Gecenin Atları | Ali Teoman
Yapı Kredi Yayınları, s.34-36
“Zaman dediğin bazen güne haftaya vurulmuyor, sayıma ölçüme gelmiyor hep…”
Oturuma burada son veriyoruz. Somurtkan bir suskunlukla kitap ve defterlerini çantalarına doldurup geldikleri gibi süklüm püklüm çıkıyorlar odadan. Arkalarından bıyık altı bir gülümsemeyle bakıyorum. Onlar için çelişik duygular var içimde. Hem kimi zaman körkütük cehalete varan bilgisizlikleri yüzün. den küçümsüyorum onları, hem de onlara karşı tuhaf bir sempati, hatta nasıl demeli, bir şefkat —evet, evet, doğru sözcük bu olmalı: şefkat— duyuyorum. Bazen düşünüyorum da, öğrencilerim değil, oğullarım olsalardı, onlar hakkında neler hissederdim?
Çok daha farklı mı? Bilemiyorum, çünkü çocuğum yok. Elli yaşındayım ve şimdiye dek hiç evlenmedim. Gedikpaşa’daki aile yadigârı büyük bir konakta tek başıma yaşıyorum. Konu komşu birkaç defa evlendirmeye teşebbüs ettiyse de, hepsini bir şekilde reddettim sudan bahanelerle. Onlar da artık benden kestiler umutlarını. Hani ‘müzmin bekâr’ diye bir laf vardır ya, galiba öyleyim. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, bundan sonra çoluğa çocuğa karışmam da pek muhtemel görünmüyor. Yanlış anlaşılmak istemem, evliliğe karşı olduğumdan değil, ama belli bir yaştan sonra, başka bir insanla aynı evi paylaşamayacak denli kendi alışkanlıklarına bağlanıyor insan. Ben de çoğu kişi gibi gençken evlenseydim, ne olurdu, diye düşünüyorum kimi kez. Yanıt açık ve net: Otuzumda evlenmiş olsaydım, şimdi bildiklerimin yarısını bilirdim. Yirmi beşimde evlenmiş olsaydım, maazallah, resmen hödük olurdum! Bilim uğruna özel yaşamından fedakârlık etmek zorunda kişi..
Evet, belki bir baba-oğul ilişkisi değil öğrencilerimle ilişkim, onlar benim kanımdan değil, ama itiraf etmeliyim, yine de zamanla bir tür güçlü sevgi bağı oluştu aramızda, diğer bir deyişle bir bağlılık, bir alışkanlık… (Zaten her bağlılık aslında bir alışkanlık değil midir?) Gerçi ancak kısa bir süredir tanıyoruz birbirimizi, ama daha şimdiden onlara bağlandığımı hissediyorum ve doğrusu beni alttan alta tedirgin etmiyor da değil bu durum. Bağlılığın hiçbir türünü sevmem. Yaşam bana her bağlılığın eninde sonunda acıyla biteceğini öğretti. Sevgili muhabbet kuşum Hermes, kursağına iri bir darı tanesi tıkanıp öldüğünde henüz dokuz yaşındaydım. Daha dün gibi anımsarım, onu törenle konağımızın bahçesine gömmüş, ardından bir hafta odama kapanıp gizli gizli gözyaşı dökmüştüm; öyle ki, gözlerim şişmiş, burnum kızarmıştı ağlamaktan. Ev ahalisinin beni teselli etme çabaları kâr etmemişti. Bir hafta sonra, âdeta bir cenaze merasimine katılır gibi, yüzümde ağır bir matem ifadesiyle okula gittiğimde, bütün çocukların alay konusu olmuştum tabii. Çocuklar zalimdir. En ufak bir açığınızı yakaladıklarında, dışbükey bir dev aynası gibi, yüzlerce kez büyülterek acımasızca yüzünüze vururlar. Ne isimler takmadılar ki bana: “Sulugöz!”, “Sümüklü!”, “Titrek çene!” hatta “Karı kılıklı tombul!” Bir de hiç unutmam, kafa kafaya verip düzdükleri saçma sapan bir mâni vardı, günlerce peşim sıra dolaşıp durdular koro halinde çığırarak:
Zeus böyle istedi
Dikti nalları Hermes
Bahtiyar aşka geldi
Düzenledi bir kermes
Oysa ben kermes filan düzenlememiştim. Olsa olsa Hermes için küçük bir cenaze yemeği belki… Neyse, geçelim bunları. Geçmişe mazi, yenmişe kuzu… Ama bu elim hadisenin kişisel tarihimde başka bir yeri var: Felsefeyle ilk mütevazı tanışıklığım, sanırım, o zamandı. Allah Baba niye böyle istemişti? Zavallı Hermesçiğin günahı neydi? Bir gün ben de onunla aynı kaderi mi paylaşacaktım? Çocuk aklımla ne kadar kafa patlatırsam patlatayım, yanıtlarını bir türlü bulamadığım, dipsiz sorulardı bunlar. Kim bilir belki de bu yüzden, büyüyünce profesör olmaya karar verdim. Bunda şaşılacak bir şey yok: Yaşama ilişkin önemli kararlar biz henüz çok küçük yaştayken, hiçbir şeyin farkında olmadığımız sırada alınır. Sonrası, bu kararları uygulamak için bir didiniştir yalnızca. Peki sonuçta o soruların yanıtlarını bulabildim mi? Heyhat, ne gezer? Hâlâ ararım… Belki de sırf bu yüzden o zamandan beri evime hiçbir hayvan almadım. Oysa hayvanları severim. Ama onlar için endişe etmekten ise, onlarsız olmayı tercih ediyorum. Hiç olmazsa kafam sakin. Hayvan sahibi olmak, bence, tıpkı çocuk sahibi olmak gibi, ciddi bir sorumluluk yüklenmek anlamına gelir. Doğrusu, halihazır sorumluklarım bana yetiyor, başka kimsenin sorumluluğunu üstlenmek istemiyorum. Ama bu dört öğrenci bir istisna tabii. Onla tez yönetmeniyim —istesem de istemesem de. Haftada iki kez benim odamda bir araya geliyoruz. Dönem başından beri, yani birkaç aydır, birlikteyiz. Olabildiğince yakın bir çalışma içinde geçen aylar bunlar. Benimle teşrik-i mesai ediyorlar, benim rahl-i tedrisimden geçiyorlar. Her biriyle tek tek uğraşıyorum, yanlışlarını gösteriyorum, nasıl düzeltebilecekleri konusunda öğütler veriyorum. Öte yandan, yalnızca benim için değil, onlar açısından da gerçekten çok önemli bir ilişki bu. Uluslararası alanda tanınan gerçek bir bilim adamı nasıl çalışır, nasıl konuşur, nasıl oturup kalkar, buna ilk kez tanık oluyorlar. Onlar için yaşamsal önemde bu, çünkü her ne kadar benim karşımda düpedüz yontulmamış birer odundan pek farkları yoksa da, sıradan birer öğrenci değiller. Tek dertleri babalarının onlara aldığı arabaların motor özellikleri olan, ağzı açık ayran budalası oğlanlardan, kendilerine cebi dolu aptal bir koca bulmak için takıp takıştırıp, sürüp sürüştürüp okula gelmekten başka şey bilmeyen boş kafa yelloz kızlardan çok farklılar. Dördü de kendi fakültelerinden dereceyle mezun olmuş ve ileride üniversitede kalıp akademik kariyer yapmaya kararlı, öğrenmeye ve çalışmaya istekli, idealist gençler, yani nadir bulunan ve itinayla davranılması gereken hassas bir malzeme… Benim görevim onları en iyi şekilde eğitmek ve başarılı bir akademik kariyere hazırlamak. Yüzlerce kişilik amfilerde fakülte derslerine de giriyorum gerçi, bu bir zorunluluk, işimin katlanmam gereken nahoş yanlarından biri; ama asıl hoşuma giden ve bana gerçekten yararlı bir iş yaptığımı düşündürten, bu loş odada bu dört öğrenciyle baş başa geçirdiğim saatler. Benim açımdan belki sıkıcı saatler bunlar, belki zaman zaman gülünç, hatta düpedüz öfke uyandırıcı, yeni bir şey öğrenmiyorum belki, belki bilgime yeni kırıntılar katamıyorum, belki bu saatleri kütüphanede geçirmek benim açımdan çok daha yararlı ve akıllıca olurdu, ama böylelikle en azından bu kutsal mesleğe, Psikolojik Kazıbilim’e olan gönül borcumu ödemiş oluyorum bir anlamda, bayrağı bizden devralacak taze kuvvetlerin yetişmesine katkıda bulunarak…
—