Baba, ağrılı yüreğiyle sürüklenen bir “Vatandaş”tı.
Olmayan toprağına her gün ölüm ekilenlerden biri…
Bahara dönük güzel günlerden biri…
Doğanın üreme duygusu verdiği, tüm canlıların sesinin yaşama karışacağı anda, kapının önüne yeşil bir cip yanaştı. Önce sürücü er, sonra uzun boylu bir subay indi.
Geceyi ineğin yanında geçiren baba, yeni doğan buzağın ayağa kalkmasına yardım etti. Onu emdirmeye çabalarken duydu araba sesini. Doğumun güçlüğünden, hayvanın böğürtüsü ev halkını da uyutmamıştı. Köyün çıkışındaki camiden okunan sabah ezanı, acı bir haberin duyurusuydu sanki…
O gün, göçle gelen kuşlar bile yastaydı.
Coşkuyla daldan dala konacakları yerde, akasyanın henüz yeşillenmeyen üst dallarına tünemişlerdi. Erken çiçeklenmeye hazır badem ağacı da güneşe küsmüş gibi salınımsız, kavaklarınsa boynu büküktü. İnsanlara alışık, üremeye aday kösnül kedilerle köpekler, ağırlaşmış devinimleriyle şaşkın bakıyorlardı insanların yüzüne.
Dümdümlerin, bin bir çeşit çiçeklerin, yeşerip boy veren otların salgısında bile hüznün kokusu vardı. Sekisiyle az yüksekte kalan sıvanmamış kerpiç evin küçük penceresine bayrak asılmıştı. İçeride, ananın ağıdına eşlik eden kadınlar; tezek kokulu odada birbirine sarılıp dizini dövüyor, yanık sesleri tarlalara giden son evden bile duyuluyordu.
Erkekler, sarma sigaraları içlerine derin derin çekip tüttürerek, köy kahvesinden getirildiği belli beyaz plastik sandalyelerde sessizce oturuyorlardı…
O gün, tüm ülke yastaydı… Arkası kesilmeyen ölümlerin, oğullarının dönüşünü bekleyen ana babaların kalp çarpıntılarının hızlandığı günlerden bir gündü…
Aldığı acı haberle yıkılan baba, kalabalığın arasında iyice küçülmüş, omuzları çökmüştü. Çevresindeki kameralara ürkerek baktı. Üzgün görünmemeye ve dik durmaya çabalıyordu. Bir yandan da komutanın kolunda sürüklenir gibi nasıl yürüyeceğini bilemedi.
Toplu cenaze töreninin ardından, yetkililerin her törende yineledikleri konuşma bitince“Vatan Sağ olsun!” denildi hep bir ağızdan… Ağrısını içine gömerek adam da titrek sesle haykırdı aynı sözleri.
Hekim görmemiş seyrek dişleriyle yoksulluğu, iç sızısı kavruk yüzüne yansımıştı. Ağlamalı mıydı? Hayır. Onurlu durmaya çalışarak oğlunun arkasından yürüdü. “Vatan sağ olsun!” derken sesinin tınısından, verilen şehit babası rütbesinin gururu mu yoksa içinin yarası mıydı anlaşılmıyordu ama sözünün içten olduğu hüzünlü yüzünden okunuyordu.
Yakınları tarafından yoğun duygusallık kokan, yetkililerinse görev gereği katıldığı asık suratlı tören bittiğinde, herkes kendi acısıyla baş başa kaldı…
Gün içinde acıyı paylaşanlar, üstlerinde kalan son ağırlığı ertesi gün yeniden kuşanmak üzere bu küçük eve bırakıp gitti.
Ayağa çoktan kalkan ahırdaki buzağı, durmaksızın zıpladı ve emmek için anasının sıcak karnına sokuldu…
Tüm gün suskun kalan baba, oğlunun gülümseyen yüzüyle bakan fotoğrafını bağrına bastı. İçindeki yangının ateşi dayanılır olmaktan çıkmıştı.
“Vatanım da geleceğim de sendin yavrum!” diyerek bağırdı. Haykırışından ürken gece kuşları gökyüzüne yükselerek, bu topraklarda içleri yanan başka evlere doğru, kanatlarıyla dövünerek uzaklaştı.
Geride, yoksul evin acılı yalnızlığı ve cılız ışıkları kaldı…