Aşk, Edebiyat, Siyaset ve Adil Okay | Kadir Can Aydemir
Bu yazıda -ki eğer şimdiye kadar okumadıysanız- tanıtımını yaparak okumanızı önereceğim kişi, şair-yazar-fotoğrafçı Adil Okay’dır. Ve bu yazıda amacım, yazar hakkında genel bir değerlendirme yapmak olacaktır. Çünkü yazar, sık sayılabilecek ürün verme kapasitesi nedeniyle genel bir değerlendirmeyi hak etmektedir.
Okay ile tanışıklığımız 15 yıl kadar önceye dayanıyor. Yani bir hayli uzun süre… İlk olarak şiirlerini, öykülerini okumam, sonra şiirlerime yaptığı ustalık, sonrasında da hızla gelişen dostluğumuz; hep çok katmanlı, birikimli ve eğlenceli geçmiştir. Şimdi kendisiyle ilgili bir değerlendirme yapabilmem için, Okay’ın hayatını kısaca anlatmam gerek. Çünkü yazdıkları yaşamından bağımsız değil. Ve yaşamı -tıpkı yazı macerası gibi- filmlere konu olabilecek hız ve esrarengizlikte.
Öyleyse başlayalım.
Adil Okay; 1957’de Antakya’da doğmuş ve yaşadığı şehrin bilgeliğini, coşkusunu içine sindirmiş bir insandır. Daha çocukluğundan itibaren içine girmiş olduğu atmosfer, tam bir sanatçı oluşturma kuluçkasıdır sanki. Zira babası da şair-yazardır. Annesi ile babası, kendisi 12 yaşında iken ayrılmışlar. Babasının yanında, nenesinin gözetiminde büyümüştür, bir abi ve kız kardeşiyle birlikte. Çocukken yaz tatillerinde çıraklık yapar Adil Okay, sporu da ihmal etmez. Ortaokul döneminde babasından edindiklerini arkadaşlarına “satarak”, ilk siyasi tartışmalarına başlar. Çevresinden da kaynaklı sol çevreyle teması giderek artar. İlk yayınlanan şiiri, 13-14 yaşlarına denk gelir.
Dersleri pek de iyi değildir, hep ikmale kalır. Fakat üniversite sınavlarında başarılı olur. İlk kazandığı üniversiteye, İstanbul Yıldız Makine Mühendisliğine lise sonda tek dersten takıldığı için gidemez. İkinci yıl yine kazanır sınavı. Adana’daki Çukurova Üniversitesi İşletme bölümüne gider. Sene 1975- 1976, yani Türkiye siyasi tarihinin en hareketli yılları. Bu dönemde Okay, sınıfsız ve sınırsız dünya özlemine iyiden iyiye bağlanmış ve mücadelede yerini almıştır. Dönemin de ortamı gereği kendini eylemlerin içinde bulur. Adı, Akademide öğrenci liderleri arasında anılır. Bu nedenle karanlık güçler tarafından pusuya düşürülür, kurşunlanır, şans eseri sağ kalır. Ardından Adana ve Ankara cezaevlerinde mahpusluk hayatı başlar. 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce ise Adana cezaevinden firar eder. 1981’de yurtdışına kaçar. Bir süre Lübnan ve Filistin kamplarında kalır. 1983’te ise Fransa’ya yerleşir. Burada çeşitli işlerde çalışırken bir yandan da çocukluğunun uğraşı olan edebiyata, “yeniden” ve kaldığı yerden devam eder. Dergi çalışmalarının ardından ilk öykü (Mültecinin Bunalımı) ve şiir kitapları (Yeşillerini Giyin de Gel) okuyucusuyla buluşur.
20 yıl sonra sürgünden dönen Okay, çeşitli ödüllere de layık görülerek, neredeyse her yıl şiir, öykü, deneme, tiyatro, anı-belgesel, inceleme, roman gibi edebiyatın hemen her dalında, yeni bir kitap yayımlar. Adeta gençlik döneminde siyaset dolayısıyla ilerletemediği edebi yaşamının diyetini, sürgün sonrasında çıkarma gayretindedir. Son kitabı olan “Arkası Yarın” adlı romanı ile birlikte bu sayı 18’i bulur ve bu sayıya bizzat kendisinin başını çektiği, çeşitli etkinliklerle ortaya çıkmış olan “ortak” kitaplar dahil değildir. Hayat hikâyesine biraz dikkat edecek olursanız, yazarımızın şu temel özelliklerini gözden kaçırmazsınız: Cesaret, mücadele azmi, kendine güven, ısrar ve cüretkârlık. Zaten vermiş olduğu eserlerde de bu özellikler görülür. Yani yaşamdaki duruşu, edebiyatını birebir etkilemiştir.
“Yolcu” adlı öykü kitabı
2005 yılında çıkmış 6. kitabıdır ve benim de favorimdir. Çünkü en temele inersek, öykünün (aslında tüm edebi türlerin) temeli sözcüktür; sonra cümle, sonra paragraf, sonra da anlatım becerisi ile birlikte, öykünün kendisi oluşur. İşte tüm bu edebi öğelerin birlikteliğini, bu kitapta fazlasıyla görebilirsiniz. Cümlelerin duruluğu, anlatımın akıcılığı, sizi alıp götürecektir. En azından bende öyle oldu. Siz de deneyiniz.
Kitaptaki öykülerde sürgünde yaşayan devrimcilerin hayatı üzerinden insanı, toplumu ve dünyayı yorumlama çabası görülür. (Kendi hayatı ile olan koşutluğa dikkat ettiniz sanırım.) Devrimciler – sosyalistler demişken, bence de onlar, edebiyat alanının en özgün karakterlerini oluşturmaya adaydırlar. Çünkü toplumun her türlü maddi ve manevi anlayışını sorgulayan bu insanlar, yaratacakları dünyanın ilk pratiklerini de yaşamlarıyla sunmaya – sınamaya çalışırlar. Ve dolayısıyla edebi metinlerde birer karakter halini aldıkları vakit -diğer her şeyle birlikte- “insanın kendisini” de sorgulamaya açmış olurlar. Eeee, tüm edebi metinler de özünde insanı sorgulama üzerine değil midir? Bu bağlamda Okay, “içeriden” biri olarak, bu dünyayı, gayet edebi bir şekilde sorgulayıp sunmuştur.
12 Eylül ve Filistin Günlüğü:
Bu kitap yazarın, bir dosyanın arasında, bilmeden, 25 yıl boyunca dolaştırdığı günlüğüne dayanıyor. Bu günlüğü bulduğu zaman, hazine bulmuş gibi sevindiğini belirten yazar; bu notları derli toplu kitap haline getirmek için eski yoldaşlarının izini sürer, onlarla söyleşiler yapar ve sonunda bu anı-belgesel kitabını ortaya çıkarır. 1981-83 yıllarını kapsayan bu dönem kitabı, 78 döneminin “acıyı ti’ye alan gençliğinin”, öz yaşam öyküsüdür. Bu kitapla birlikte, şu gerçekle bir daha yüzleşiriz: Devrimciler, gerçek anlamda birer anti-emperyalisttirler ve İsrail zulmüne karşı göğüs göğüse savaşan tek sosyal grupturlar. Kitabı okurken kimi yerlerde savaş filmlerini aratmayan bir macera serüvenine, kimi yerde boğulurmuş gibi sıkılmaya, kimi yerde de coşkulu olmaya hazır olun. Çünkü yaşananlar bir umudun mücadelesi, bu uğurda kaybedilenler ise bu umudun yıldızları olmuştur!
Konuşan Fotoğraflar:
Okay’ın bu kitabı 2008 yılında yayınlandı. Bu kitapta, yıllar içerisinde, yazarın yolculuğuna tanık etmiş fotoğraflara, yine bizzat kendisinin yazdığı hikâye ve şiirler eşlik eder. Daha ne olsun?
Arkası Yarın:
Bu kitap 2017 yılında yayınlanmış, Okay’ın ilk ve tek romanıdır, daha doğrusu anlatı-romanı. Bizzat ben, yıllarca, kendisinin “Yolcu” adlı öykü kitabını da referans göstererek, ondan bir roman yazmasını istemişimdir. Bu kitabın taslak halini bana yollayıp yayınlanmadan önce fikirlerimi almak istediğinde de doğal olarak çok sevinmiş ve heyecanlanmıştım. Ama gördüm ki bu benim beklediğim anlamda bir roman değildi. Peki, nasıldı? Bir kadın ve erkeğin karşılıklı diyalogu ile başlayan, ardından ilerleyen bölümlerde bu diyaloga mektupların ve şiirlerin eşlik ettiği bir anlatı. Roman taslağını okuyunca Okay’a önerim; bu metni klasik bir romana dönüştürmesi yönünde oldu. Ya da en azından diyalogu sürdürenlerin başına erkekse “erkek”, kadınsa “kadın” yazmasının şart olduğunu belirttim. Fakat yazımın başında, yaşamını anlatırken söylediğim gibi, karşımızdaki yazar; cesur ve cüretkâr biridir, kafasında olanı gerçekleştirir. Öyle de oldu. Peki, ne oldu? Kitabın bu şekli ile okur, diyaloglarda, kimi zaman kimin kim olduğunu anlayamıyor. Ancak ilerleyen bölümlerde konuşmalardan seziyor, okumaya çalışıyor. Değilse -ipin ucunu kaçırırsa yani- kimin kim olduğunu tekrar kaybediyor. Bu diyaloglar genelde aşk, yaşam, evlilik, bağlılık, cinsellik gibi temel konuların yanında kültür, edebiyat ve siyasete de açılıyor.
Romanın bölüm adları da ilginç: Üç vakit önce… Üç vakit sonra… Ara bölümlerse şöyle: Eylül, ekim, kasım, aralık, ocak, şubat, mart, nisan, mayıs, haziran, temmuz, ağustos, eylül. Anlatım dili olarak “farklı” bir şeyler denemek istediği belli yazarın. Ne kadar başardığı tartışmalı. Ama beğenelim beğenmeyelim, Okay; Türkiye edebiyat tarihinde bir ilki ve zoru denedi. Sadece diyaloglardan oluşan bir roman çıkardı ortaya. Oysa romanlarda betimlemeler hem olayın, “ne” olduğunu anlamamıza, hem de akıcılığın sürekli olmasına hizmet eder, yazarın da işini kolaylaştırır. Burada ise bu akıcılığı sadece çiftin mektuplaşmalarında görebiliyorsunuz, o da sınırlı! Peki, ama neden bu yolu denedi yazar? Benim aklıma gelen tek neden şudur: Bilindiği gibi bizler, çağımızın ekonomik, siyasi atmosferi, yani kapitalizm şartları dolayısıyla hem kendi içimizde hem de toplumdaki diğer kişilerle ilişkimizde -hatta sevgililerimizle, eşlerimizle olan ilişkimizde de- “kopuk” birer kişiliğe sahibiz. Tıpkı Picasso’nun şu meşhur kübik resimlerindeki yüzler gibiyiz. “Tam ve bütünleşik” olamamış, bireyler ve toplum! İşte, yazar, bu durumu sezinletmek için mi bu anlatım yolunu tutmuş acaba? Bilemiyorum. Öyleyse bu konuyu yazardan sormanın tam zamanıdır diye düşünüyorum. Çünkü aradan iki yıl geçmişken, yazar; “Ben şunu şunu yapmak istedim. Ama şu kadar anlaşıldım, bu kadar anlaşılmadım” diyebilir, demelidir.
Bu arada kitap, biraz zorlansanız da sizde pek çok “kapı” açabilir. En azından kültür, aşk, mülkiyet gibi konularda, kendimize bile söylemekten çekindiğimiz açmazları, “cesurca” ve edebi olarak tartışılır görmek, kesinlikle faydalı olacaktır! Bu kadar sözden sonra romandan bir alıntı yapmadan geçmek olmaz. İşte kitaptan tadımlık bir parça:
“- Düşünüyorum da… İyi ki birlikte yaşamadık da ilişkimiz uzun sürdü.
– Aşk vardı aramızda, o nedenle uzun sürdü.
– Aşk mı? Aşkına özgürlük vermez hanımefendi. Benim olacaksın der, dışarı
gidersen gözünü oyarım.
– Aşk ve özgürlük neden bir arada olmasın?
– Hayal bunlar. Tartıştık daha önce. Mülkiyet dayatmasının olduğu yerde
özgürlük olmaz.
-Benim adıma konuşma. Senin söylediğini daha çok erkekler yapıyor… Kadınları kim hapsediyor, kaç yüz yıldır…
– Seninle yaşasaydım benim özgürlüğüm de sekiz saat ve kırk metre kare mi
olurdu?
-Bensiz ne kadar ki… Kaç metre kare senin özgürlüğün söyle bana. Sen değil misin özgür değiliz, dünya giderek daralıyor, sokaklar bile prangaya vuruluyor diyen?…. “(s.37)
Şiirleri:
İlk tanıştığımızda ben, kendisinin asıl olarak şair yanına tanık olmuştum. Daha doğrusu “Yolcu” adlı öykü kitabını da okumama rağmen, daha yoğunluklu olarak şiirle haşır neşir olduğu zamanlarda yanında bulunmuştum. Ve ilk olarak, şiirlerime yorumları ile tanışıklığımızı ilerletmemiz, benim için ayrı bir önem taşımaktaydı. Şiir düzeyine gelecek olursam, bence, ülkemiz şiir dünyasının çok üzerinde bir şiir düzeyi vardır kendisinin. (Eeee, ne de olsa baba mesleği!) Ama ne olduysa, bundan beş yıl kadar önce, “Ben artık şiir yazmayacağım, sadece düz yazılarımda şiirsel dili kullanacağım” demeye başladı şair-yazarımız. Doğrudur, yazılarının çoğunda şiirsel bir dil sezinlenir, yani adeta bu yazılarda, şiirle gelen ilhamını yazılarına yedirdiği sezinlenir. Ama önemli bir eşiği geçmişken, şairin şiir yazmayı terk etmesi, nedendir acaba? Burada sormak lazım, acaba bir terk ediş mi bu, yoksa kendindeki yeteneği başka türlerde derinleştirme kaygısı mı? Sorması bizden, cevaplaması kendisinden…
Şair-yazarımızın şiiriyle ilgili bu kadar sözden sonra, ondan birkaç şiir paylaşarak yazıma son veriyorum. Her ne kadar sürç-i lisan ettiysek af ola. Bu arada yazarın, Türkiye’nin dört bir yanında sahneye konulan oyunlarını, kişisel ve karma sergilerini, iki sanat disiplinini bir araya getirdiği “Şair Kapıları” adlı kitabını, bizzat hapisteki insanlarla yapmış olduğu sanatsal çalışmalarını keşfetmeyi de siz okuyuculara bırakıyorum.
Zaman
“baba bana top alma /elmalı şeker istemem /dönme dolaba da artık binmem /ama n’olur sen de saatine bakıp durma / bana zaman al baba /çok çok zaman / içinde sen olasın / ben olayım / bir de anne”
Yirmi Beşinci Saat
“…uyudum uyandım yalnızım / vurdum vuruldum yalnız / bu eşkıya kentin / ruhsuz kalabalığında / geceleri sağırlaşan sokaklarında / kirli beyaz hastahane odalarında / geçmişimi aradım yıllarca / yirmi beşinci saatini günün / dünyanın eşref vaktini”
Saat Sana Beş Kala
“…saat bize beş kala / berlin garında / grev kokusu / boş bira kutuları / devlet polis üniforma / beethoven roza Lüksemburg / ve bitmeyen senfoni / mülteci pasaportları suretsiz / sen yoksun… “
dikkat dikkat /saatler demokrasiye beş kala /Haydarpaşa garında /ses söz dudak ayakkabı valiz pasaport /adlar ve yıllar/ sahibini arıyor/ ben seni”
Kadir Can Aydemir
Kasım 2019
Not: Adı geçen tüm kitaplar Ütopya Yayınları’ndan çıkmıştır. Bilginize…
*Ekin Sanat s. 161