Günün Kitabı | Son Talika | Sabriye Cemboluk
ÖNSÖZ
25 Haziran 2011, 17:49
600 yıl hüküm süren üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu dağılırken kendini Osmanlı sayan insanların hayatları da paramparça oldu. Bu coğrafyada yeni bir dünya kurup eskisini yıkmak gerektiğine inananların iktidarları sırasında bölge halkları, temeline dinamit konulmuş bir binanın parçacıkları gibi şiddetle sağa sola savruldular. İmparatorluğun batısında yer alan Rumeli topraklarında yaşayan halklar da dinsel ve etnik kökenlerine göre acımasızca darmadağın edilip bu sarsıntıdan nasiplerini aldılar.
Aynı çatı altında yaşayan akrabalar bile yabancılaştırıldı. Savaşlar, muhasaralar, isyanlar, sürgünlerle, göçler birbirini takip etti.
Meriç’in
suları, Sofulu ve Ede köylerini ortadan bölüp Yunanistan ve Türkiye arasında
sınır olmadan önce Sofulu’da Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler henüz
birbirlerini ötelememiş ve ötekileştirmemişlerdi. O zamanlar düğünler,
bayramlar, cenazelerde birlik olunur, hoca, haham, papaz dostça sohbet
edebilirken aralarına ayrılık tohumları ekilmemiş insanlar birlikte yaşarlardı.
Ebruli bir ipliğe benzeyen ailemin fertleri, ayrılık rüzgarlarına, göçlere, sürgünlere ve kıyımlara göğüs gererken birbirlerinden kopmamaya, geçmişlerini ve geleceklerini kaybetmemeye, bunun için de en küçük umut kırıntılarına tutunmaya çalıştılar. Anneannem, kendi anneannesinin gerçek adını hiçbir zaman bilmedi. Yahudi olan anneannesi Selanik’te Müslüman dedesi ile evlendikten sonra asıl ismi geçen yıllarla birlikte yitip gitti. 1900’lü yılların başlarında yaşayan Tatar Mahmut Ağa’nın, Emine Hanım’ın, Abdullah Efendi’nin, Nefise Hanım’ın, küçük Hasan’ın, ablaları Habibe ve Lebibe’nin, ailenin birer ferdi sayılan Raşel’in ve Katina’nın isimlerini ise çok şükür ben hala biliyor, hala hatırlıyorum.
Onların Misak-ı Milli sınırlarının çizilmesinden önce başlayıp mübadeleyle altüst olan, Trakya’dan Yahudilerin sürülmesi, çok sonraları Almanlardan kaçmaları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve son olarak da 1960 ihtilaliyle tuzbuz olup parçalanan hayatları bu romanın hikayesini oluşturuyor. Artık unutulmuş Müslüman Türk, Yahudi ve Rum halkların ortak sofralarından, şarkılarından, türkülerinden anılarımda ve anılarda kalanları yazdım.
Osmanlı’nın son ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, erkekler savaşırken, çalışırken, yeni bir düzen ve yeni bir dünya kurma sevdasındaydılar. Yüksek duvarların, kafesli cumbaların, kara çarşafların ve peçelerin ardına hapsedilmiş kadınlar da kurtuluş, yenilenme, modernleşme savaşının isteyerek ya da istemeyerek içinde yer aldılar. Edirne’de peçesini ilk çıkaran, ilk mantoyu giyen hanımlar Mustafa Kemal’in açtığı yolda nasıl ve ne yöne doğru koşmaya başlamışlardı? Peşpeşe yapılan köklü inkilapların evlerin ve bahçelerin kalın duvarları ardına yansımaları nasıl olmuştu?
Hiçbir zaman kahraman olmak gibi bir derdi olmayan anneannem, Selanik, Gümülcine, Sofulu, Edirne ve İstanbul arasında paramparça olan hayatının kahramanı oldu. Çevresini saran kan, ateş ve gözyaşı çemberinde nefes almak istediği anlarda hep doğduğu, çocukluğunun mutlu yıllarını geçirdiği Sofulu’nun hayallerine sığındı. Sofulu’da henüz nehir sınır sayılmazken Meriç’in iki yakasında uçsuz bucaksız ekili toprakları vardı. Kafkasya’lı haminnesi, gerçek adını bilmediği Yahudi asıllı anneannesi, annesinin akrabası olan Raşel ablası ve birlikte oynadıkları Rum komşu çocuklarıyla dünyası, düşmanlıklardan uzak ve çok güzeldi. Son nefesine kadar hep Sofulu’yu özledi.
20 Ekim 2009, Salı
—————
Kitap Alıntısı
Sayfa 251
Derken söylentiler arttı. Bir gece yatsı namazından sonra kapımız çalındı.
Destur, bismillah deyip açtım. İki Rum hükümet adamı iskan emrini elime verdi.
’Üç gün! Tam üç gün. Dördüncü gün burada yoksunuz’ dedi. Verilen kağıda fener
ışığında parmak bastım. Okumam yazmam var ama parmak bastırıp gittiler. Başımı
kapıdan dışarı uzattım. Kavala’nın orta yeri anacık babacık günü gibi
olmuştu. Ordan oraya koşuşanlar, ağlayıp feryad edenler, analarının
peşinden koşan çocuklar, insanların telaşından korkup havlayan köpekler. İskan
emrini alan Türkler, hısımına, akrabasına koşuyordu. Baktım rahmetli kocam
koşarak eve geliyor. İçeri girdi soluk soluğa, beti benzi atmış. Elime
tutuşturdukları kağıdı alıp lambaya iyice yaklaştırarak bir daha okudu. 24
Temmuz 1923’de Lozan’da yapılan anlaşma gereği Yunanistan’da yaşayan Türkler
Türkiye’ye gidecek, Türkiye’de yaşayan Rumlar buraya gelecektir! Böyle
yazılmış. Bizim evlerimiz, mallarımız Türkiye’den gelecek Rumlara verilecekmiş!
Rahmetli kocam, tek tek yüksek sesle okudu. Türkiye Rumları çoktan yola
çıkarmış. Hatta bazı yerlere ulaşmışlar. Karantinadan sonra bizim evlerimize
yerleşeceklermiş!
Bizi bir ağlamak tuttu ki gözyaşımı salsaydım, denize kadar giderdi. Rum
komşularımız koşuştular. Biz ağlıyoruz, onlar da ağlıyor. Kocam ve çocuklarım
balıkçılık yapardı. Liman evimizin hemen önündeydi. Üç tane teknemiz yan yana
dururdu. Limanın üst tarafı da yokuştur. Denizin kıyısında kumlar biter,
kayalar başlar. İşte o kayaların tepesinde bir de küçük balıkçı lokantamız
vardı. Akşam oldu mu liman civarında oturan erkekler orada toplanır, kimi rakı
kimi şarap içer, kimi dertlenir kimi eğlenirdi. Komşuyduk canım, komşuyduk. Bir
derdimiz, bir ihtiyacımız olsa hısım akrabalarımızdan önce birbirimize
koşardık. Komşularımızın çoğu da bizim gibi balıkçıydı. Balıkçılar aralarında
Türk Rum ayrımı bilmezler. Tıpkı denizdeki balıkların bilmediği gibi.
Sabriye Cemboluk