“DUR” DEMEYEN KIZLAR
Öldürmeyen büyük bir “birlik” için, durmaya ve hatırlamaya o kadar çok ihtiyacımız var ki.
Uçurumun kenarında dev bir ağaç. Bu ağacın iri bir dalı, uzaktaki tepelerin omuzlarına uzanan güçlü bir kol gibi yere paralel büyümüş, beraberce aşağıdaki körfezi izliyorlar. Ağaç sanki bin yaşında gibi ama belki seksen yaşında. Ona sormak gerek ama ulu ağaçlara yaşı sorulmaz.
Zamanı gelince bir cengaver bu ağaca tırmanıyor. Yüksekteki meşhur dala ulaşınca, elindeki halatı aşağı sarkıtıyor. Ürpertici Hıdırellez salıncağı böyle kuruluyor. Şimdi sıra sallanmakta.
Köy kızları bu salıncağa tek tek oturuyor ve aşık oldukları oğlanlar tarafından sallanıyorlar. Sallanma hızlandıkça, salıncak uçurumun kıyısından yükselmeye başlıyor. Sallanmanın hızı kız ve oğlanın aşklarının göstergesi.
Çoğu çiftin yüreği bu deliliğe dayanmaz. Ama bazıları o kadar gözüpek çıkar ki izleyen herkes çığlıklar atmaya başlar. Oğlan halatı çektikçe çeker, kız bir türlü “Dur” demez. Sonunda salıncak öyle havalanmaya başlar ki, kız ellerini bıraksa başka bir dünyadan gelmiş bir melek gibi körfezin lacivert sularına kadar uçacak sanırsınız.
Burası Şahinyurdu Köyü. Büyükbabamın altmış beş yıl önce terk ettiği, hâlâ bazı uzak akrabalarımızın yaşadığı bir dağ köyü. Orhangazi’den Gemlik’e doğru giderken sağdaki yüksek dağlara dikkatle bakarsanız, en yüksek dağın tepesindeki (terk edilmiş bir Amerikan radarının altında) köyü görebilirsiniz.
Seksenli yıllarda köyde herkes Bulgarca konuşuyordu. Oraya ilk gittiğimde kendimi yabancı bir ülkede sanmıştım. Kırmızı yanaklı, sarışın mavi gözlü gürbüz köy çocuklarını Heidi ve Peter’e benzetmiştim.
Facebook icat olunca belleğimin bana yaptığı oyunlarla karşılaştım. İstemediğim şeyleri nasıl da unutmuşum. Kendi rezilliklerimin, aptallıklarımın, yenilgilerimin üzerine nasıl da süngerler çekmişim. Benim aklımdaki bir anı, yıllar sonra buluştuğum bir arkadaşımın belleğinde bambaşka evrilmiş. Belli bir olayı iki taraf da hatırlıyor ama her iki taraf da bambaşka (ve hep kendi ‘ben’lerini kayırarak) anlatıyor. Anılar bir süre yan yana gidip, sonra ayrılan iki tren gibi ayrı rotalar izlemiş. Peki hangi rota doğru?
Salıncak geleneğinin bin yıllık olduğunu söyledi köylü bir dede. “Dedecim siz kaç yıldır buradasınız?” diye sordum. Dede biraz düşündü ve “Seksen” diye yanıtladı. “Daha eskisini nereden biliyorsun?” diye sorunca gözlerini suçlulukla çevirip “Öyle diyorlar” dedi.
Bu konuşmayı yaptığımda 1995 yılıydı. Doksan beşten seksen yıl önce bu köy aylarca bomboş kaldı.
Annem ninesinden duyduğu bir anıyı anlatmıştı. Bir Ermeni köyü olan Şahinyurdu’nun tüm ahalisini aşağıdaki dere kıyısına götürmüşler. Sonra bir “birlik” gelmiş ve yarım saat içinde çoluk çocuk, kadın erkek tüm Ermenileri öldürmüş. Bin yıldır o köyde yaşayan insanların kanları, bin yıldır tarlalarını sulayan dereyi kırmızıya boyamış.
Bu cinayetler işlendikten ve “birlik” beraberlik içinde çekip gittikten sonra kuşlar uçmaya, otlar büyümeye devam etmiş.
Yaklaşık bir yıl sonra bir sabah annemin nineleri, o zaman Bulgaristan’da olup sonradan Yunanistan’a geçen bir köyden aylarca yürüyerek bu dağ köyüne ulaşmışlar. Devlet memuru olduğu söylenen genç bir adam her aileyi bir eve yerleştirmiş. El yazısıyla zabıt tutulmuş. Büyük büyük ninem şarap testilerini mundardır diye atmış; ilk akşam yemeklerini bir yıl önce bırakılmış sahipsiz tabaklarda yemişler.
Yunanistan’da atalarımın göç ettiği köylerin izini sürdüm. Çalılar arasında kaybolmuş eski bir Türk mezarlığı buldum. Ölmüş mezarlık bir derenin kıyısında, Osmanlı işi bir köprünün altındaydı. Köprünün altındaki durgun suya baktım.
Çocukken izlemeye zorlandığım kurban kesme törenlerinde bir oyun keşfetmiştim. Gırtlağı kesilmiş kurban can çekişirken ben birkaç metre ötedeki bir kuşa, bir sineğe veya yerdeki karıncalara bakardım. Bir hayat ölürken, binlercesi hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ederdi ve bu beni rahatlatırdı.
Birinci Kapitalizm Savaşı’nda dünyanın burasında garip şeyler oldu. Birkaç yıl içinde milyonlarca insan birbirini en vahşi şekilde öldürdü. Makedonya’dan Şam’a kadar tüm ırmaklar, kardeş kanıyla kıpkırmızı oldu. Utanç ağır gelince, unutmanın temellerinden yeni ve çirkin binalar yapıldı. Kimsede aynaya bakacak yüz olmadığı için, herkes kendi “facebook”unu yazmaya başladı.
Unutmak belleğe karşı kazanılmış bir zafer mi? Bu sözü ben mi uydurdum, yoksa Kundera’dan, Mintzuri’den, Andriç’ten veya Uzun’dan mı okudum?
Şahinyurdu Köyü, şu sıralar pek çok Güneydoğu köyünden daha yoksul. İnsanlar birkaç on yıl öncesine nazaran kat kat daha dindar çünkü daha umutsuz. Hemen hepsinde cahil yoksullara özgü, hedefsiz bir öfke var. Çocuklarını askere yollarken gitgide daha görkemli gösteriler yapıyorlar. Her şeyi çoktan unuttukları için, yeniden yaşayabileceklerinden zerre korkmuyorlar.
Sevgilisine “Dur” demeyen gözüpek peri kızları hâlâ o köyde mi yaşıyorlar, bilmiyorum. Bütün bunlar gerçekten oldu mu, emin değilim.
Hatıralar kafamda bir sarkaç gibi sallanıyor. Görünen o ki “dur” demeyeceğiz. Unuttuğumuzu sadece “sanacağız”, farklı yerlerde hepimiz kendimizi kayıran hikâyeler yazacağız.
Öldürmeyen büyük bir “birlik” için, durmaya ve hatırlamaya o kadar çok ihtiyacımız var ki.
Yazı Atölyesi