Kendisi gibi şair olan Ted Hughes’la evli ve iki çocuk annesi Plath’in, bir gece eşi yanında yokken Londra’daki evlerinde iki çocuğunun başucuna süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, mutfaktaki hava gazını sonuna kadar açıp kafasını içine sokması okurlarını şok eder.
27 Ekim 1932’de, Alman bir baba ve Amerikalı bir annenin çocuğu olarak Boston’da doğan şair, profesör babası 1940’ta öldüğünde, henüz 8 yaşında olmasına rağmen ilk şiirini yayımlar. 1950’de Amerikan Smith College’de okumak için burs kazanan şair, okulun ikinci yılında uyku ilacı içerek ilk intihar girişiminde bulunur. Bunun üzerine, akıl hastanesine yatırılır ve burada elektroşok tedavisi ile psikoterapi görür.
Üniversite döneminde yüzlerce şiiri olan Plath, çok zeki, üstün yetenekli ve duyarlı olarak tanımlanır. Ancak, dışardan bakıldığında kusursuz görünen yaşamı, sinir krizleriyle kesintiye uğrar.
Bütün şiirlerinde izleri görülen hastalığı, çocukken babasının ölümüyle yaşadığı travmaya bağlanır.
Bu deneyimini, 1963’te yayımlanan “Sırça Fanus” (The Bell Jar) adlı otobiyografik romanında anlatır.
1955’te başarısına kaldığı yerden devam eden şair, ileride eserlerinin temelini oluşturacak toplumsal cinsiyet çalışmalarına başladığı Smith College’den üstün başarıyla mezun olur.
Kazandığı başka bir bursla İngiltere’deki Cambridge üniversitesine devam eden şairin ilk şiir kitabı “The Colossus”, İngiltere’de yayımlanır.
Hayatı boyunca ‘özgür ruhlu bir şair’ olmak ve toplum tarafından inşa edilen kadınlık ve erkeklik rolleriyle mücadele etmek isteyen Plath, anne ve eş olmaya zorlanarak kendine ket vurur.
Plath, 1956’da Ted Hughes’la evlenerek Boston’a yerleşir. Hughes’in, hastalığına ve sanatına iyi geleceği teşvikiyle hamile kalan Plath, eşiyle Londra’ya döner.
İlk çocuklarının doğumundan sonra sorunları su yüzüne çıkan çift boşanmaya karar verir, ancak bir süre sonra yeniden barışarak bir çocuk daha yapmaya karar verirler.
1962- 63 kışında Londra’da küçük bir dairede parasızlık ve kötü bir griple mücadele eden Plath, sabahları dört saat çalışarak şiirlerini yazmayı sürdürür.
Bu küçük evin, şair W.Butler Yeats’e ait olduğunu öğrendiğinde yazma isteği daha da şiddetlenen Plath; bunu iyi bir işaret olarak algılar, ama çocuklarını ihmal etmemek için onlar uyurken yazmayı seçer.
Derinliği artan son şiirlerinde ölüm isteği de daha çekici bir hal almaya başlar ve sinir krizleri baş gösterir. Bu yalnızlık döneminde eşi Ted Hughes ise, kendi kariyeriyle meşguldür ve şairi aldatır.
Başlangıçta birlikte yazan ve sıkça seyahat eden çift şimdi, birbirleriyle mücadelece edecekleri bağımsız bir edebi kariyer uğruna yıpratıcı bir ilişkiye girer.
Bu tavır özellikle, Plath’in trajik intihar sürecinin başlangıcı olur.
11 Şubat 1963’te ise, Plath son şiirleri yayımlanmadan ölümü seçer.
Ölümünden sonra ise, Plath’in öğrencilik yıllarından gelen feminist yazını, onu Amerikan feministlerinin mistik büyücüsü kılar.
“Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”
1977’de yayımlanan ve Plath’in çeşitli dergilere yazdığı hikâyelerden oluşan “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”n da, şairin annesiyle yaşadığı sorunları dışa vurduğu öyküleri de yer alır.
Babasız geçen çocukluğunda annesinin aşırı disiplini yüzünden kendini daima başarılı olmaya zorlayan Plath, ondan ne kadar korktuğunu ve bu korkusunu yenmek için de kendini ona nasıl bağımlı kıldığını “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” da geçen şu cümleyle anlatır:
“Tıpkı, çok eski bir ayinde söylendiği gibi: Sevilecek tek şey, Korku’nun kendisidir. Korku’nun Sevgisi bilgeliğin başlangıcıdır.”
Yaşamı ve kadınlığı ona veren yaşlı bir cadı figüründeki annesine olan dehşetli sevgisini bu cümleyle ifade eden Plath, başarısını ve yaratıcılığını borçlu olduğu annesine olan çocukluk korkusunu alt etmek için onu hem sevmek hem de saymak zorundadır.
Bir büyüme ritüelini andıran ifadesi, korkunun sevgiye, sevginin ise bilgiye ve Plath’in edebiyatıyla başardığı bir bilgeliğe dönmesi için bu cümlenin sahibi küçük kızın, masal cadısının evinden çıkması ve kendi yolunda ilerlemesi gerekir.
Plath, edebi dehasıyla büyüme ritüelini tamamlayarak cadının simgelediği korkuyu, sevgi dolu bir anne kucağına dönüştürse de beklenmedik intiharıyla annesiyle yaşadığı sorunları gerçekte çözemediğini ve muazzam bir yaratıcılığa dönüştürdüğü çocukluk kabuslarının ötesinde, yaşamın içinde onu kuşatan toplumsal cinsiyet rollerini aşamadığı ortaya koyar.
Kitapta yer alan ‘Anneler’ ve ‘Gölge’ gibi öykülerinde, anneler ve kız çocukları arasında var olan büyülü bağın ardında yatan, Plath’in dile getiremediği baskının, genç şairi tek başına bunalımlara ve intihara sürüklediğinin bir göstergesidir.
Belki de, Jungcu bağlamda, evrensel doğa anneyle buluşmak için ölümü seçen Plath, gerçekte imgelemindeki kötü masal cadısını iyi peri anneye çeviremez.
Bugün intiharı için bilhassa Ted Hughes suçlansa da asıl sorun yalnız ve içe dönük bir çocukluk geçiren şairin toplumsal baskının kadınlara dayattığı annelik öğretisiyle, annesinin gerçek varlığının bilinçdışında yarattığı imgeden şiirlerinde bile kurtulamamasıdır.
Boşanmamasını telkin eden annesi ile yaşadığı dönemin politik kuşatılmışlığı içinde çıkış yolunu bulamayarak intiharı seçen şairin, ölümünden iki yıl sonra başlayan Amerikan kadın hareketinin öncülüğü yine Plath’in eserlerinin yapması ise, iç burkan bir ironidir.
“Sırça Fanus” ve McCarthy Dönemi
Sylvia Plath’in yaşarken Victoria Lucas adıyla yayımladığı yegane romanı “Sırça Fanus” da bir kadının büyümesini anlatan ilk Amerikan feminist romanı kabul edilir.
Şair kitapta, McCarthy döneminin komünistlere yönelik cadı avını, kişilerin isimlerini değiştirerek otobiyografik bir anlatımla sunar. Plath’in annesi ise, kitabın Amerika’da yasaklanması için girişimlerde bulunur.
Yaşamı boyunca onun için ilham kaynağı olan ve eserlerini daktilo eden annesinin engelleriyle karşılaşan şair, sadece eşiyle birlikteyken yazmasını isteyen annesinin aşırı kaygısından kaynaklanan baskıyla kendini evlenmek zorunda hisseder ve annesinin empoze ettiği toplumsal öğreti, ruhunu zedeler.
Böyle bir dönemde bireyin kendine ve topluma yabancılaşmasının verdiği ıstırabı, ilk gençliğinden itibaren yakasını bırakmayan hastalığının izleriyle buluşturan Plath, Boston’da üniversiteye giden Esther Greenwood adlı genç bir entelektüel kadının New York’ta yaşadığı ahlâk ve kimlik trajedisini, baskıcı ve patriarkal toplumun içinde yaşadığı olaylar etrafında anlatır.
Romanda erkek hakimiyetinin hüküm sürdüğü bir ortamda, bir kadın yazar olarak kariyer yapmaya çalışan Esther’in yaşamı sinir krizleriyle kesintiye uğrar. Kadınların maruz kaldığı baskıları anlatan bir metin yazan Plath’in feministlerce baş tacı edilmesinin ana nedeni, kadının toplumdaki rolü üzerinden bir kadın bakışı oluşturan bir roman yazmasıdır.
Romanın deliliği sembolize eden “Sırça Fanus” adı; Esther’in sinir hastalığının tedavisi sırasında çektiği acı, romanın arka planında yer alan Rosenberg’lerin idamı ve şairin bu idamla özdeşleştirdiği, tedavisi için uygulanan elektroşoklar, Plath’in trajik yaşamının ve 50’lerin politik ortamını yansıtır.
Kadın/ yazar olmanın zorluğunu arttıran babasızlık ve baskıcı anne kontrolü ile bir cadı avının ortasında sessiz kalmak zorunda bırakıldığı için geride sayısız soru işareti bırakarak ölümü tercih eden Plath’in intiharının sırrı, bugünde gizemini korur. (YK/EZÖ)