Yeniden Doğuş | Zeynep Mete Uçak
Kendi masalımı anlatayım sana ufaklık. Bana Neşe ana derler, ister tanıdık, dost, akraba isterse kırk yabancı olsun. Kapımdan yuvarlanarak geçen kuru çalı bile adımla hitap eder bana.
Hem şifacıyımdır, hem kâhin, hem geçmişi bilirim, hem geleceği görürüm. Hani çok da kâhinliğimden değil, yaşımın epey geçmişliğinden geliyor bilmişliğim. Tecrübe dedikleri; aslında sadece hayatın gerçeğiyim.
Senin gibi yapayalnız geldim buralara. Anamızın sıcak kollarından koparken onun ölümüne şahitlik etmiştik. Öyle bir rüzgâr esmişti, öyle toz duman!
Kardeşlerimle hepimiz ayrı yerlere savrulmuştuk.
Anamın ölümü sarssa da hepimizi, ayakta kalmak, hayatta kalmak için mücadele ettik.
Sonradan duydum abim dayanamamış bu acıya, içten içe çürümüş, kanser demişler. O da gitmiş anamın arkasından yalın ayak koşarak. Diğerleri iyiler, sanırım biz kadınlar daha dayanıklı oluyoruz hayatın oyunlarına.
İlk geldiğimde çok yadırgasam da alıştım zamanla. Hem de nasıl alışma, artık kim gelse, koparamaz beni bu cennetten. Her sabah kuşların renkli bağırışlarıyla uyanıp, çiçeklerin sohbetlerine tanıklık ediyorum.
Güneşin rengârenk ruhunu içine çektikten sonra sen de gidemezsin ufaklık.
Artık bir annen de benim, çok özleyeceksin, biliyorum! İçini yakıp kavuracak hasret ateşi, ama iyi olduklarını bileceksin ve bu ateşine su serperek büyüyeceksin.
Bak karşıda Kızılca ana var, bakma öyle sessiz, soğuk durmasına biz beraber büyüdük onunla. Kimin ne ihtiyacı varsa koşar yardımına, o da senin bir annen.
Gel hadi sana paylaşmayı öğreteyim, ben de fazlasıyla olan yiyecek, içecek, ilaç önce en çok ihtiyacı olana gidecek. Bitirmeden kullanacaksın, yavaş yavaş damarlarında hissedecek, onun işi bitince diğerine koşacaksın. Ama dikkat et kendine ayırmayı unutmayacaksın. Zamanı geldiğinde onlar da senin ihtiyacın olanı verecekler Akça kız.
Önce çocuklardan, gençlerden başlayacaksın, Onlar bizim geleceğimiz her yönden donanımlı olmaları lazım.
“Neşe ana tehlike olunca ne yapıyorsunuz?”
Ha o zamanda sakladığımız silahlarımızı çıkarıyoruz, el altından dağıtıyoruz. Ama yaşadığımız yere zarar vermeden yapıyoruz biz bunu.
Acele etme ufaklık, her şeyi öğreteceğim sana.
Al eline mavi hokkanı, baykuşun beyaz tüyleriyle süslenmiş divitine çal ve yaz doğaya hayranlığını, hat sanatçısı edasıyla.
Ne bakıyorsun öyle yüzüme, dudaklarım kurudu, gözlerim çapak çapak, iyice yaşlandım, artık damarlarım sayılır oldu, ayakta duramıyorum, çömeldiğim yerden bakıyorum gencecik yavrularımıza. Bazen de senin gibi yetimler, öksüzler geliyor toprağımıza, onları da basıyorum kurumuş bağrıma.
Göğsüm acıyor her seferinde, nasıl da daralıyor kalbim, kollarımı kaldıramıyorum, gözlerim de görmüyor artık yeşilin tonlarını. Kulaklarıma ne demeli çok az da olsa duyabiliyorum sabah, erkenci kuşların cıvıltılarını. Belki de sadece duymak istediğimdendir. Tek çalışan burnum galiba hemen alırım iyiliğin ve kötülerin kokusunu.
İnatçıyım yatmayacağım yataklara, düşmeyeceğim toprağa, ayakta öleceğim, Neşe anaya yakışır olacak ölümüm. Sevdiklerim dostlarım hiç ağlamayacaklar ardımdan.
Ve öğrencilerim benim mirasım olacak gelecek nesillere.
Bir ağaç kurur, lakin ışığı kurumaz.
Yağan yağmurlar durur, güneşler açar, dinlenir ruhlarımız, tekrar yeşeririz geleceğe sizinle ufaklık.
Bu güzel toprakta bizi ayakta tutan birbirimize bağlılığımız, hiç kopmayan iletişimimizdir.
“Nasıl haberleşiyoruz Neşe ana?” Öğreneceksin ufaklık, daha birinci dersteyiz.
Belki de yaşıma göre bildiğim en güzel şeydir, yıllardır kopmayan bağımız, kocaman bedenime rağmen iyi kullanıyorum teknolojiyi.
Bugün yoruldum anlatmaktan yarın devam edelim ufaklık. Ayrılma yanımdan, sen de benim ruhumun bedenimden ayrılışına ve tekrar doğumuma, şahitlik edeceksin kısa zamanda.
Ufaklığın üstüne rehavet çöktü. Kızılca ana ile birbirimize baktık hasret dolu gözlerle.
Gece uzun, karanlık her yerde, bir kaç ateş böceği dolaşıyor etrafımızda yapraklar hafifçe esen rüzgârda fısıldaşıyorlar.
Sincaplar yavrularına masallarını anlatmış, bu masala inanan tırtıl kozasından çıkmaya hazırlanıyordu sabaha.
Kızılca ana yaşlılıktan yarılmış, artık ilaçlarla iyileşmeyen dudaklarını kımıldatıyor, ufaklığın rahatsız olmaması için gösterdiği çaba boşa çıkmasın diye sessizce mırıldanıyor “içimde bir huzursuzluk var, uzaklardan kötü bir haber gelecekmiş gibi.”
Aynı duygular, aynı hissiyat bende de mevcut, ikimiz de ellerimizi uzatıyoruz, uyumakta olan çocuklara, saçlarını okşuyoruz.
Okunması bayağı zor bir mesaj geliyor gecenin içinden. İyice açıyorum gözlerimi mesajlara, hayır okunmuyor Kızılca anaya gösterecek oluyorum onun da elinde aynı mesaj. Toplumumuzda bulunan gençler ve orta yaşlılar açıyorlar gözlerini hepsinde aynı mesaj. Bir tanesi sesleniyor. “Neşe ana Antalya yazıyor sanırsam” O kadar uzaktan mı gelmiş mesaj?
Okuyamıyor gençler, sesler yükselmeye başlıyor. Sessiz olun çocukları uyandıracaksınız diye ikaz ediyor Kızılca ana.
Üzerime çöken bir ağırlık var, yaşlılıktan değil
dağlardan kopup gelen bir kaya misali, ağır ve mağrur içimde ki yaralarım sızlıyor…
Uzaklarda bir yerlerde kötü şeyler oluyor huzursuzluğunu, damarlarımda yürüyen kanımda hissediyorum.
Ulaşamadığım, iletişime geçmediğim hiç kimse kalmamıştır bu civarda. Kimin yardıma ihtiyacı varsa yerimden kımıldayamasam da haber veririm en yakında ki birine.
Benim gibi içi geçmiş bir odunun bile yapabileceği şeyler var doğrusu.
Yalnız bu kötülük yakınımda değildi! Bilmediğimiz bu korkuya nasıl önlem alacaktık. Kaygılı gözlerle birbirimize baktık. O kadar çok haberleşme ağımıza rağmen elimiz kolumuz bağlanmıştı.
Gece uzundu, bütün kabileyi saran huzursuzluğu, toprağın değişen kokusundan, telaşlanan ahaliyi, karanlığa yayılan sessizliğin içinde ki kırpışmalardan, hissedebiliyorum.
Kızılca ana çığlık atmamak için kendini zorlayarak “bu o dedi bu o! Hafızanı zorla Neşe ana toparla kendini, bu gelen baş düşmanımız, bu gelen ağır zayiat alacağımız olan. Zulüm! Haydi, topluluğa haber ver!”
Kızılca anayı şimdi daha iyi anlıyorum, onda silinmesi çok ağır yaralar, acılar bırakmıştı. Ama bu bizim için bir son değil yeniden doğuştu.
Sinyaller çoğalmaya başladı gençler heyecanla ellerinde ki cihazlara sarıldılar. Gelen mesajları gören ahali, iri iri açılan gözleri ile yaklaşmakta olan tehlikeyi görebiliyordu. Ve evet korkulan olmuştu büyük ateş Antalya’yı sarmıştı.
Sakin olun dedim tecrübelerime dayanarak, şimdilik çok uzak. Lakin bu buraya gelmeyeceği anlamına gelmiyor. Unutmayın iklim değişikliklerinin bir sonucu da olabilir ve tabiat bize yeniden doğuşu sunacaktır.
Şimdi hafızanı zorlama sırası sen de dedim, Kızılca anaya, annen yanarken büyük ateşte sen daha yeni doğmaktaydın. Annen kor halinde inlerken, sen notalarını ağlamaklı bir halde yayıyordun toprağa, havaya, ben geliyorum hayata demiştin. Kızılca ana gözü yaşlı baktı bu cennet vatana, “haklısın ne kadar canımız yansa da yeniden doğuş olacak tabiata.”
“Biz kendimizi yenileriz yenilemesine de yeter ki insan eli değmesin buraya.” Dedi kabinenin ileri gelenlerinden Asi baş. Haklıydı hem de çok. Neresi yansa yangından daha büyük zararlar veriyordu insanoğlu doğaya. Bıraksalar bizi kendi halimize yenileyeceğiz kendimizi en son hücremize kadar.
Şimdi uyuyun dedim, Yarın ola hayrola. Lakin içim içimi yiyordu gençlerimizi nasıl koruyacağız diye.
Yağmura seslendim, “uğrayacak mısın buraya” kısık ve net cevap verdi. “Şimdi Antalya’ya gidiyorum, belki dönerim! Nasip diyelim, kısmet diyelim.”
Büyük ateş, çok da geçmeden diyarımıza vardı. Onunla aynı dili kullanmıyorduk. Onun dünyası bambaşka bizim ki başkaydı. O yakıp geçerdi her şeyi, kuş demezdi, böcek demezdi, ne yaprak ne ağaç önemliydi! Ne yaktığı otlar, ne bitirdiği hayatlar umurundaydı! Bazen rüzgârla anlaşma yapardı, ne yöne isterse o yöne sapardı.
Sabahın erken saatlerinde suya seslendim, “Ey su toprağı ıslat” su sesimi duymuştu. Ilık ılık, nemli nemli toprağı dolaştı. Ağustosun sıcağına fazla dayanamadı öğlene doğru buhar oldu uçtu havaya.
Ateşin her tonu dolaşıyordu dallarımızda, budaklarımızda. Önce sularımız sızıyor damarlarımızdan, sonra çatırdayarak ahlar içinde ölüyorduk bir bir. Tehlike anında yapraklarımızla salgıladığımız kimyasallar, geciktirse de yanmayı, direnemiyorlardı, ateşin sıcağına. Önce yeşilimiz gidiyor arkasından kahverengiye dönüşmeden, simsiyah küle dönüveriyordu. Kızılçamlar kozalaklarını metrelerce uzağa fırlatıyor, tohumlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Meşe palamutları mısır patlağı gibi patlıyorlardı.
Etrafımızı acının kokusu sarmıştı, yanık et!
Gökyüzümüz kapkara çöle dönmüştü. Ateşlerde yanmayanlarımız, dumanın en acımasız grisinde boğuluyordu. Artık iş başa düşmüştü, titreyen bedenimle, hıçkırıklara boğularak rüzgâra haykırdım “din artık!”
Ateşe seslendim “bit artık!” Rüzgâr sesime kuşak verdi.
Ateş gürledi ” beslediler beni, büyüttüler, Hâlbuki doğam gereği tazelemek amacım. Hatırlasana Neşe ana kaç yangın geçirdin burada, her seferinde zaferle çıktın toprağın altından.”
Acı veriyorsun dedim baksana çığlık çığlığa doğa.
İnsanlar yurtlarını ormanlarını korumak için el ele verdiler, doğayla sırt sırta omuz omuza yüklendiler büyük ateşe. İyi insanlar!
Son şekerimi, karbonumu, azotumu, fosfatımı, potasyumumu koydum suyumu da ekledim bohçasına, gönderdim Akça kıza.
Kimin ihtiyacı varsa oksijenimizi paylaştık Kızılca ana ile.
Rüzgâr dindi, ateş gitti!
Geride koskoca gece karası bir yurt kaldı.
Gözlerim Kızılca anayı aradı, yerinde uçuşan küller, bir yığın yanmış odun vardı. Ben de düşmek üzereydim. İçimde yaşayacak, yaşatacak, suyum kalmamıştı, oksijenim bitmiş, daralmış damarlarım geleni de almıyordu.
Kızılca ananın kalıntılarının arasından çıkan pislik böceği bir umut doğurdu içimde. Kızılca ana yaşayacaktı.
Gözlerimi kapattım, nefes alamıyordum artık, yanıklarımın acısını da hissetmiyordum. Araladığım kirpiklerimin arasından Akça kıza baktım, hiç hasar almamıştı, bizim aramızda. Belki büyük ateş torpil geçmişti ona ve diğer ufaklıklara.
Son enerjimle büyük ateşin zarar veremediği, yeraltında kalan ağımızdan hafızamı kodlayıp gelecek nesillere gönderdim.
Artık huzurla ve ayakta ölebilirdim.
Akçakız
Büyük ateşin üstünden henüz iki gün geçmişti, Neşe ana hala ayaktaydı, tek farkı nefes almıyordu. Hüzünle baktım içi boşalmış, yanmış kütüğe. Gözlerimi ovaladım tekrar baktım, gövdenin tam ortasında küllerinden doğmuş küçük meşeyi gördüm. Göz kırpıyordu hem bana hem sabah güneşine. Dallarımı uzattım minik yaprağa, içeriden derinlerden bir ses geliyordu. Notalar giderek yükseliyordu siyah perdenin altında.
Tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana, dönmeli yurdumda.
Yuvadır kuşlara, örtüdür toprağa can verir doğaya, ormanlar yurdumda…
Yıllar önce insanlardan öğrendiği, bir türkü tutturmuştu.
Zeynep Mete Uçak
—–
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Yüreğine sağlık canım. İnsan hayatından bir gerçek kesit. Harika bir yazı, her defasında beğeniyle okuyorum. Kalemin daim olsun