Günün Kitabı | Bir Karbeyaz Taşkalası | Ihsan Kutlu
ROMAN’DA AĞIZ, ŞİVE ve LEHÇE’NİN kullanılması:
Dil RUHUN Aynasıdır, denilir. Örnek RUHU Pis, Kötü, Karanlık olan birinin Dilinden zehir, kin ve nefret akar. (Örnekleri bol bol T V’lerde de görüyorsunuz)
DİL, aynı zamanda her kentin, yörenin Ruhunu incelemekte, anlamakta tipik örneklerdir. Depremle yıkılan Antakya’yı DUBAİ gibi gökdelenlerle kurabilirsiniz, bunlar Para işi, ancak yiten RUHU diriltmek en zor olanı.
Roman, Karbeyaz Köylülerinin konuşmalarında, tartışmalarında İKİ Gerçeği ortaya koyuyor:
- Hatay Türkçesinin ne denli kıvrak, renkli ve anlam dolu olduğu;
- İslam’ın en fazla lantelediği ve MÜNAFIK diye Cehennemde Firavun ile aynı katta yanacağını söylediği Mahkûkların toplumu Kin ve Nefret temelinde birbirine Düşman ettiği son 20 – 30 yıl öncesi Halkın ne kadar hoşgörü ve tolerans sahibi olduğu gerçeği; Roman bunları vurguluyor ve betimliyor.
Hatay RUHU Demokrasi ve Hoşgörü demektir.
(Roman ilk kez 1995 yılında yayınlandı, sonra 2010 yılında ve en son 2022 yılında yayınlandı. Elbette ne tartışıldı, ne Adı anıldı; Çünkü Sol ve SAĞ Edebiyat çevrelerinin bu DÜZEYE gelmeleri için epey zaman ve değişim, gelişim gerekiyor. Seçim PANAYIR ve BAYRAM günüydü o günler!)
Saygılarımla…
GALİNA 68’lilerin DRAMI romanından alıntı: S.123
Konu: !979 yılı GENEL SEÇİMİ’nde köylülerin yorumları
Karbeyazlı’ların eli silah tutan tüm herifleri kahveyi hınca hınç doldurmuş, haberleri ve haberlerde geçen artık iyice kanıksadıkları için duyarsızca o günkü terör kurbanlarını da dinlemişler ve Hoca’nın TV’deki vaazını bekliyorlardı.
“Bre Şükrü, ne olur ne olmaz, birden elektrikler kesilir. Sen şu bataryayı da hazırla.” Hasan Bayramoğlu fötr şapkası elinde ve çokları gibi evde TV dururken kahveye gelmişti. O da biliyordu ki, böyle bir tarihi olayı evde, avratla yüz yüze seyretmenin hiçbir zevki, keyfi yoktu: “Göründü, imanını sevdiğim.” diye ilk müjdeyi o verdi.
Badem bıyıklı, şişmanca ve güleç, nur yüzlü Hoca’nın mübarek sözlerle başladığı giriş konuşmasına kahvedekilerin tümü ayağa kalkarak ve “Aleykümselam ve rahmatullahi ve baraketuh” diye yanıt verip geri otururken, ayaktakiler hazır ola geçip, sonra normal duruşlarını aldılar.
Hoca yeni bir model çizdi: Bir gün önce Ecevit’in konuşmaları öylesine canlıydı ki hafızalarında, ikisini hem yan yana koyuyorlar ve hem de iç içe geçirip harmanlıyorlardı; Hoca, anladıklarına göre, Ecevit’in Köy – Kent projesini büyütüyor, uluslararası bir ölçekte yineliyordu: Türkiye merkez oluyor, diğer Islâm ülkeleri ise çevredeki köyler.
Bu arada ne banka bıraktı, ne faiz ve ne de sömürü: Fatih’in fetih ordusunu da kurdu bu arada ve latif sözlerle konuşmasını tamamladı. Öncekilerde olduğu gibi, terörsüz, kavgasız Japonya’dan daha ileri ve ABD’den daha güçlü bir dünya yarattı Hoca.
“Lanet olsun babama,” diye ilk sözü Mustafa Coşkun açtı, “Ölürken vasiyet etti; Halk partisinden başka yere rey verirsem hakkını helal etmeycimiş. Elimi kolumu bağladı, ne halt edicim, şimdi böyle bir böyyük dururken benim başka yere rey atmam günah değil mi?”
Hacı köyün en keskin MSP’lisi olarak, en büyük rakibinin ağzından çıkan bu sözlere sevindi sevinmesine ancak gene de emin olamadı: Ne de olsa Karbeyaz yalnız Hatay’da değil, Lübnan’dan beri bütün mıntıkada taşkalacılığıyla ünlüydü.
“Yanılmayan bir Allah… Hak geldi, batıl zail oldu, bunu görün bre, elinizi vicdanınıza koyun ve bu adamın ardında sıra olun.”
Yavaş yavaş ısınan su gibi konuşmalar bir süreyi aldı; tartışma perde perde yükseliyor, olay bir tiyatro oyunu gibi sanatsal biçimde gelişiyordu.
Bu arada, Yahudi propagandası, memleketi yıkmak isteyen şer güçleri ve de diğer liderlerin işe yaramazlığı üzerinde duruldu.
Ve Hacı’yı iyice gerdeğe girecek bir damat gibi hazırlayınca oyunun ikinci perdesine geçtiler.
“Aklıma yatmayan bir küçük nokta var Hacı Efendi,” dedi Hasan Bayramoğlu; Fötr şapkasını masanın üzerine bıraktı ve kıvırcık siyah saçlı, mavi gözlü Mustafa Coşkun’a “Başla!” işareti yaparcasına sözünü sürdürdü: “Faiz haram diyor, gözel, gözel de biz hepimiz bankadan borç para aldık, ne yapak, milli nizam yok ki memlekette.”
“Biz bütün bu melanetleri batıdan aldık!”
“Allah batıra kenneri! Şimdi Hacci” diye sesini yükseltti Mustafa Coşkun, “Şurada iratlara az kalık. Ben ya sabbah bankaya gidip faizle para alıcım, ya da bir MSP’li din kardaşımı sevaba sokucum. Bene sen borç versen de faizi kaldırsak, olmaz mı?”
Hacı afalladı: Ne diyeceğini düşünürken, kahvedekiler koro halinde Hacı’yı ikna etmeye çalıştılar. İlkin parasının olmadığını söyleyen Hacı, çevredekilerin, “Ayıp, günah, insan yalan söyler mi…” yollu tartışmalardan sonra parasının var olduğunu kabullendi, ancak başka bir yere gerekli olduğunu belirtti.
“Ya Hacci” diyen İsmail Asil de oyuna dahil oldu, “Sevaptan daha gerekli ne var şu fani dünyada. Gör bir din kardaşının işini.”
Hacı’yı bir türlü ikna edemeyince Hasan Efendi gürledi:
“Bre günahını bilem vermez, konuşturmayın beni. Erbakan parasını evde mi saklıyo, belliyonuz! Türkiye’nin yarı parası bunlarda bre! Millet enayi mi, faizsiz borç para varken niye faize koşsun, amma isterseniz size Anteke’nin faizcilerini sayayım, vallahi bankaların üç katı yüksek faiz alıyolar ve çoğu da Hacci.”
“Günaha girme Hasan Efendi, müfteri olursun.”
“Bre sahtekarlık değil mi bu: Yüz bin tank, on bin uçak! Babatorun’un toyukları mı doğurucu bu tankları? Beberte’nin sineklerini okuyup – üfleyip tayyara mi edicik? Heyle imal edicik bunları Hacci Efendi? Yalan değil mi bunlar?”
“Hele bir İslâm Ortak Pazar’ını kurak, o zaman görücünüz siz bre. Bütün münafıklar kimin siz de çatlaycınız.”
“Atana rahmet Haccı Efendi haydi, şu pazarı kur bakayım. Heyle kurucuk, neşkil olucu, anlat?”
“Hepiniz dinleyciseniz, anladıcım.”
“Hösün bre!” diye Mustafa Coşkun bağırdı. “Dinleyin de biraz öğrenin. İnşallah İsrail bizden önce duyup kopye çekmez bunlardan.”
Hacı ayağa kalktı ve TV’yi kapatıp öne geçti, bir sınıf öğretmeni gibi anlatmaya başladı: Bir milyar Müslüman vardı dünyada; Araplarda umman kadar bitmez para, Türkiye’de ise mühendis, işçi vardı, hepsi bir araya gelince pazar kuruluyordu.
“Araplar bize zırnık vermez!” diye söze girdi Hasan Efendi, “Bre bene mi öğreticiniz bunları. Vallahi bes bize değil, kendi kendilerine bilem zırnık vermezler. Günahlarını bilem kendilerine saklar onlar. Silah alırlar, onu da kullanmayı beceremezler, paralar uçar – gider.”
“Erbakan almasını bilir. Araplar bizden daha çok takdir eder Hoca’yı. Onlar bilem uyandı bre, ayıp size.”
“Gidip, Halep’e niye vali olmuyo? Madem Araplara daha yakın! Bizde adam bolluğu var, onlarda ise kıtlığı, getsin oraya. Valla Hoca’ya orda deve çobanlığı bilem yaptırmazlar, bre.”
Pazar konusu iyice çıkmaza girince, ustaca açmazı çözmeye giriştiler (aksi takdirde Hacı çeker – gider, taşkala da biterdi.).
“Hacci anlamaz Hasan ağa, gel ikimiz halledek şu işi, bizim de İslâm alemine biraz faydamız olsun.”
“Tamam Coşkun” dedi Hasan Efendi. “Başla.”
“En ileri ülkelerden başlıyak.”
“Oldu, hah, bak Haccı, okumuş adamın hali başka. Türkiye ayarına yakın tek Arap memleketi Mısır. Şimdi ikimiz ticaret yapıcık ve kalkınıcık. Mısır bize ne satıcı? Diyelim ki; pamuk. Biz ona ne satıcık? Karşılığında Hoca’yı versek kabul ederler mi?”
“Biz de bir şeyler satarık,” dedi Hacı.
“Hacci anlamaz bunu Hasan ağa,” Coşkun ikide bir dağıtılan çaydan bir bardak daha aldı, “Şöyle olucu: Mısır’dan gelen pamuğu Şıhzada’nın çırçır fabrikasında işler, balya olarak geri Mısır’a satarık. Şıhzada’nın fabrikası altı ay çalışıyordu, şimdi bütün sene çalışır, bak kaç kişiye kısmet çıktı.”
“Peki,” diye Mahmut Coşkun ilk kez söz katıldı. “Biz balya olarak sattık, sonra?”
“Sonrası yok!,” diye güldü Nurettin Keleş.
“Niye yokmuş” diye tepki gösterdi Mustafa Coşkun, “Mısır iplik haline getirir, tekrar bize satar. Şimdi kapalı Akiş fabrikası da faaliyete geçti mi? Ya. İplik geldi…”
“Sonra biz ipliği bez yaptık” diye yeniden Hasan Efendi söze girdi, “Her şeyi öğrendim, bakın şimdi heyle oluyo: bezi Mısır’a sattık mı? Sattık. Onlar basma yapıp tekrar bize. Biz entari diker yalla geri Mısır’a. Konfeksiyon da gelişiyo, bakın. Düğmeleri kalıktı, onu Mısırlı din kardaşlarımız dikti bize yeniden saldılar. Ütülerini bizim gözel kızlarımız yaptı, kutulara koydular ve üzerine ‘Bu bir İslâm Ortak Pazar mahsulüdür’ etiketini yapıştırdılar…”
“Tamam sür pazara.”
“Ne tamamı bre! Daha siftahtayık, biraz sabırlı olun. Kalite kontrolünden geçmeyci mi? Yolladık Mısır’a ve ‘Tamam’ damgasıyla geri bize saldılar. Biz kayıtlara işledik.”
“Bir mintana bu kadar eziyet günah bre Hasan ağa, bitir artık şu işi, yeter kalan.”
“Senin kimin cahiller böyle deyci amma mühim değil, it ürür kervan yürür! Geri Mısır’a yolladık. Onlar ayırdılar: Tren ve kamyonla yollanacakları kendileri alıp yolladı, uçak ve gemiyle yollanacakları ise bize saldılar.Ya, anladınız mı şimdi?”
Hacı giderek işin nerelere vardığını sezinlemeye başladığı için içinden beddua etmeye başladı.
“İslâm alemi yalnız ve Mısır’dan ibaret olsa kolaydı amma…”
“Hiç mühim değil, isterse bütün cihan olsun. Bir kere hak geldi ya, gerisi kendiliğinden hallolucu. Ne varmış? Pakistan’a koyun verdik, derisini aldık. Bizim tabakhanede deriler işlendi, saldık geriye. Pakistanlı kızlar biçtiler, bizimkiler diktiler, düğmelerini açtık, onlar dikti, markasını biz yapıştırdık…”
Ortalık iyice neşelendi ve herkes sesli biçimde oyuna girmeye başladı. Yanı başlarındaki komşu ve Müslüman Suriye’nin unutulmasına biri tepki gösterince, onu kurtarma eylemine giriştiler.
“… Buğday aldık, öğütüp geri saldık, Suriyeliler eledi, biz künefe yaptık, onlar Şam tatlısı yaptılar. Onlar bize kendi tatlılarını, biz onlara Künefeci Hösün’ünkileri yolladık…”
“Bu pazar tam şenlik olucu yohu,” diye bir kahkaha yükseldi.
“Ulan, bu iş züğürtlerin ortaklığına döndü be.!”
O gece Hacı yatağında kıvrandı durdu: Karısının yalvarışları bile kızgınlığını yatıştıramıyor, Allah’ın millete büyük bir ihsanı olan Hoca’yı Karbeyazlı münafıkların anlayamamasına beddualar okuyordu.
Karısı Memduha kadın, Hacı’nın, maazallah, ağzından kötü bir söz çıkmaması için teselli ediyordu. Sabah ezanı okunup, camiden çıktıktan sonra Hacı uyumadı. Çayını içtikten sonra köyün ortasından geçen tek asfaltın kenarına sandalyesini koyup gelip – geçenleri temaşa etmeye başladı.
Hiç değilse birkaç saatliğine bu köyden uzaklaşmak için Altınözü’ne mi, yoksa Antakya’ya mı gitmesinin uygun olacağı hakkında kararsızlığını yenmeye uğraşırken, aşağıdan gelen fötr şapkalı ve ilk kez giydiği yepyeni koyu elbiseli Hasan Efendi’nin kendisine yaklaşmasını bekledi. Adam acelesi varmış gibi hızlı adımlarla ve koşarcasına yürüyordu: Hacı’ya ulaştığında selam veren Hasan ağa durmayınca: “Hayrola Hasan ağa, hayırdır. Bir acelen mi var?” diye sordu, doğrusu biraz da ürktü: “Maşalla, takımı geyiksin, Antekeye mi?”
Hasan Efendi isteksizce durdu, “Anteke’de ne işim var Hacci Efendi! Önce Cisr Şügur’a enicim, orada, senden eyi olmasın bir Arap Arkadaşım var, onunla konuşucum. Daha sonra, kısmetse Eriha’ya enicim, orada Abdussemat ağa ile de konuşmam lüzum ediyo. Sonra bilirsin, kızını bizim Şakir’e isteycidik O’na da uğraycım. Fahreddin Efendi Halep’in en böyyük buğday tüccarı, anlaşıcım kennen, buğday alıp – gelicim, burada Hammeki var ya onunla da konuşuğum, O’nun değirmeninde öğüdücük, sonra künefe dökme yeriyle Coşkun konuştu, geriye ne kaldı efendim… Anlıyacağın hepisi bir kısmet işte, yalancı dünya Hacci, kalk, boş oturaıi Allah da sevmez kul da. Gel benimle, barabar Suriye’yi gezip gelek, belki başka kısmetler buluruk. Allah kerim.”
Hacı’nın içi ışıdı, Hasan Efendi’nin gayretkeşliği karşısında, birden içinden yanına takılmak isteği uyandı ancak, “Biliyon, benim ne pasaportum var, ne permim. Askerler bırakmaz” sözü çıkıverdi, beyaza çalan sakalı içindeki dudaklarından.
“Pasaport mu dedin Haccı? Permi mi? Ne askerinden sözediyon sen Haccı, benimle taşkala geçiyon ellalem. Essah bre Haccı Efendi, neydi o günler: İki Müslüman devlet, aralarında telörgüsü var, mayın döşeli, askerler bekler… Allah bir daha o günleri göstermesin!”
“Suriye mi bizi aldı, biz mi Suriye’yi; söyle şunu Hasan Efendi, senin kulağın delik olur.”
“Ne alması Hacci! Şimdi ne Suriye var, ne de Türkiye. İnşallah tarih kitaplarından bile silinir de torunlarımız bu günleri hiç öğrenemezler. İslâm Ortak Pazarı kurulmadı mı, Haccı? Hak gelip Batıl zail olmadı mı?”
“Tiskit ala seni Hasan ağa!” Hacı içeriye kaçtı.
Bir süre sonra elindeki çay bardağıyla yeniden sandalyesine çöktü, Hacı. Hasan Ağa öfkesini bir kat arttırmıştı ki, Muhtar’ın aceleyle geçişini izledi; adamın selam bile vermeyişi Hacı’nın suratında sanki tokat gibi patladı.
“Muhtar, ayıp yohu, particilik ayrı farz olan selam ayrı.”
“Selamunaleykum ya Hacci Efendi. Kusura bakma, valla bütün günah senin Hoca’nın boynuna; Memlekette iç harp çıkarıcı.”
Hacı bu suçlama karşısında kızmakla yetinmedi, irkildi:
“İftiranın cezası ödenmez Muhtar. Bu uzun ve keskin diline sahap ol.”
“Eyi Hacci, al möhürü, Muhtar sensin şu kötü Karbeyaz’da, beni ırahat bırakın, yeter. Vilayattan şimdi gizli yazı aldım: yarın yüz bin tankın taksimini yapıcılarmış. Eyi düşün; Altınözü kaza olduğu için beş tane tank alıcı, biz nahiyeyik ya üç tane alıcık, Com’lular ise bir tane alıcılar. Bre Hacci Efendi, aba güreşi yaparken en fazla incir dahnekleriyle kavga ediyoduk, bundan sonra işin içine tanklar girici…
Valla, askerlik şubesinde Abdo Salman’ın ahbabı varmış; getmiş ona, Altınözü’nden askere gidenlerin hepsini tankçı yazdırmış. Bizim köyden tankı bilen yok. Karbeyaz’ı alıp hepimizi öldürseler, geride utanacak kimsemiz kalmaz amma, bu zina dölü Fatikli’ler valla bizi yesir alırlar, don – gömlek resmi geçit yaptırırlar, ya Hacci! Ya onbin uçağın dağıtımından sonra ne halt yiyicik? Bir de hökümet adımızı Yiğityolu yapık. Al hayyo, möhürü, sen hallet! Ben sana gönüllü olarak yerimi veryom.”
Hacı yanıtlamadı, uzun bir le’havle çekerek yeniden evine girdi. Konuşabileceği tek insan vardı yeryüzünde; karısı. Oğulları bile Hacı’nın sözlerine aldırmıyorlardı. Hacı yatağa girdi, üşüdüğünü belirterek yedek yorganlar istedi üstüne, sonra titreyen sesiyle karısına içindekileri boşaltmaya başladı:
“Hoca bir başa geçsin! İnşallah, ne zaman olsa başımıza geçici ve bu münafıklar da çatııırrr çatırrr çatlaycılar. Dosdoğru Ankara’ya gidicim; Hoca’nın o haram tutmamış, kimsenin rızkına dokunmamış mübarek eline – ayağına sarılıcım. ‘Aman Hocam,’ deycim, ‘Sen bu münafikları bilmezsin: Bunlar ne Müslüman, ne gâvur, ne Yahudi, bunlar cıfıt! Islâm devletinden bunları ayır, ayrı bir devlet yap, etraflarına da tel örgüsü çek, bu kifayet etmezse duvar ör, mayın döşe ve İslâm topraklarına giriş – çıkışlarını men’et.
Bu münafıkları birbirleriyle karşı karşıya bırak ki, belalarını bulsunlar! Allah’ını seversen, Hocam, en eyisi bunları İsrail’e sür, sür ki; ilk defa bir işe yarasınlar. Yahudilerin küllisi, Karbeyaz’lılar yüzünden, ‘madem ki bunlar Yahudi, en eyisi biz Müslüman olak’ derler ve onlar bile dinlerini değiştirirler.
Ah, Hocam aaaaaH! Koca Fransa, bes bunlardan aciz kaldığı için canım canım Hatay’ı dögüşsüz bırakıp gitti. Dünyanın en medeni memleketini bile pes ettirdi bunlar. Kaç senedir Suriye bile Hatay’ı istemez oldu, Hocam. Bunun sebebini Türkiye bir bilse…”
Kadıncağız, giderek titremesi artan kocasının alnına ıslattığı ince tülbenti örttükten sonra, “Yeter kalan Hacci, yorma kendini. Allah seni de görüyo, o yolunu şaşırmışları da. Maazallah ağzından günah bir söz çıkıcı…”
Hacı kendinden geçercesine, bir anda uykuya daldı.
…