeri kardaşlarımız bizden daha akıllı ve hünerli çıkarlar. Yani her şeye karşın Türkiye yapması gerekeni yaptı, ta ki bu mektubun sonucu çıkana kadar.
Demindenberi resmini çizdiğim ve Şeytan Çemberi diye adlandırdığım yangını körükleyenlerin, Türkiye’yi yöneten kimi yöneticilerden bile iyi bildiği bir gerçek var, şu; Türkiye içine kapanıp, kendikendisiyle uğraşmaya başladığı, yanı destabilize edilip, nötr hale getirildiğinde, bu ateş yanmaya devam eder, ve hepsi tek tek avucumuza düşer, mantığı.
Bu mektuptan sonra çıkan bir olay bu planın gerçekleşmesinin bir dönüm noktası oldu, ve bu olaydan bu yana, ülke kaosa sürüklendi; İslamcı – yok bilmem, laik, denilen temelsiz, yapay bir kavga başladı. Bu mektup, hayatımda yenilgiyi tattığım ve bunun acısını bugüne kadar iliklerimde buyduğum bir belgedir.’
-”Bunu duymak, gerçekten beni üzdü. Neden önünü göremiyor sizin toplumunuz, poltikacılarınız? Herkes şimdi, gelecek 50 yıllın hesabını yapmakla meşgul…”
…