Göç ve Göçmenliğe Nasıl Bakmalıyız? | Müslüm Kabadayı
Göç, özellikle Homo Erectus türümüzün iki ayağı üzerinde tam durabilmesi ve ateşi bulup besinleri pişirerek yemesiyle birlikte Afrika içindeki dolaşımını kıta dışına da başlatmasıyla yoğunluk kazanmıştır. Bugünkü verilere göre yaklaşık 2 milyon yıllık göç olgusu, zamanla değişik boyutlar kazanmış ve günümüzün temel sorunlardan biri haline gelmiştir. Gerek Birleşmiş Milletler, gerekse uluslararası diğer kurum ve kuruluşlar tarafından geliştirilen hukuki çerçevesinden çok, göç olgusunun Dünya’nın tüm bölgelerini, özellikle Avrupa ülkelerini derinden etkilediği görülmektedir. Avrupa’nın da bir parçası olan Türkiye, kıtalararası geçiş noktasında bulunması nedeniyle her dönem göç olgusunun tüm boyutlarıyla yaşandığı bir coğrafya olduğundan, tarihsel-güncel diyalektiğiyle irdelenip geleceğe sosyalist bir bakışla yön verecek politik program oluşturmak gerekiyor.
Tarihsel ve toplumsal bakımdan bugünkü Türkiye coğrafyasının göç olgusunun iki temel sonuçla karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Birincisi, farklı bölgelerden göçle kavimlerin ya da halkların harmanlandığı, böylece kültürel zenginliğin meydana geldiği geliştirici bir sonuç olarak, tarihsel akış içinde bu coğrafyanın yeni uygarlıklara ev sahipliği yapmasını sağlamıştır. Bunun bulgularını, Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde görebilmekteyiz. İkincisi de, göçler veya ekonomik-ticari faaliyetlerin kesişme noktasında olması nedeniyle salgın hastalıklar başta olmak üzere savaş veya işgale uğramıştır. Bilinen en eski veba salgını belgelerinin Anadolu merkezli bir uygarlık olan Hititlere ait olması, nerdeyse 100 yıldır doğrudan bir savaş yaşanmamasına karşın son örneğini Suriye’de gördüğümüz savaşlar ve işgaller nedeniyle çevre ülkelerden, değişik coğrafyalardan sürekli göç alması bunun somut örnekleridir.
Bu veriler ışığında, günümüz Türkiye coğrafyasında yaşanan önemli olgulardan biri, Suriyeli ve Afganistanlı göçmenlerdir. Kavramsal tartışmalar sürmekle birlikte BM’nin hukuki tanımlamasına göre geçici sığınmacılıktan mülteci konumuna geçen Suriyelilerin Türkiye’deki sayısı Ocak 2021 itibariyle 3 milyon 700 bin civarındadır. Resmi olmayanlarla birlikte 5 milyonu bulan Suriyeli mültecilerin Mart 2011’den bu yana Lübnan’dan başlayarak Ürdün, Türkiye, Irak ve Mısır’da yoğunlaştıkları biliniyor. Göç dalgasının Türkiye’de en üst noktaya sıçradığı 2015’ten bu yana da Suriyeli mültecilerle ilgili sorunlar birincil gündem olmaya devam ediyor. Barınma, beslenme, sağlık, çalışma gibi temel konu başlıklarının önüne geçen bir sorun olarak Suriyeli çocukların, gençlerin eğitimi üzerinde durmak istiyoruz. Mültecilerin eğitimiyle ilgili Türkiye’de MEB başta olmak üzere birçok kurum ve kuruluş yanında BM’ye, AB’ye vd. uluslararası kuruluşların çalışmalar yürüttükleri görülüyor. Üyesi bulunduğum Eğitim Sen’in de bu konuda raporlar hazırlayıp Eğitim Enternasyonali vd. kuruluşlara gönderdiğini biliyoruz. Her kurum ve kuruluşun bu olguya yaklaşımı, deneyimlemesi ve ürettiği politikaların değişim seyri başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konu. Ancak, şunun altını ülkemizin acı gerçeği olarak çizmeliyim. Birçok konuda olduğu gibi 2003’ten beri AB projeleri olarak yürütülen çalışmaların, alınan fonların kalıcı olmayan çalışmalara harcandığı gerçeği, Suriyeli mültecilerin eğitimiyle ilgili yapılan çalışmalarda da yaşanmıştır.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre 2020’de Türkiye’de 116.400 Afganistanlı sığınmacı varken, son aylarda bu katlanarak artmaktadır. Afganistan’da Taliban’ın iktidara taşınmasının yollarını döşeyen ABD ve diğer emperyalist güçler, ortaya çıkacak göçün boyutlarını öngörmemiş olamazlar. Haber kanallarından tüm insanlığının gözlerine, yüreklerine sokulan görüntülerin dehşetiyle de kapitalizmin günümüzde hiçbir insani kazanımı önemsemediğini, hatta insanların çaresizlik içinde yüreklerinin taşlaşıp beyinlerinin dumura uğratılması için bu görüntülerin “sosyal medya” üzerinden yönlendirildiğini saptayabiliriz. Burada güncel göç olaylarının yaşandığı tek tek örnekleri ve bunların gerçekleştiği ülkelerdeki süreçleri değerlendirerek konuyu dağıtmak istemiyorum. Bunlar, uzun bilimsel ve siyasal çözümlemelerin ve değerlendirmelerin konusudur. Kısaca, son 25 yılda gerçekleşen göçlerin neden-sonuç diyalektiğini vurgulamanın yeterli olacağını düşünüyorum. Bu döneme damgasını vuran birincil neden, kapitalist sistemde yaşanan hegemonya savaşının sömürgeci devlet ve sermaye grupları tarafından (oligarklar) enerji-maden kaynaklarının ve su-tarım havzalarının yoğun olduğu coğrafyalar (ülkeler-bölgeler) üzerinden sürdürülmesinin yarattığı toplumsal ve ekonomik krizlerin derinleşmesidir. Irak, Suriye ve Afganistan coğrafyasında bu kriz, savaş ve işgallerle ağırlaştırılmıştır. Bunun sonucu olarak meydana gelen zorunlu büyük göç dalgaları, bu ülkelerden yakın coğrafyaya, oralardan da Avrupa ve Amerika kıtalarına gerçekleşmektedir. Bununla iç içe olarak, emperyalist-kapitalist devletlerin ihtiyaç duydukları yetişmiş genç beyinlerin göçünü hızlandırdıklarını gördüğümüz gibi, işgal ettikleri ülkelerin müzeleri başta olmak üzere tarihi-kültürel-sanatsal değerlerini yağmalayarak kendi ülkelerine aktardıklarını biliyoruz. Bu döneme damgasını vuran ikinci önemli neden, BOP vd. emperyal projelerle hedeflenen ülkelerin ya da bölgelerin demografik yapısını değiştirmek yanında altemperyalist ülkelerdeki üretim ilişkilerine ucuz işgücü sağlamak, böylece o ülkelerin merkezdeki emperyalist devletler için de göç dalgasının kesildiği tampon görevi üstlenmesini dayatmak amacı güdülmesidir. Türkiye kapitalizmi, sermaye sınıfı, 1970’li yıllarda Dünya kapitalist sisteminin içine girdiği krizle birlikte kendine biçilen Önasya ülkeleriyle dışa açılan kapitalizm modelinin de gereği olarak İslam dinini siyasal hedeflerini gerçekleştirmek için araçsallaştırmayı tercih etmiş, bunu da 12 Eylül faşizmiyle dayatmaya başlamıştır. 40 yılı aşkındır uygulanan bu staretejinin sonucu olarak ülkemizdeki yoğun emek sömürüsünün, emekçi halk-aydınlar-öğrenciler üzerindeki baskının örtüsü olarak din kullanılagelmiştir. Bunun aracı olan tarikatlar, cemaatler, vakıflar, sendikalar, dernekler toplumun kılcal damarlarına kadar girmiştir. O nedenle, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın resmi kayıtlarına göre Türkiye’deki kayıtlı işçi sayısı Temmuz 2021 itibariyle 15.027.910 iken, 8 farklı konfederasyona üye toplam işçi sayısı 2.123.685’tir. Yani, resmi kayıtlardaki işçilerin %14’ü ancak sendikalıdır. Bu sendikaların büyük çoğunluğunun işçi sınıfını sömürüden kurtuluş mücadelesiyle ilgilerinin olmadığı da ortadadır. TÜİK’e göre çalışabilir nüfusun ancak % 40 istihdam edilmektedir; dolayısıyla resmi verilere göre işgücü 35 milyonu bulmaktadır. Gerçekte bu sayının 40 milyonu geçtiği bilinmektedir. Kayıt dışı çalıştırma, kapitalizmin temel politikası haline gelmiştir. Bunu, göçmenler açısından da teyit edebiliriz. Örneğin, Türküye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı uzmanı Omar Kadkoy’a göre, “İş piyasasında 700 bin ila 800 bin arası kayıt dışı Suriyeli işçinin olduğu sanılıyor.” Bu ne demektir? Türkiye’deki üretici güç konumunda olan işçi ve emekçilerle göçmenler, dinsel örtü/sömürü sayesinde örgütsüzleştirilirken, patronların ve hükümetlerin dayattığı ücretlere mahkum edilmektedir. 1923’te bir öğretmen maaşıyla 20 Cumhuriyet altını alınırken, 2006 yılında 4 Cumhuriyet altınına düşmüştür. 2021’de, yaklaşık 1,5 Cumhuriyet altınına denk gelmektedir. 1980 yılında bir öğretmen maaşıyla 5.118 adet ekmek alınırken 2006’da bu rakam 2.354’e düşmüştür. 2021’de bu oran daha da düşmüş; buna karşılık banka sermayesinin kârı karasalgın döneminde tüm zamanların üstüne çıkarak % 22.3’e ulaşmıştır. Özetle emekçi halkın kaynakları, Türkiye sermaye sınıfına ve emperyalist-kapitalist devletlere, şirketlere aktarılmıştır. Bu büyük sömürü nasıl gizlenmektedir kitlelerden? Din örtüsü/sömürüsü sayesinde değil mi?
Bu veriler ve çözümlemeler çerçevesinde göç ve göçmen olgusuna nasıl yaklaşmamız gerektiğini doğru değerlendirebiliriz. İlk önce şunu belirtelim; her göç aslında bir travmadır. Bunun boyutu kişiye, ülkeye, topluma, göçün niteliğine göre değişebilir ama travmatik sorunlar yarattığı ortadadır. Dolayısıyla başa yazmamız gereken ilk madde, göçlerin önlenmesini sağlayacak olanakların, ortamın tüm Dünya’da yaratılmasıdır. Bunun da kalıcı hale gelmesi, ancak eşitlik ve özgürlük temelinde bir toplumsal düzenle mümkündür.
Dünya’da ve ülkemizde yaşanan güncel göç ve göçmen olgusuna baktığımızda, çok ciddi sorunlara, hatta patlamalara gebe bir süreç söz konusudur. Hem bu süreci ören emperyalist-kapitalist ülkelerin politikaları çerçevesindeki kışkırtmaları, yönlendirmeleri ve ülkelerde iktidarda bulunanların oyunları bakımından böyledir hem de gelen göçmen kitlesinin özellikleri ve yerli halkın bakış açısındaki yanlışlıklar açısından böyledir. En son Ankara Altındağ’da yaşananlar da göstermektedir ki, bu olguya Türkiye’nin işçi-emekçi örgütleri, sol-sosyalist partileri, aydınları ve sanatçıları hızla kafa yormak, emekçi halkı ikna edecek, farklı köken ve ülkelerden gelen göçmen emekçilerle Türkiye işçi-emekçi sınıfının ortak amaçta dayanışmasını örmek zorundadırlar. Bu amaçla DİSK’in başlattığı çalışma, sosyalist partilerin “Göçmen İşçi Büroları” kurmaları, konferanslar düzenlemeleri, fabrikalarda göçmen işçilerle yerli işçilerin birlikte hareket ederek patronları korkutmaya başlamaları anlamlıdır ve emekçi halkımız bakımından ortak bir mücadele stratejisini ete kemiğe büründürmek gerekmektedir.
Oluşturulacak stratejinin iki temel sacayağı önemlidir. Biri, sömürüye karşı emekçi birliği-ortak mücadeledir. Diğeri dinsel-etnik-kültürel farklılıkların bu birliği ve mücadeleyi engellemesini de ortadan kaldıracak laikliğin tarihsel özüne uygun biçimde (sermayenin-egemenlerin iktidarlarını tanrı-din adına yönettikleri yalanına karşı toplumsal-kamusal ilişkilerin, üretim ve bölüşümde herkesin haklardan eşit yararlanması temelinde örgütlenmesi) kitlelerde bir istence dönüştürülmesidir. Bunun mümkün olabileceğinin işaretlerini, daha önce kaleme aldığım “Suriyeli Bir Öğretmenin Gözünden Mültecilik” başlıklı yazımda dile getirmiştim. Bursa başta olmak üzere bazı fabrikalarda çalışan yerli ve göçmen (özellikle Suriyeli) işçilerin birlikte eylem yapmalarından, “düzensiz göç”le teşvik edilen kayıt dışı çalışmaya karşı göçmenlerin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan haklarını kazanmaları için yürütülen çalışmalardaki kazanımlardan anlıyoruz bunun mümkün olabileceğini. Öyleyse, sömürülen ülkeler, emekçi halklar için sürekli yıkım-çökme stratejisi geliştiren emperyalist-kapitalist sisteme ve ülkemizdeki sermaye sınıfına karşı bu çoban ateşlerini çoğaltmak ve birleştirmek stratejisini önümüze koymalıyız.