Fareyi Ona Yedirin | Yelda Karataş
‘Hiçlikten hiçlik çıkar.’
Lucretius
‘Doğa
bilincini insanda tanıdı’ diyor düşünür. İşte doğanın bu bilinçli yaratığı,
aklını duygularının karşıtı ilan ederek, bilinci ile kurabileceği en büyük
cehennemi yarattı…
Oysa duyguları bilinçsiz değildir insanın…
Refleks değildir ki kalbin içindekiler: Duygularımız aklın karşıtı değildir. Gönül gözünün karşıtı değildir hayatın gözü. Ancak zorunluluğun bilincine erdiğimiz özgürlüğü gösteren güç, yalnızca akıl değil, sezgi ve deneyimle beslenen duyguların keskin görüşüdür. Kalbi, aklın karşısına koyan burjuva felsefesi, sınıflı toplumun ekonomik alt yapısının yarattığı değer çarpıtmalarının değer biçmeleri ile kurar inanç sistemini…
Yaşadığı çağın ürünü olmayan bir ‘saf ve ilahi’ insan yaratır ve bu yapıyı kavramlaştırır, sanat ve bilim aracılığıyla. Elinin altındaki bilim ve sanat insanlarıyla da bu ‘tez’ini kanıtlamaya çalışır.
Burjuva ahlakı değer kavramının temeline ölçü olarak insan ve değerlerini değil, metanın değişim değerlerini koyar… O nedenle; aşkın karşısına kini, nefreti, etiğin karşısına ahlak’ı…
Bu kavram kargaşası ve ürettiğine yabancılaşmış insan ruhu karşısında sevgi ve aşk, çoğu zaman yalandır çağımızda, ama imkânsız değil.
Burjuva değerlerinin yarattığı erkek, önce erkektir. Sonra bir ulusu ve dini vardır. İnsan oluşunun değerleri bunlara sıkı sıkıya bağlıdır. Hatta reddedişini bile bu değerler üzerinden yapar… Kim olduğunu değil, kim olmadığını söyleyerek başkaldırdığını sanır…
Aşkının değerini belirleyen güçlü bir değişim değeri daha vardır: Yaşı, yani gençliği… Yaş gençlikle en yüksek değerini bulur burjuva toplumunda. Yaşlandıkça bir dişinin değeri düşer. Yaşlanmış bir dişinin gençlik özlemini pahalı bir sektörle tatmin eder: Kozmetik…
Estetik
görüntüsünü değiştirerek değerli olduğu yanılsamasına kapılmış bir kadın ordusu
yaratır. Yaşını başını almış bir kadının kendinden genç biriyle olmasını
bağışlamaz burjuva ahlakı. Aşk pazarı kurallarına aykırıdır…
Burjuva toplumunda gençlik sanki hiç yaşlanmayacak gibi yaşar. Çünkü sistem
varlığını güvenle sürdürmek için, kandırılması daha kolay toy iş gücüne, ham
gençliğe ihtiyaç duyar… Gençlik yüce bir değerdir ve histeri halinde
ölümsüzlüğü arar!
Sevmenin karşıtı sandığı çarpık bilincinin ürünü kinini beslemek için erkek egemen değerlerine ‘katli vaciptir’i ekler.
Sevilmeye değer olan şey nedir konusunda bizi aydınlatacak gerçek sanat yapıtlarıyla önümüzü kesmiştir çoktan…
Manzume yazan öyle çoktur ki şiiri ve şiirsel değerleri unutur geniş kitleler. ‘ Best Seller’lar öyle çoktur ki gerçek edebiyat yapıtlarını okumaz olur insanlar.
Televizyon, kültür dağıtır. Bir günlük ‘pop sanatçısı’ besler ve tanımlar. Mozart ancak, cep telefonlarının acılı tonu olur hızla ruhunu yitirerek…
Etik birey yaşantılarının örneklerini hayatın içinde mucize olarak görebildiğimiz bu vahşet çağında, şiir, roman, resim, müzik… yapıtlarından kısaca sanattan başka yol göstericimiz yoktur aslında. Onun içindir bu sanat adına üretilen maskaralık ve sirk karmaşası.
Aşk, özneye özgürlüğünün bilincini ve bencilsizliği öğreten aşk ve bir o kadar ben ve biz olan aşk. Herkese ve her şeye karşı sorumlu olan O Kalp; o kurtsuz elma kayıptır.
Etik
birey yaşantısını tanımayanlar Orwel’in öngörüsüyle 1984’ de kinle haykırırlar
: O fareyi ona yedirin…
İktidara karşı durabilecek en büyük silahın aşkları olduğunu söyleyen bu
insanların bilincine ne olmuştur bir yüzyıl içinde?
Bilinçsiz acıların arabeskleştirdiği birey, ‘sevdim öldürdüm, namusum en değerli değerdir’ diyen ama o namus değerinin hangi insani değerin karşılığı olduğunun bilincine ermeden yaşayan sürü bireyi, sevgi sözcüğüne kendi duygularının değer bilinciyle inanmış değil, inandırılmıştır!
Asla
incitemeyeceği kadar değerli bulduğu bir şeyi bir an için olsa acıtmak bile,
kendini acıtmak değil midir? O kendinden ‘ayrı’ mıdır?
Ya da kendisi ondan? Aşkını, kini değer olarak ele alıp tanımlayan,
Onu sisteme (İktidara)teslim eder…
İnce Memed ağlar işte o zaman gençliğimize!
Ötekinde sevilmeye değer tek bir şey görür: Kendi istediği bir şeyi yaratma fırsatı… Onun taşıdığı insan değerlerine bir an dikkat etmez.
Kimsenin kimseyi evcilleştirecek sevgisi kalmadığı için ‘öteki’ni hızla öldürüyoruz. Daha sevmeyi öğrenmeden, nefretle kendimizi ve değerlerimizi var ediyoruz…
Aşk da pazar için üretiliyor artık…
Kinle,
kıskançlıkla… doğmuş bir yaratık mıyız? Yoksa ilahi kötülüğü ve iyiliği baştan
tanımlayıp, bir oyunun içine mi atıyorlar bizi?
Buna inansaydı Camus intihar ederdi. Zweig’ın umudunu yitirmiş inancının son
umut eylemi olasılığı hep karşımızda…
Bazıları ise, Dostoyevski gibi karşı duruyor Büyük Engizisyoncu’ya: Biletini geri vererek…
Camus’un Veba’sında ise bambaşka bir aşk tanımıyla karşılaşırız: Veba en son, sevgilisinin canını isteyecektir ondan. O da sevgilisinin bu kentte vebaya karşı direnebilecek en güçlü insan olduğunu bilmenin bilinciyle, sevilmeye değer olan için hayatından vazgeçer; benim canımı alın, sevdiğim kadın yaşamalı der Veba’ya.
Veba
diyetini alır ama kaybeder.
Veba’nın kaybettiği yer: İnsan sevgisinin hası; bir insanın bir diğer insana
hayatını verebilecek kadar duyduğu güvendir. İnandırılmış değil, inanmış bir
bağımsız bireyin kahramanca yaşantısıdır.
Yoksa neden sorsun ki Hemingway: Çanlar Kimin İçin Çalıyor?
Yoksa, aynı ırmakta iki kez yıkanılmayacağını söyleyen Heraklitos’u onaylayan Lucretius’un dediği gibi: “Ex nihilo nihil fit.”Değil mi?
Yelda Karataş
2009, 2019
Fotograf: Kardelen Gül