Farklı Coğrafyalarda Üretenler adlı kitapla ilgili söyleşi | Müslüm Kabadayı
RÖPORTAJ
“ÜRETİCİ-YARATICI GÖÇMEN EMEKÇİLER, BARIŞ TOPLUMUNA ÖRNEK OLACAKLARDIR.”
Hatice Elveren Peköz: 2021 yılına, Klaros Yayınları’dan çıkan üç kitabınızla giriş yaptınız. “Yeniden Hayal Kurabilmek” öykü kitabını “Korona Günlerinde Doğal ve Dijital Yaşam-1” günlüğünüz, onu da “Farklı Coğrafyalarda Üretenler” adlı söyleşiler/röportajlar kitabınız takip etti. Emeğinize ve beyninize sağlık diliyoruz. Öncelikle bu üretkenliğinizi kutluyoruz. Son kitabınızla ilgili röportaj yapma önerimizi kabul ettiğiniz için de teşekkür ediyoruz. Sizi ilk kez okuyacaklar için kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Müslüm Kabadayı: 1960’ta Hatay’ın Yayladağı ilçesine bağlı Kışlak Bucağı’nda doğdum. İlkokulu köyümde bitirip Düziçi İlköğretmen Okulu’nu kazanarak, Köy Enstitüsü döneminde burada okuyan komşu köylüm Ali Yüce’nin izinden gittim. Yazmaya orada başladım. A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni 1982’de bitirdikten sonra Trabzon, Antakya ve Ankara’da uzun yıllar öğretmenlik yaptım. Yaşamın Tüm Birimlerinde Yoğunluk Sanat Kitabı’yla başlayan yazdıklarımı yayımlama serüvenim, 35 yıldır devam ediyor. Yayımlanmış 19 kitabımın 6’sı öykü, 3’ü günlük, 1’i sözlük, 1’i röportaj-söyleşi, 1’i gezi-inceleme, diğerleri de araştırma-inceleme yapıtları.
Hatice Elveren Peköz: İlk sorumuz şu olacak size: Kitabınıza neden böyle bir başlık koydunuz?
Müslüm Kabadayı: Öncelikle, kitabımı önemseyerek benimle söyleşi yaptığınız için size teşekkür ederim. Ayrıca, korona salgınının yaşamı sarstığı bir dönemde böyle kitapları kamuoyuna sunan, okurla buluşturan Klaros Yayınları’nı da kutluyorum.
Okumalarımdan ve bazı gözlemlerimden ülkemizden yurtdışına giden yaratıcı ve üretici insanların giderek arttığını, bunların gittikleri ülkelerde başarılı çalışmalara imza attıklarını biliyordum. Ancak, 2000 yılından 2020 yılına kadar ABD, Önasya ülkeleri ve Avrupa ülkelerine yaptığım gezilerdeki izlenimlerim ve incelemelerim, “göç ve göçmen” olgusunu, yaratıcı-üretici insanların hikayeleri üzerinden inceleme fikri oluşturdu bende. Bununla ilgili Suriye Günlüğü ve eşim Sevda Kabadayı’yla hazırladığımız Avrupa’nın Yüzleri kitabımızda önemli değerlendirmeler yapmıştık. 2018’de Sevda’yla gittiğimiz Almanya, Hollanda, Belçika, İsviçre’de görüştüğümüz eğitimci, bilim insanı, sanatçı ve eğitimcilerin çarpıcı hikayelerinden hareketle ve eşimin önerisiyle 2019’da “Farklı Coğrafyalarda Üretenler” başlıklı bir röportaj/söyleşi kitabı hazırlamaya karar verdim. Önce, zorunlu nedenle yurtdışına çıkanlarla sınırlandırmak istedim ama gönüllü gidenler arasından da ilginç hikayesi olanlarla karşılaşınca “yaratıcı-üretici göçmenler” çerçevesinde görüşme-yazışma çalışmalarımı başlattım. Bu insanların çoğunluğu Türkiye’deyken de yaratıcı-üretici çalışmalarda bulunup gittikleri ülkelerde kendilerini geliştirdiklerinden, ayrıca birinci cildimizde yer alan 20 kişinin 10 farklı ülkede bu üretkenliklerini sürdürmeleri nedeniyle “Farklı Coğrafyalarda Üretenler” başlığıyla kitaplaştırmayı uygun gördüm.
Hatice Elveren Peköz: Bu çalışmayı niçin başlattınız? Röportajlardan amaçladığınız neydi?
Müslüm Kabadayı: Öncelikle yurtdışında yaşayan ve eğitim-bilim-sanat-edebiyat alanlarında çalışmalarını sürdüren kırk kişiye “Katılım Çağrısı” yaptım. Bunun için hazırladığım metinde, çalışmamın amacını şöyle yazmıştım: “Farklı Coğrafyalarda Üretenler adını verdiğim bu çalışmamı, daha önce bu konuyla ilgili yapılan yayımlardan farklı kılan ise, mümkün olduğunca 25-30 kişinin yurt dışına çıkma öyküsünü ve orada tutunma mücadelesini anlatmanın yanında, gittiği ülkede bilim-sanat-edebiyat-eğitim veya mesleki bir alanda başarılı yapıtlar verme süreçlerini kamuoyunun bilgisine sunmak, duyarlı okurun ve yeni kuşakların bu hayatlardan ve yaratım süreçlerinden yararlanmalarını sağlamaktır.
Bu farklılıkla birlikte çalışmamın dört temel amacı bulunmaktadır.
Bu insanların ‘göç öyküsü’ üzerinden yaşam deneyimlerini kamuoyuyla paylaşmak.
Yaşama tutunma, mücadele azmi ve yapıtlarıyla başarılı olma istek ve mutluluğunu, okurlara (özellikle de yurt dışında yaşayan Türkiyelilerin gençlerine, çocuklarına) hissettirmek.
İnsanlığa, topluma ve ülkeye katkıda bulunma çabasını öne çıkarmak.
‘Bu insanlar yurt dışına gitmeselerdi ne olabilirlerdi?’ sorusundan yola çıkarak, şimdiki halleriyle karşılaştırıp okura sorumluluk bilinci kazandırmak. Ayrıca, Türkiye’de yönetimlerin yaptıkları yanlışları gösterip bundan sonra böyle insanların göçmelerinin önüne geçecek önlemleri almaları ve yaşanabilir ortamı sağlamaları bakımından duyarlık yaratmak.”
318 sayfalık kitapta yer alan bilgi, olay, durum, duygu ve düşüncelerden hareketle kaleme aldığım “Giriş” yazısında bu amaçlara hizmet eden verilerin olduğunu okur hemen fark edecektir. Dolayısıyla kitap, çalışmamızın amacını yansıttığı için de kendimi mutlu hissettiğimi belirtmeliyim.
Hatice Elveren Peköz: Kitabınızı hazırlarken ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Çıkan sorunları nasıl çözdünüz?
Müslüm Kabadayı: İnsanla yapılan her çalışmanın kendine özgü zorlukları var. Öncelikle çalışmamın koşullarını ve kurallarını oluşturdum. İlk koşul olarak halen yurtdışında yaşıyor olmayı belirledim. Bunun temel nedeni de ülkeye dönen tanıdığım çok kişi vardı ve bunun altından kalkmak çok zordu. Böyle bir çalışmanın da yapılmasının çok yararlı olacağını düşünüyorum tabi. Böylece onların tekrar Türkiye’ye dönmeleriyle karşılaştıkları sorunlar, durumlar ve yaratıcı-üretici çalışmalarını sürdürüp sürdüremedikleri konusu da sorgulanır. Karşılaştırmalı bir göç olgusu değerlendirilir. Buradan çıkacak sonuçlardan da eğitim, bilim, sanat ve edebiyat alanlarında yararlanılacağı gibi toplumsal ve siyasal analizler-değerlendirmeler de yapılabilir.
Çağrıda bulunduğum 40 kişinin büyük çoğunluğu bu çalışmayı anlamlı bulduklarını ve kendilerine gönderdiğim 13 soruyu yanıtlayacaklarını dile getirdiler. Sevindiriciydi. Ancak, zamanla bazıları değişik kaygılarla çalışmada yer alamayacaklarını bildirdiler. Kendilerince haklı nedenleri olanlar yanında, temelsiz gerekçeler dile getirenler de oldu. Örneğin, sorulara samimi yanıtlar verilmeyeceğini düşündüğü için çalışmada yer alamayacağını belirtenler gibi…
Belçika’da yaşayan sürgün ve haymatlos gazeteci Doğan Özgüden, 80 yaşını geçtiği için soruları yanıtlayacak durumda olmadığını, daha önce kaleme aldığı bir metinden yararlanmamı önerdi. İsveç Malmö’de yaşayan Emekli Mineraloji Profesörü Musa Güner, sorularıma yanıt vermek yerine onları da içeren bir metin gönderdi. Ayrıca bazı katılımcıların gönderdiği yanıtları genişletmek ya da ek sorularla zenginleştirmek için yazışmalar yaptık. Bu yazışmalar bazen gecikmeli oluyordu. Dolayısıyla 2020’de yayımlamayı hedeflediğim kitap 2021’e sarkmış oldu. Bu zorlukları aşmamda yardımcı olan tüm katılımcılara teşekkür ediyorum.
Kitabı yayımlayan Klaros Yayınları adına Lokman Kurucu’ya ve kitabın dizgisiyle grafik tasarımını yapan Şafak Özgü’ye çok teşekkür ediyorum. Korona günlerinde kitap yayımlamanın ve dağıtmanın zorluğunun farkındayız çünkü. Kitap, içerik ve düzenleme bakımından verimli olmakla birlikte iki açıdan eksikli yayımlandı. Birincisi, her katılımcıyla ilgili çalışmalarını ve yapıtlarını yansıtan fotoğraflara, belgelere yer verilemedi. Yayıncımız, fotoğrafların baskısının sorunlu olacağını belirtti. O nedenle beş kişinin fotoğraf ve belgeleri yayımlanabildi. İkincisi de, kitabın hazırlık sürecindeki yazışmalardan örnekleyici bir seçki yapmıştım; kitapla ilgili değerlendirme ya da inceleme yapmak isteyenler için bilgilendirici olabilirdi. Dilerim diğer baskılarda bu eksikliği gidermek mümkün olabilir.
Hatice Elveren Peköz: Kitapta röportaj yaptığınız kişilerin alanları ve yaşadıkları ülkeler hakkında bilgi verebilir misiniz?
Müslüm Kabadayı: Kitapta yer alan 20 kişinin hem yaratıcı-üretici çalışmalar yürüttükleri alanların hem de yaşadıkları ülkelerin dağılımı, ilginç bir kompozisyon oluşturmaktadır. Önce adlarını vermek isterim. Soyadlarının baş harflerine göre Murat Altunöz, Ahmed Arpad, Fırat Ceweri, Nimet Çetin, Muhittin Çoban, Doğan Ergüden, İbrahim Eroğlu, Yücel Feyzioğlu, Musa Güner, Aytekin Karaçoban, Aysima Karcaaltıncaba, Özkan Mert, Muzaffer Oruçoğlu, İsmet Özer, Dursaliye Şahan, Sabahattin Şen, Özgür Topsakal, Murat Tuncel, M. Hakkı Yazıcı ve Selahattin Yılmaz. Katılımcıların yaşadıkları ülkelerin dağılımına bakalım şimdi de. 4’er kişi Almanya ve İsveç’ten, 3 kişi Hollanda’dan, 2’şer kişi İngiltere ve İsviçre’den, 1’er kişi de Fransa, Belçika, Norveç, Rusya ve Avustralya’dan. Türkiye’den sadece “beyin göçü” bakımından değil işçi-emekçi göçü açısından da ilk sırada Almanya’nın geldiği dikkate alındığında bu sayıların dağılımının gerçeklikle örtüştüğünü söyleyebiliriz. Bu insanların hem meslekleri hem de yaratıcı-üretici oldukları alanlara gelince, şöyle bir tabloyla karşılaşmaktayız: 3’ü şair, 7’si yazar, 2’si gazeteci, 2’si ressam, 1’i müzisyen, 2’si sağlıkçı, 2’si bilim insanı, 1’i de yazılım mühendisi. Birkaçı birden fazla alanda yaratıcı-üretken olup yazar-ressam, şair-çevirmen, yazar-şair-bilim insanıdırlar. Çoğunluğu, 30-60 yıl aralığında yurtdışında yaşayan kişilerden oluşuyor. Aralarından Musa Güner, ilk kez 1959’da yurtdışına (İsveç) giderken; en son gidenlerden Aysima Karçaaltıncaba 2017’de Norveç’e, 2010’da da Murat Altunöz İsveç’e ve Özgür Topsakal İsviçre’ye mülteci olarak yerleşmişlerdir.
Hatice Elveren Peköz: Göç ve göçmenlik olgusu hakkında düşüncelerinizi, kitaptaki söyleşilerle ilişkilendirerek açıklar mısınız?
Müslüm Kabadayı: Zorunlu ya da gönüllü göçler yanında zorla (savaş, katliam, sürgün, tehcir vb.) ve doğal afetler nedeniyle gerçekleşen göç olgusunun yarattığı travmalar, kuşaklar boyunca sürebilmektedir. Bunların siyasal ve sosyo-ekonomik boyutlarıyla ilgili gerek akademik gerekse demokratik çalışmalar yapılmış ya da yapılmaktadır. Yukarıdaki paragrafta bir örneğini verdiğim zorla göç(ert)me olgusu yanında gönüllü göç örneklerinin de bulunduğu çalışmamızda, başka ülkelere ya da coğrafyalara göçenlerin yaşadığı ilk travma dille ilgili yaşanıyor. Yaratıcı-üretici insanlar, bu sorunu gecikmeden dil kurslarına giderek çözüyorlar. Zamanla o ülkenin radyolarında, televizyonlarında program yapacak; gazete ve dergilerinde yazacak, şiir çevirecek kadar gittikleri coğrafyanın dilini, hatta birkaç dili öğreniyorlar. Özkan Mert ve Aytekin Karaçoban’ın çalışmaları buna örnek. Yücel Feyzioğlu Almanca, Musa Güner İsveççe bilim yapacak kadar dil yeteneklerini geliştiriyorlar.
Eşim Sevda’yla hazırladığımız “Avrupa’nın Yüzleri” kitabımızda ayrıntılarını verdiğimiz bir gerçeğin altını, bu çalışma vesilesiyle bir kez daha çizmek gerekiyor. “Avrupa merkezli bakış”ın bir yansıması olarak Türkiye vb. ülkelerdeki yanlış bir algıdan söz ediyorum. Avrupa, “demokrasinin kalesi” olup Avrupa ülkelerinde insan haklarına ve özgürlüklere büyük değer verildiği yanılsamasıdır bu. Hele hele “sürekli emperyalizm” döneminden geçtiğimiz günümüzde bu algının yanlışlığının daha çok açığa çıkartılması ve kapitalist hiçbir devlette, ülkede eşitlik ve özgürlüğün sağlanamayacağının, aksine dijital sömürü çağında bu ülkelerin “büyük gözaltı” coğrafyalarına dönüşme gerçeği, insanlığın gündeminin başına yazılmalıdır.
İlk gençlik dönemimden, 1970’li yıllardan, günümüze kadar Kuzey Avrupa, İskandinavya ülkelerinin “cennet”liğinden söz edilir. Oysa, Antakya’dan siyasi mülteci olarak İsveç’e gelen gazeteci, şair Murat Altunöz’ün şu anlatımından, bu ülkelerin bir de “cinnet” yönü olduğu açıkça görülüyor: “Haftalar sonra bir gün bizi, bir otobüse bindirdiler; sanırım yaklaşık 50 kişiydik. İçinde her milletten insan vardı; kadın, erkek, çocuklar… Yolculuğumuz 20 saat sürdü ve yolda çoğunu indirip birilerine teslim ettiler. Hagfors adında bir kasabaya 40 dakika uzaklıkta ormanda eski bir binayı kampa çevirmişlerdi, beni ve birkaç kişiyi oraya bıraktılar. Kamptan içeri girdiğimde kar diz üstüme kadardı, soğuktan tir tir titriyorduk. Sonra bizi bir odaya çıkarttılar. 3 kişi daha vardı odada, biri İranlı olup eski bir Komala gerillası idi. Yaşı 60’tı. Diğeri bir Afgan çocuktu ve biri de Filistinli gençti. Hayatımı daha çok Filistinli gençle geçirmeye başladım, daha makuldü ve Arapça konuşuyorduk. Afganlı çocuk, koşullara dayanamayıp sürekli kendini keserdi tuvalette, biz de korkudan onun bayılmasını bekler ve daha sonra kamp sorumlusuna haber verirdik. Bu işkence ve bağırışlar aylarca sürdü. En son onun ölümünü kendi gözlerimizle izlemek zorunda kaldık maalesef. Çok zordu benim için.”
Devamında Murat Altunöz’ün dile getirdiği şu olgu, özelde siyasi mültecilerin, genel olarak da göçmenlerin yaşadığı temel kırılma noktasını dikkatlere sunuyor: “Eşim, 4 yaşındaki kızım ve sadece 3 gün görebildiğim yeni doğmuş kızım Türkiye’deydi. Dönmek istedim defalarca ama dönemedim. Kamp süreci bana bu ülkede çok güçlü olmayı, yaşamı ve başkasını umursamamayı öğretti. Çünkü insanlar yanımda intihar ederken, ben sırtımı dönüp onların ölmesini beklerdim; bunu çoğumuz yapardık; çünkü, bir kez kırıldı mı insan, dönüşü çok zor. Ben ailem için kulaklarımı kapatıp sadece ileriye baktım.” Altunöz’ün samimiyetle anlattığı bu gerçeğin siyasi ve toplumsal çıkarımı şu: Genel olarak egemenlerin (sınıf, zümre, ulus, din) iktidarlarını sürdürmelerinin en önemli yöntemlerinden biri razı etmekse, diğeri boyun eğdirmektir. Boyun eğdirmenin biçimlerinden biri de kişinin yaşamını sürdürmek, yakınlarını-sevdiklerini ya da değer verdiklerini korumak için temel değerlerden, siyasi hedeflerinden, mücadeleden vazgeçmesidir. Avrupa’da farklı coğrafyalardan gelen politik, entelektüel göçmenlerin, sürgünlerin önemli bir kısmı, 1990’lı yıllardan sonra ya gittikleri ülkelerin yasalarına, dayatmalarına rıza gösterip onların çizdikleri sınırlar içinde yaşamayı seçmişler ya da mücadeleden vazgeçmişlerdir. Bunun birçok nedeni, gerekçesi sayılabilir. Rıza gösteren ya da boyun eğen açısından bu olgunun boyutları apayrı bir çalışma konusudur ama siyasi çıkarım olarak altını çizmemiz gereken şudur: Kapitalizm, insanı yaşarken öldürmeyi, yani paraya bağımlı kılmayı hedefler. Dolayısıyla kâr, artı-değer yaratma konusunda zorlukla karşılaştığında “demokrasinin kaleleri” bir bir yıkılır. Bedeli de en çok o coğrafyalardaki göçmenlere, işçi-emekçilere ödetilir. Boyun eğmeyen ya da rıza göstermeyenlere kapitalist Avrupa’nın gerçek yüzünün nasıl gösterildiğinin bir örneğini, İsviçre’de “Yazar Halil Gündoğan’a İsviçre’de kötü muamele” göstermektedir.
Hatice Elveren Peköz: Sizce, günümüzün önemli sorunlarından olan göç ve göçmenliğin geleceği nasıl olacak?
Müslüm Kabadayı: “Göç ve göçmenlik” olgusunun, bu yüzyılda popüler deyimle “yükselen trend” olduğu belirtiliyor. Bilimsel araştırma ve incelemelerden hareketle tarihsel verilerin işaret ettiği, “yükselen trend” göç ve göçmenliğin geleceğinin nasıl kurgulanmasına ve değerlendirilmesi gerektiğine veri sunması, bu çalışmamamızın temel hedeflerinden biri. Önsözde vurguladığım Homo Sapiens’in Neandertel ve Desinovalarla çiftleşerek oluşturdukları biyolojik sentezin, kültürel sıçramalara da yol açmasından hareketle, neolitik dönemden günümüze doğru yaşanan doğal, toplumsal ve kültür değişim ve gelişimlerinin temel özelliğinin, geleceğe de ışık tuttuğunu belirtmeliyim. Dünyanın en eski uygarlıkları Sümer (Dicle ve Fırat nehirleri), Mısır (Nil nehri), Maya (Mezoamerika), Hint (İndüs ırmağı), Çin (Sarı ırmak) nehirlerin suladığı verimli topraklarda biçimlenmişlerdir. En eski kültür sentezlenmelerinin gerçekleştiği Mezopotamya’da, Göbeklitepe’de gerçekleşen kültürel sentezin kaynakları ve yol açtığı uygarlıklar hâlâ incelenmektedir. Farklı coğrafyalardan göç eden toplulukların, kavimlerin sentezlendiği coğrafyalardan biri Fergana Vadisi’dir. İpek ve Kürk yollarının kavşağındaki bu verimli vadiyi besleyen de Seyhun ve Ceyhun nehirleridir. Burada M.Ö. 2000-500 yılları arasında oluşan ve gelişen Androno ile Karasuk kültürlerinin sentezlendiği, aynı zamanda farklı dillerin (Aryen, Prototürkçe vd.) etkileşime girdiği görülmektedir. Bu sentezlenme, bu vadide Fergana, Semerkant, Taşkent vd. kentlerin güçlenmesine vesile olmuştur. Avrupa’da da Ren ve Tuna nehirleri, önemli kültür merkezi olan kentlerin doğmasını sağlamıştır. Bu kentlerde sentezlenen farklı topluluk ve kavimlerin kültürleri, Avrupa uygarlığını doğurmuştur.
21. yüzyılın dünyasındaki kültür sentezlenmesinin en önemli dinamiği göçmenlerdir. Bunların belirleyici ve geliştirici unsuru da, farklı coğrafyalarda yaratıcı-üretici yeteneklerini ortaya koyabilen bilim, sanat, edebiyat, eğitim ve meslek(teknik) insanlarıdır. Bu anlamdaki sentezlenme olgusunu Özkan Mert, iki soruma verdiği yanıtla şöyle betimlemektedir: “Bir şair gözüyle İskandinav ülkelerine gelen göçmenlerin konumu-durumu ve bu coğrafyanın geleceğindeki rolüne nasıl bakıyorsunuz?”
“Bunu, İsveç’teki Türkiyelileri ve göçmenliği işlediğim ‘Ateş Hattındayız Bir Kentin’ şiirimin şu bölümüyle yanıtlayayım.
Günaydın! Günaydın!
Baltık ana.
Senin küçücük kıvırcık saçlı
göçmenlerin değil miyiz biz?
Haydi! Yıka bizi buzlu sularında. Arıt!
Isıt, ısıt bizi koynunda.
Döllemeye geldik seni”
“Gerçekten de altmış yıla yaklaşılan bu göçmenlikte Baltık ana döllenebilmiş midir?”
“Göçmenlik, mültecilik çok yönlü ve kapsamlı bir olgudur. Baltık ana kesinlikle döllenmiştir. Artık yalnız sarışın değil, esmer, kara, kırmızı, beyaz çocukları da vardır. Baltık ana yeni çocuklarıyla, çocukları da Baltık ana ile yaşamayı öğrenecektir.”
Şairin “dölle(n)me”yle betimlediği “ortak yaşam kültürü” ortamının hem zorluklarını hem de güzelliklerini, kitaptaki metinlerden okurun çıkaracağını düşünüyorum.
Hatice Elveren Peköz: Röportajlarda olay, olgu ve duygu bakımından sizi en çok etkileyenleri örnekleyebilir misiniz?
Müslüm Kabadayı: Kitap bu açıdan çok zengin örneklerle dolu. Bir söyleşi kapsamında birkaç örnek vermeye çalışayım. Kitabımızın bu cildinde yer alan kişilerin çoğunluğu zorunlu nedenle yurtdışına gitmişler. Gidiş ve farklı coğrafyaya tutunuş öyküleri farklı olmakla birlikte ortak birkaç önemli noktalarına dikkat çekmek isterim. Zorunlu nedenle gidenlerin iltica süreçlerinde gösterdikleri çaba ve kararlılık, verdikleri mücadele ortak noktalardan biri. Gittikleri coğrafyada tutunurken ilişkilerini ve yeteneklerini, Türkiyelilerin dışındaki insanlarla geliştirmeleri bir başka ortak nokta. Üretken-yaratıcı olmayan topluluk ya da insanların birbirlerini de tükettiklerini görmeleri önemli, bu tuzağa düşmeden yollarına devam etmeleri ve başarmaları çok daha değerli. Bunu 30 yıl Londra’da yaşayan Nimet Çetiner’in e-posta yanıtındaki şu ifadeler somutluyor: “Ben 30 yıldır Londra’da yaşıyorum. Buraya gelmeden önce İstanbul’da yaşıyordum. Bazı insanlarımız gibi ben de ülkemizi, anlaşılamamanın getirdiği sıkıntılar yüzünden terk ettim. Bu süreçte yalnız ebeveyn olarak iki çocuğumla burada ayakta kalma mücadelesi verdim. Aynı zamanda toplum merkezlerinde gönüllü çalışmalarda bulundum. İngilizceyi öğrendikten sonra, devletten borç para alıp üniversite eğitimi gördüm ve iletişim, yanı sıra TEFL (Yabancı dil olarak İngilizce öğretmenliği) konuları üzerine eğitimimi tamamladım. Çeşitli işlerde İngilizce Öğretmeni olarak çalıştım. Bütün bunlar hiç kolay olmadı. Tabiri yerindeyse tırnaklarımla kazıyarak yaşadım hayatı.”
Hollanda’da tutunma ve üretici-yaratıcı yeteneğini geliştirme mücadelesi veren Selahattin Yılmaz’ın anlatımı da çarpıcı. “Ve birinci yılımın sonunda gidip başvurumu yapıp ilticacılar kampına teslim oldum. Tam bir cezaevi… Bir hafta boyunca her gün sabah 06.00’dan aksam 21.00’e kadar küçücük bir odada yüzlerce ilticacı arasında iskemlede beklemek zorunda kaldım. Bir ara tesadüfen orda görevli bir doktor beni görüp yanıma geldi ve benim aslında daha farklı muamele görmem gerektiğini, benim için istirahat edecek bir odanın orda olduğunu ve bunu kamptaki müdüriyete şikayet edeceğini söyledi. Şikayet etti de, bana yardımcı olmak için. Ama doktor gidince, bu şikayetten dolayı beni kamp yetkilileri her akşam, herkes yatağa götürüldükten 45 dakika sonra beni yatağa götürdüler.”
Selahattin Yılmaz’ın kamptan sonraki ilk izlenimleri de şöyle: “Benim nezdimde Hollanda ve Avrupa’daki sistemi, insan haklarını tartışıyorduk. Engelli olmama rağmen buradaki yetkililerin bana nasıl kötü davrandığını anlamıyorlardı, bunu sürekli sorgulamaya başladılar. Bana oturum vermeme gerekçeleri paraydı. Arkadaşlarım da Avrupa’nın bu kapitalist yönünü, somut olarak benim aracılığımla görme kıyaslama şansına sahip oldular. Sistemi hep sorgular konuşma ve tartışmalarımız oldu.”
Ellili yaşlarda Rusya’ya çalışmak üzere giden M. Hakkı Yazıcı’nın, günlüğüne düştüğü ilk not şöyle: “Yastığa başımı koymadan önce düşünüyorum. Çok endişeliyim aslında. Bu halime bakmadan bir de içimden meydan okuyorum: Ve işte geldim Moskova… Sen mi beni yiyip bitireceksin, sırtıma yere getireceksin, yoksa ben mi seni? Yoksa dost mu olacağız? En iyisi dost olmak… Bu yaşta atıldığım macera akıllı işi mi zaman gösterecek.” O zaman on yılı aşkın sürede gösterir ki Yazıcı, burada hızla dil öğrendiği gibi Rusça yazılar kaleme alacak aşamaya gelir. Yazarlığını geliştirir ve kendisinde daha iyi Rusçayı konuşan torunuyla yaşamaya başlar Moskova’da.
Murat Altunöz, İsveç’e siyasi göçmen olarak gidişinde ilk yaşadıklarını şöyle dile getiriyor: “İsveç’e ilk geldiğimde tamamen yeni doğmuş bir çocuk gibiydim. Burada olduğum için sevinçliydim ama belirsizlik dolayısıyla tedirgindim. Çünkü bu ülkeyi tanımıyordum, dilini bilmiyordum, yaşamını bilmiyordum. (…)Toplama kampı diye adlandırılan bir kampa yerleştim ilk önce; farklı ülkelerden gelmiş onlarca insan vardı. Hepsinin bir amacı vardı, o da bu ülkede kalmaktı. Bir yer yatağına dört kişi düşüyordu ve uzanıp yatmak imkansızdı. Bazen sırtımızı birbirine verip öyle uyumaya çalışırdık. Çok soğuktu, benim gibi artı 30-40 derece sıcaklıktan gelen bir insan için burası tam bir felaketti.”
Fransa’ya giden şair Aytekin Karaçoban’ın Paris’te karşılaştığı ilk sahneler, kültür farklılığının bakış açılarını ne denli etkilediğini göstermesi bakımından ilginç. Şöyle anlatıyor: “Saint Michel semtinde ilk kültürel dersimi alıyorum. Sokak ortasında kimseye aldırmadan öpüşen sevgililer vardı. Hiç alışık olmadığımız bu görüntülere çok dikkatle bakmış olmalıyım ki, arkadaşımız kibarca uyarıyor: ‘Burada sokak ortasında sevgilinle sarılıp öpüşmek ayıp değil. Ayıp olan onlara bakmaktır. Israrla baktığını fark ederlerse seni azarlayabilirler.’ diyor. ‘Fotoğrafımızı mı çekeceksin?’ derlermiş. Gerçekten de bu güzelliklerin fotoğrafını çekiyor, belleğimdeki küçük aynaların bir köşesine yerleştiriyordum. Birkaç gün sonra bir ders daha alıyorum. Diyarbakır’dan bir arkadaşımız olan Faysal’la Paris’te karşılaşmanın sevinciyle yolda yürürken koluna giriyorum. Usulca kolumdan sıyrılırken, ‘Bizde olduğu gibi burada erkekler kol kola yürümezler. Bunu yapanlar yalnızca eşcinsellerdir. Aman ha, millet bizi ‘homo’ sanacak!’ diyor gülerek.
Hatice Elveren Peköz: Yanıtlarınız, kitabın birçok açıdan okunması, irdelenmesi ve geleceğe ilişkin dersler çıkarılıp politikalar üretilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Okuru çok, etkisi zengin olsun. Bu arada ikinci cildini hazırlamaya başladınız mı?
Müslüm Kabadayı: Hatice Elveren Peköz, Yazı Atölyesi adına edebiyat ve sanatımıza ciddi katkılarda bulunuyorsunuz. Size teşekkür ediyorum.Kitabın ikinci cildi için hazırlıklara başladım. Umarım ve dilerim ki onu da okurla buluşturmak mümkün olur. Duyarlı bilim ve siyaset insanlarının emeğiyle bu alanda yeni kapıların açılmasına vesile olur.
Yazı Atölyesi: Zaman ayırdığınız için biz teşekkür eder, yazım yaşamınızda başarılar dileriz.