Günün Hikayesi | Giysisine değil insan yüzüne baktınız mı? | İbrahim Uysal
Geçenlerde bir dergide okumuştum. Önce içim cız! etti, sonra da uzun uzun düşündüm, neden? diye. Oysa olay son derece basit ve yalın idi…
Makaleyi yazan adam, Paris’te ünlü bir caddesinde dolaşırken kendi halinde saçı, başı düzgün, giysileri temiz ama ustü-başı yırtık pırtık bir adam görür.
Öyle dilenci gibi bir tavrı, davranışı da yoktur. Kendi halinde, kendi kendine caddede yürümekte, etraf ile ilgilenmektedir.
Caddeden onlarca insan geçer, ama hiç kimse onun ile ilgilenmez farketmez bile.
Giysilerine bakılınca, “dilenci” gibi görünen bu adam, hiç kimseye bakmayıp, bir şey ile istemediğinden (dilenmediğinden), kalabalık caddede nerdeyse kendisi yalnız hisseder.
İş, sanat ve edebiyat çevresinin içinde olan kişi, hiç kimsenin tanımadığı bu yırtık pırtık giysili adamı tanır. O, ülkenin en varlıklı kişilerindendir. Az ilerideki şato gibi malikanelerin birinde oturmakta, sanat ve edebiyat ile de ilgilenen aydın entelektüel bir kişidir.
Yazar, o kişiye gider, selam verir ve kendisini tanıtır. Adama da kendisini tanıdığını söyler.
Adam biraz şaşırsa da sadece gülümser.
Sonra da Sen Nehrinin kıyısına, bir parka doğru yürürler ve ilk buldukları banka da otururlar.
Sohbet koyulaşınca yırtık giysili adam, yazara;
“Her gün akşamdan sabaha onlarca kişi ile konuşuyorum ama onlar …. Kişisi ile konuşuyorlar, bazen benim ile konuşacak birini arıyorum ama yok. O yüzden ben de böyle yırtık pırtık giyinip, sokağa çıkıyorum. Kendi kendim ile gezip- tozup, kendi kendimle konuşuyorum. Sonra da evimin bahçesinde bir köşeye oturup, çalışanlarından bir kadeh buzlu viski isteyip, düşünüyorum. Sonra yine giyiniyor, sekreterime dilediğim restorandan bir yer ayırtıp, şoförümün de arabayı hazırlamasını istiyorum. O anda kim aklıma gelir ise onu arayıp, gittiğim yeri söylüyor ve orada buluşuyoruz. Uzun uzun karşılıklı sohbet ediyoruz. Her şeyi konuşuyoruz ama ne karşıdaki var konuşmada, ne de ben. Bu giysilerle caddelerde ben olarak dolaşmayı ve kendimle olmayı çok seviyorum. İyiyim, sağlıklıyım ve başarılıyım. Bütün bunları gönülden paylaşacak, o kadar az insan oluyor ki insanın çevresinde. Paylaşmayı seviyorum ama keriz yerine konulmadan tabii. Bunları paylaşacak o kadar az kişi var ki.”
Bir an duraksadı. Derin bir nefes aldı. “Sizi çok sevdim, diyerek devam eder.
“Çünkü beni tanıyabilecek o kadar insan varken çevremde, siz giysilerime değil yüzüme bakan az kişiden biri oldunuz. Bu yüzden, bundan böyle ben size dostum diyeceğim. Uygun bulursanız ve İş yoğunluğumdan zaman bulunca, kendini özler olursa sizi arayacağım. Kendim ve kendisi ile olan iki kişi olarak biz olarak sohbet etmek isterim. İlki, yazın yaşadığım sahil kasabasının birinde, ömrünü takım elbise ve kravat giyerek geçirmiş birisi olarak yer yer kırmızı, sarı, yeşil renklerde güneşten soluk tişört ve şortumu giymeyi çok severim. Sahilde biraz yürüdükten sonra oturup, bir şeyler içeyim diye bir kafeye yönelmiştim. Garson dinlenmeye geldiğimi sanmış olacak ki bana doğru yöneldi. Tam bir şeyler diyecekti ki yüzüme baktı ve ne diyeceğini şaşırarak, “buyurun efendim,” demişti.
Evet, çok garip bir dönem yaşıyoruz. Ondandır bu yazı, birçok sebepten ilgimi çekti. Toplum olarak biz de dünya insanları da, sanırım çok dağıldık.
Okuyup, anlamadığımız yazıların altına anlamsız notlar yazıyoruz. İnsanların yüzüne, gözüne değil kılık kıyafetine bakıp, ona göre davranıyoruz.
Gittikçe iki yüzlü mü oluyoruz, ne!..