Dolar 34,5055
Euro 36,4583
Altın 2.955,93
BİST 9.084,29
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 18 °C
Az Bulutlu

Yazılımcı göçmen bir kadının gözünden | Söyleşi Müslüm Kabadayı

18.04.2021
820
A+
A-
Yazılımcı göçmen bir kadının gözünden | Söyleşi Müslüm Kabadayı

“Farklı Coğrafyalarda Üretenler” | Norveç ve Türkiye…

Türkiye, hem en çok göç alan hem de göç veren ülkelerdendir. Bu nedenle “kavimler kavşağı” olmanın yanında özellikle son yıllarda “beyinler kavşağı” haline gelmiştir. Dolayısıyla bereketli toprakların yetiştirdiği yaratıcı-üretici beyinlerin göç hikayelerini, gittikleri ülkelere tutunma ve oradaki üretkenliklerinin niteliğini çok iyi kavramamız gerekir. Ülkemizin daha fazla beyin göçü vererek kağşamaması için yaratıcı ve üretici insanların eşit ve özgürce yaşayacakları bir toplumsal düzene acilen ihtiyaç vardır. Norveç’te yazılım mühendisi olarak çalışan Aysima Karcaaltıncaba’nın göç hikayesini de “Farklı Coğrafyalarda Üretenler” çerçevesinde ele alıp Oslo’da kendisiyle yaptığım söyleşinin buna katkıda bulunacağını düşünüyorum.

Sevgili Aysima, bizi Oslo’da kabul edip böyle bir ortamda söyleşme olanağı verdiğini için sana teşekkür ediyoruz. Bugün seninle gezerken gerek Norveç’in gerekse Oslo’nun dokusuna ilişkin çok şey öğrendik senden. Öncelikle buraya sen nasıl geldin? Bu toprakları nasıl buldun?

Burada çalışan arkadaşlarımın daveti üzerine geldim. Aslında İstanbul’dayken yurtdışına çıkmak gibi bir arayışım yoktu. Buraya gelmemin temel sebebi iyi bir iş bulmam. Hem mesleğim açısından hem de ekonomik açıdan daha iyi koşullar olması nedeniyle tercih ettim. Bir yıl önce buraya gelmiş oldum. Geçen yıl geldim.

Burada iki firma değiştirdiğini söylemiştin. Biri Oslo merkezde, diğeri de bir banliyöde demiştin. Firmaları değiştirme nedenin neydi?

İlk geldiğim şirket Norveçli, yeni kurulan bir finans şirketiydi. Onların projesi çok iyiydi. Teknik olarak beni de geliştirdi. O işte çalışmaktan zevk aldım doğrusu. Şu ana kadar çalıştığım en iyi işti. Fakat yatırım bulmakta zorlandıkları için bu durum ekonomik olarak bana da olumsuz yansıyınca ayrılmak zorunda kaldım. Sonrasında daha kurumsal bir yerde çalışmaya başladım.

Peki buraya gelme ve tutunma sürecin nasıl gelişti?

Bir kez ekonomik olarak çok zordu. Buralar aslında çok pahalı. Mesela burada bir ev tutmak, Türkiye’yle kıyasladığınızda çok para gerektiriyor. On bin kron filan vermeniz gerekiyor. Üç aylık kiranız, depozitiniz vs. kırk elli bin kron tutuyor. Buraya yeni gelen birinin bir banka hesabı açması iki ayı buluyor. İki aydan önce genellikle burada maaş alamıyorsunuz. Yanımda getirdiğim ve arkadaşımdan aldığım parayla iki ay geçindim. İki ay sonra maaşımı alabildim. Hayatımın en yoksul iki ayını geçirdim. Bir koltuk, bir yatakla iki ay geçirdim ama bana çok şey öğretti iki ay.

Peki, burada Norveçlilerden nasıl yakınlık ya da uzaklık gördün?

İşyerimde aslında bana her türlü sosyal destek verdiler. Ancak, Norveçliler kendi hayatlarına çok kapalı insanlar. İlk dönemde derdimi anlatabildiğim kimse yoktu hayatımda. Benim buraya gelme sebebim olan Türkiyeli arkadaşlarımla geçirdim çoğu zamanımı fakat sonrasında tabiî ki çok yakın Norveçli arkadaşlarım oldu.

Buraya yerleştikten sonra Norveç kültürüne dair gözlemlerin, yaşantılarından ilginç bulduğun anekdotların, onların gerek toplumsal gerek kişilik olarak seni etkileyen ne gibi davranışları oldu?

Norveç, aslında petrol bulunana kadar yoksul bir ülkeymiş. Sosyal alışkanlıklarına baktığınızda bu yoksulluğun izlerini görüyorsunuz. Bu benim kendimce pozitif bulduğum bir şeydi. Bir mont alırlar, pahalıdır ama o mont eskiyene kadar yıllarca giyerler. Doğrudan ağır bir tüketim kültürüyle ilk elden karşılaşmamak, beni mutlu etmişti. Burada ikinci el tüketim de yaygın. Ama daha sonra bunun pek de öyle olmadığını fark ettim.

Nasıl?

Ayakkabı, modada böyleyken, mesela spor mağazalarında böyle değiller. Spor, onların yarışmacı oldukları, önem verdikleri bir alan. Her yıl iki takım spor giysisine sahip olmak, bir Norveçli için gereksinim gibi bir hal almış. Kültür farklı olduğu için tüketim kültürünü aynı alanlarda yoğunlaşmış olarak görmüyorsunuz fakat spor giyimi, doğu aktiviteleri, kabin dedikleri ek tatil evlerini vs. düşündüğünüzde, burada da yoğun bir tüketim kültürü olduğundan bahsedebiliriz.

Spora çok değer vermelerinden olabilir mi?

Tabiî ki. Coğrafi olarak da düşündüğümüzde spor bir nevi hayatta dirençli kalma, motivasyonunu yüksek tutma metodu. Son yıllarda zenginleşmiş bir ülke Norveç. Spor gibi temel kültürel alışkanlıkları da bu zenginleşme ile birlikte yeni tüketim alanları oluşturmuş.

Asgari ücret ne kadar burada?

Tam olarak bilmiyorum. [Norveç’te Türkiye’deki gibi bir standart aylık asgari ücret uygulaması yoktur. Mesleklere göre değişen ve toplu sözleşmelerle belirlenen saatlik asgari ücret uygulaması bulunmaktadır. Asgari ücretler otelcilik sektöründe 30-40 bin kron, yazılım sektöründe 50-60 bin kron civarında değişmektedir. 1 Norveç Kronu, 0,96 TL değerindedir; -Sendika.Org’un notu.] Düzenli belirlenen bir miktarın altındaki ücretlerden vergi almıyorlar, bir nevi yoksulluk sınırı olarak düşünebiliriz bu miktarı. Fakat bu coğrafyalarda harcama kalemleri çok farklı. Türkiye’de alışkın olduğumuz şekilde sosyal hayatı devam ettirmek, her gün ev dışında yemek vs. çok büyük harcamalara sebep olabiliyor.

Bizim de öğrendiğimiz kadarıyla dışarıda yüz krondan aşağı yiyecek yok.

Öyle. Burada her şey ücretli. Karayolları ücretli, otoparklar ücretli, elini dokunduğunuz her şey burada ücretli.

Sevda Hanım söylüyordu, su otuz kron, tuvalet yirmi kron. Hayatta en çok gerekli olan su Türk parasıyla otuz beş liraya filan geliyor herhalde.

O yüzden buradaki ücretlere bakıp bu ülkeler zengin demek, çok adil bir karşılaştırma olmuyor. Burada açlıktan ölen yok belki, Türkiye’de de öyle. Geçen bir araştırma yayımlandı. Norveç’teki en zenginlerle en fakirler arasındaki ömür farkı on dört, on beş yıl kadar çıktı. Amerika’yla yarışıyor.

Sınıf farkının bariz biçimde yaşam süresine yansıdığını görüyoruz.

Bu ülke petrol sayesinde büyük bir fona sahip olduğu için, kasasındaki paranın bir kısmını da asgari olarak tanımlanan ücretleri iyileştirmeye ayırabiliyor veya birçok konuda devlet desteği sağlayabiliyor. Fakat bunu sadece bir sistem başarısı olarak görmek çok zor… Bu zenginliğe sahip olmadığı senaryoda “Norveç şu an sağladığı standartları sağlayabilecek miydi?” diye sormak zorundayız.

İsveç için de aynı şeyi söylediler. O devletin de aynı şeyleri yaptığı anlaşılıyor. Ortak karakterleri bu galiba?

Tarihsel olarak da benzerlikleri fazla zaten…

Sizin burada tanıdığınız Türkiyeliler açısından da baktığınızda, geride bırakıp geldikleri çocuklukları, kentleri onları nasıl takip ediyor? Geldikleri yerle mi yatıp kalkıyorlar, yoksa buraya kısa sürede mi adapte oluyorlar?

Bizim ülkemiz sosyal yaşantı ve kültürel doku bakımından zengin bir ülke yani. Norveç’i ele alırsak, Oslo başkent olmasına rağmen burası taşra. Burada sanayi çok uzun yıllar yavaş gelişmiş. Norveç’in kentleri küçük. Oslo, Kadıköy’den küçük. Nüfusu 500 bin. Ben mesela karşılaştırdığımda çok taşralı hareketler görüyorum.

Ne gibi?

Enginarı elle yemek gibi mesela. (Gülüyor). Şaka bir yana, hayat kurgularında küçük yerde yaşamanın etkisini görebiliyorsunuz. Tabiî ki bu çok pozitif şeyleri de beraberinde getiriyor. Yalnızca ölçeklerin çok farklı olduğunu söyleyebiliriz.

Hayvancılık ve tarım dışında kent kültürü henüz tam gelişmiş değil.

Bu bir açıdan bir kompleks de üretiyor herhalde. O nedenle son zamanlarda yüksek binalar dikiyorlar. O gördüğünüz opera binası ve çevresindeki devasa yapılar bunun örneği. Buradaki Türkiyeliler bu nedenle daha çok Türkiye’yle bağlarını sürdürüyorlar ya da buradakilerle bir araya geliyorlar. Bu benim için de geçerli. Bunun bir sebebi, buranın çok yalnızlık üretmesi. İnsanlar çabuk kaynaşamıyorlar. Yakınlık kurmanızın zor olduğu bir ülke. Kolay kaynaşsanız da kolay derinleşemiyorsunuz.

İklimin etkisi bunda nasıl sence?

Kesinlikle etkili. İntihar oranının yüksek olduğu bir ülke burası… İnsanlar doğal olarak pozitiflik üretiyorlar. Her konuda çok pozitifler. Mesela Türkiye’de “Nasılsın?” sorusuna verilen cevaplar üzerinden yakınlık kurarsın. “Bu gece uyuyamadım,” diye cevap verilse, çok şey konuşursunuz. Burada öyle değil. Burada birine “Nasılsın?” dediğinde, “Harikayım, iyiyim, çok güzel geçti, kendimi dinlendirdim” cümlelerini duyarsınız. Böyle olunca dertleşemiyorsunuz. Dertleşme kültürü olmayınca, sorunlarınızı anlatamıyorsunuz, böylece yakınlaşmanın kapıları kapanıyor. Ama bunlar tabiî ki yakınlaşmanın mümkün olmadığı anlamına gelmiyor, sadece bizlere kıyasla daha çok zaman tanımak gerekiyor.

Kafede söyleşirken de söylemiştin, burada hayatın sakin, insanların durgun, hatta caddelerin bomboş olması da başka bir atmosfer oluşturuyor. Belki intiharı arttıran bir atmosfer oluyor.

Aynı zamanda kaygısızlık da var. Norveç yurttaşı çoğu insanın gelecek kaygısı yok gibi. Bunun alternatifi olarak insanlar üretime dönük değil. Dolayısıyla hayatın anlamını bulmakta, hayat mücadelesini anlamakta çok zorluk çektiklerini söyleyebilirim. Bizim ülkemizde insanın hayat mücadelesi çok yüksektir, kavga yapar. Kavga edecek çok şey var çünkü. Burada da çok şey var ama burada yanılsama çok fazla yaratıldığı için insanlar apolitik, daha çok kendi hücrelerinde yaşıyorlar. Bu da anlam problemini getiriyor beraberinde.

Stockholm’de bir akademisyen arkadaşımız, göçmenlerin öneminin algılanması için yerli halka “Göçmenler bu ülkeden giderse, sen ne yaparsın?” sorusunun sorulduğunu söylemişti. Bu soru karşısında çoğu çok şaşırmışlar. En zor işleri göçmenlerin yaptıklarını fark etmişler. Oslo’da göçmenler daha çok hangi işleri yapıyorlar?

Eğitimli gelen göçmen nüfusu da var burada tabiî ki; ancak, göçmenlerin çoğunluğu ülkelerinden emek göçüyle gelenler veya savaş sebebiyle gelenler. Dolayısıyla önemli bölümü eğitim gerektirmeyen işlerde çalışıyorlar. Sosyal hayatta da bu ayrıksılaşma çok net, göçmen mahallelerine gittiğinizde bunu görebiliyorsunuz. Tabiî sürekli artan ırkçılık da bu duruma yardımcı olmuyor. Yerlilerle göçmenler toplumsal atmosferi de bir arada çok yaşamıyorlar. Mesela nakliyat işine baktığınızda hepsi göçmen, taksiciler, inşaat işçileri hep göçmen, kritik işlerin hepsinde çalışanlar göçmen. Bu ülkelerin büyümek için göçmenlere ihtiyacı var.

Bir de ücret farkı olduğunu söyledin, Norveçlilere ayrı ücret, göçmenlere ayrı ücret. Bu nedir?

Bu yasal bir şey değil, kimi uygulamalarda böyle. Çünkü, Norveçliler iş konusunda daha seçici davranabiliyor; göçmenler ise daha zorlu işlerde çalışmak zorunda kalabiliyorlar.

Gelelim sana. Buraya geldiğinde seni çocukluğundan, yaşadığın şehirden takip eden, rüyalarına giren neler oldu?

Bilmiyorum bu sorunun tam cevabını, mesela tabiî ki duygusal kimi boşluklar yaşadım. Bizim ülkemizde her şeyin bir tartışma zemini vardır. Her şeyi konuşmayı ve her konuda tartışmayı severiz. Burada o zemin yok. O nedenle insanların samimiyetini test edemiyorsunuz, dostluk geliştiremiyorsunuz. Burada başkasını kırmamak, birinin işine müdahale etmemek adına bir kişiliksizleştirme yapılıyor. Burada biriyle herhangi bir konuda tartışmaya girmek mümkün değil. Dolayısıyla kimsenin samimiyetine güvenemiyorsunuz, kimse de mücadelenin bir parçası değil. Ben Türkiye’de toplumsal mücadeleden geldiğim için burada mücadele eden insanları görmek istedim ama bunun boşluğunu yaşadım. Bunun dışında Norveç’e yakınlık duyduğum şeyler de var. Bu çim kokusu olabilir. Burada kendimi bir Ege kasabasında hissediyorum.

Burada insanların sık sık doğaya gittiğini, gölleri dolaştığını, hayvanlarla ilgilendiğini söylemiştin. Belki de yalnızlıklarını bir ölçüde böyle giderdiklerini söyleyebiliriz. Peki, sen burada nerelere gidiyorsun?

Norveçliler doğada çok sosyaller aslında, herkes tarafından bilinen ilginç kültürel bir davranış bu. Ben kendim için ise birçok yerini gezdiğimi düşünüyorum Norveç’in. Kimi dağlarına tırmandım, fiyortlarını gördüm, göllerinde ve denizlerinde yüzdüm. Şehir merkezinde de çokça ormana, göle, sahile erişmek çok kolay.

Norveç nüfusunun 5 milyon mu olduğunu söyledin?

Evet, genel nüfus 5 milyon ama Oslo 500 bin nüfusa sahip. Norveç’in kara toprağı küçük olmasına rağmen yaşanılan alan bunu yalnız küçük bir kısmı. Dağlık olduğu için de küçük yerleşim yerlerinin birbirinden uzak olduğunu söylemek mümkün.

Burada fazla yapılaşma da yok gördüğümüz kadarıyla.

Artıyor ama… Göç yanında yeni iş alanları yapılaşmayı zorluyor. Norveç, petrole bağımlı ekonomiyle yetinmek istemiyor.

Buraya gelen göçmenlerden işçilerin, öğrencilerin, senin gibi teknik personelin birbirleriyle ilişkileri nasıl?

Norveçlilere göre daha sıcak ilişkiler kuruyorlar. Yeni gelene sahip çıkma, dayanışma, iş bulma ilişkileri sıkılaştırıyor.

Hangi ülkelerden göçmen daha çok?

Hindistan, Pakistan, Somali, İran, Türkiye diye sıralayabilirim. Avrupa ülkelerinden de gelenler var.

Bu toplam daha çok hangi mesleklerde iş yapıyor, çalışıyor?

İlk olarak buraya emek göçüyle eskiden gelmiş olan ve ağır sanayide çalışanlar var; orman fabrikaları, petrol fabrikaları gibi. Bir de bireysel olarak gelenler var; teknik eleman, sağlıkçı, mühendis, araştırmacı, akademisyenler gibi. Tabiî buna ek üçüncü grup ise savaş nedeniyle gelenler. Bu grubun profilinin çok karma olduğundan bahsedebiliriz. Fakat birçok eğitimli göçmenin denklik alamadığı için mesleği dışındaki işlerle geçinmeye çalıştığını söylemek yanlış olmaz.

Sağlıkçılara çok ihtiyaç olduğu söyleniyor?

Sağlıkçıların gelmesi de zor. Dil bilmeleri gerekiyor, iş tecrübesi arıyorlar. En çok tercih edilenler ise yazılımcılar. Ben de onlardan biriyim. En aktif, dinamik topluluğu yazılımcılar oluşturuyor şu anda.

Bir kadın olarak burada kadınların çalışma yaşamı ve toplumsal ilişkilerdeki durumu, konumu nasıl?

Norveç, İsveç gibi ülkeler demokrasileriyle övünüyorlar. Kadınların bazı başlıklarda daha özgür olduğu söylenebilir. Bazı başlıklarda ise çok muhafazakâr olduklarını görüyorum. Burada erken yaşta evlilik çok yaygın mesela. Çocuğuyla birlikte üniversite okuyan çok fazla insan var. Buradakiler muhafazakârlıklarını dinden değil de kültürlerinden alıyor diyebiliriz, kültüre de dinin etkisi büyük tabiî ki. Evlenmek, çocuk yapmak, ev sahibi olmak gibi geleneksel yaklaşım ağır basıyor. Gezici meslekleri kadınlar yapmıyor örneğin. Benim çalıştığım firmada yazılımcı olarak tek kadınım mesela. Geleneksel olarak kadınların teknoloji alanlarında az olduklarını gözlemledim. Bunun sebeplerini anlamaya çalıştığımda ise, kadınlar dahil çoğu kişinin bu durumu oldukça kabullendiğini ve bunun tercihlerden kaynaklandığını düşündüklerini gördüm. Halbuki her sorunun bir kaynağı vardır ve her sorun çözülebilir fikrimce. Fakat devlete ve sisteme güven Norveç’te kimi başlıklarda sorgulamamayı veya sorunlara kayıtsız kalmayı da beraberinde getirmiş.

Türkiye, senin gibi yazılımda yetişmiş bir elamanı, bilimsel çalışma yapan insanları, sanat-edebiyat alanında çok başarılı çalışma yapanları kaybetmekle, neler kaybediyor?

Aslında her şeyi kaybediyor. Çünkü yetişmiş insanı kaybediyor. Paylaşmayı, ortaklaşmayı kaybediyor. Dolayısıyla örgütlülüğü de kaybediyor. Bu aslında kendi kendini de büyüten bir şey. Kartopu gibi büyüyor. Dışarıdan Türkiye’ye bakıldığında sürekli kan kaybettiği görülüyor.

Son yıllarda 300 bin civarında yetişmiş insanın Türkiye’den Avrupa, ABD ve Kanada’ya göçtüğü belirtiliyor.

Şunu da belirteyim. Avrupa’da ya da gelişmiş kapitalist ülkelerde de durum iyi değil. Çünkü buralarda da devlet hangi alanlarda araştırma yapılacağını önceden belirliyor. O alanlara para ayırıyor. Bazı işkollarında rahat iş bulmak eskisi gibi mümkün değil. “Ben şu konuda şöyle yararlı bir çalışma yapmak istiyorum” deyip de destek almak mümkün değil. Ancak, projenize bir sponsor bulabilirseniz çalışmanızı sürdürebiliyorsunuz. Yani burada istediğiniz alanda özgürce bilimsel çalışma yapamıyorsunuz. Ben buraya kısa süreliğine geldim. Bir süre sonra dönmeyi düşünüyorum. Burada uzun süre kalan ve dönmeyenlere baktığımda hâlâ Türkiyeli kaldıklarını gözlemliyorum.

Akılları Türkiye’de, öyle mi?

Akılları Türkiye’de ve aslında bu onlar için çok büyük bir kişilik problemi yaratıyor. Bir arada kalmışlık yaşıyorlar. O yüzden yurtdışında yaşamanın bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. Mücadele ederek sorunları çözmenin, öyle insanlarla bir arada yaşamanın zevki bir başkadır, diye görüyorum.

Onun için ülkede eşitlik ve özgürlük temelinde bir yaşamın inşası önem kazanıyor değil mi?

Evet, evet! Bunun için de herkesin taşın altına elini koyması gerektiğini düşünüyorum.

Senin gibi genç birinin böyle düşünmesi umudumuzu güçlendirdi. Teşekkür ediyorum. Çalışmalarında başarılar diliyorum.

Kaynak: sendika.org

Müslüm Kabadayı
Ömrün Altmışında | Müslüm Kabadayı 1960 restorasyonunda doğduğumda Hatay Kışlak’ta Köyümüz yurtsever kafalarla koşuyormuş aydınlığa O dönemde bırakmış babam ocak söndüren kumarı Anam derdi, senin gözlerin verdirdi ona bu kararı Elimde kitapla çobanlık yapardım, Keldağlıydı suyum Bir kamyonla ilk kez Amanoslar’ı aştığımda altıydı yaşım Ve Misis tarlalarında çalışırken pamuk çalısı kadardı boyum On birimde Düldül Dağı’ndan sızan kanımdı Sabunçayı Düziçi İlköğretmen Okulu’nda bilgi çiçeklerimi suladı On altımda öğretmenlik hakkım için çıktım boykota MC’nin sürgün okuyla fırlatıldım Çanakkale Boğazı’na Büyük kavga suları dar boğazlardan süzüldüm On sekizimde Ankara’da DTCF’ye yazıldım Yirmi ikimde “Mamak Üniversitesi” zindanına atıldım Kaybettiğimde elli yedisindeydi ayağı kesik babam İğnenin deliğinden Hindistan’ı görürdü, şekere yenildi tamam Elim iş, aklım güç tuttuğundan beri yüklerim hep ağırlaştı 12 Eylül zulmüyle ülkem kararırken, vicdanlar sağırlaştı Gölbaşı’nda başladım teknik işe yirmi beşimde, işim çizim ölçüm Yirmi altımda “Yoğunluk Sanat Kitabı”nda yer aldı ilk öyküm Yirmi yedi yaşımda atandım çok istediğim öğretmenliğe Üç ay sonra gbt’yle atıldım teknik ressamlık mesleğime Acılar ve zordan süzüldü balım, özümü bağladım hilesiz alın terime Ülkemde ilk kez gbt’yi çöpe attırdım, mahkemede bir yaz tatilinde Trabzon’da tiyatroya giderek, şeytanın bacağını kırdık öğrencilerimle O yıl sevdalandım bir Laz kızına, kar teptim saatlerce ona kavuşmak için Meydanlarda keskinleştirdim sınıf bilincimi, karanlıkla savaşmak için Polatlı Tahtaköprü’de, yeni evli küçük kardeşimizi toprakladı elektrik Gök ekinimiz biçildiğinde harlanan acımızla hepimiz şekere kesildik Sürgün yediğimde Maçka deresine, kentli ve dağlı dostlar kazandım Kuzeyhaber, Hamsi ve Kıyı’da kalemi yüreğime batırıp yazandım Hayatın uzun sokaklarında yürüdüm, mücadele estetiğinden aldım haz Otuz ikimde baba oldum, kucağıma verildiğinde çonamız İlkyaz Esmer bakışlı gözünün ışığında, hiç sönmeyecek gibi duruyordu faz Otuz üçümde yerleştik, Asi’nin meltemiyle nefeslenen Antakya’ya Burada savaş açtım, sendika başkanlığımla olağanüstü kuşatmaya Otuz beşimde İnsancıl dergisi temsilciliğiyle şahlandırdık sanatı Eski ve yeni kuşak yoldaşça buluştuk, bozuldu paranın saltanatı Akrepler, ekmek teknemde kuyruk salladılar durmadan Yüreğim daralsa da aştım engelleri, beynimi burmadan Hiç yüksünmedim, eskiyeni yıkıp ileri olanı kurmaktan Otuz sekizimde Subaşılı öğrenci cıvıltısına karıştı sesim Kırkımda eşimden vurdular yüreğime, sandım kesildi nefesim Kırılsam da sardım yaralarımı, kopmadım hiç kızımdan Ne geldiyse başıma, sınıfa sınıf savaşımındaki hızımdan Aynı yıl gördüm emperyalizmin çöplüğünü New York’ta Yedi candık, uygarlıklar beşiği Antakya’yı çoğaltmakta Anamızı verdiğimizde toprağa kırk birimdeydim bahar yeli esiyordu Doğa dışımızda yeşerirken, anasızlık testere olup içimizi kesiyordu Damar damar işleyip toprağımızı, dişe diş dirençle çevirdim çarkımı “Hatay Bibliyografyası”na ekledim “Amik’ten Amanos’a Alkım”ı Kardeşleştik “Karadeniz Karşılaştırmalı Sözlük Denemesi”yle salkımı Amik dergisinde dostlarla harmanladık, yerelle evrenselin biderini Düşünmedik hiçbir zaman, halkamızı çoğaltan emeğin giderini Kırk ikimde komşu halkla sınırları kaldırdım, Şam’a giderek Ortak damarları buldum her adımda, Arvad Adası buna bir örnek Palmira’da onurlandım, Zenobya kafa tutarken Roma’ya Basitburnu’nda selam durdum, kadim dost Cebel-i Akra’ya Kırk bin yıllık aşka kavuştum, Aşkdeniz’den çıktığımda Üçağızlı Mağara’ya Bir kurda zengin Arap dilinin eşiğini adımladım, Besime öğretmenle Beyrut ve Amman ışıklandırdı Adonis’i, yanımdaki çevirmenle Kırk üçümde ikinci kez sevdalandım, Divriğili bir kıza Bir ömür sığdırdık, sönük Ankara’da koşarken bir yaza Kırk altımda “Yoğunluk”ta dirilttim yirmi yıl önceki sanat kitabını Kırk yedimde “Suriye Günlüğü”nde sordum düşmanlıkların hesabını Kırk dokuzumda “Hataylı İki Aşık”ta verdim ozanların imgelerinden Sevdanın harını, ayrılık ve ölümün soğukluğunu dilin belinden Her dönemin devinimi, ivme kattı yürek ve beynime Yıllar sonra onun için döndüm öğrencilik kentime Pişmanlık hiçbir zaman uğramadı gergefli semtime Harlamayı sürdürdüm partide, sendika ve dergilerde üretkenlik ateşimi İlkyaz’ımızla Avrupa’dan döndüğümüzde, burada yitirdim ikinci eşimi En verimli ellili yaşlarımda, sevdalım oldu bir Kürt kızı Çatışmalı ve fışkırmalı diyalektik, oya’ladı bilincimdeki hızı Her taşa vurulduğumda bilendim, hayatı yeniden kurmaya Marifet yüklendik yürekten, başladı Bağlaç dergimiz filize durmaya Hata ve yanlıştan arınmak için başvururum kendimi sorgulamaya Arka arkaya Aşkar abimi, Mustafa canımı, Sabahat ablamı aldı ölüm Elli üçümde “Salkım Saçak Keldağ”la fışkırdı, sularından ilk öyküm Art arda sökün etti kitaplı öykülerim “Közlü Yürekler”, “Dirilten Duyunçlar” “Çölüngelini”nde küllerinden doğdu Zenobya, “Kaplan Ali”yi sevdi dağlılar Elli üçümde Taksim’de Gezi Kitaplığına bağışladım kitaplarımızı Haziran direnişinde embriyolanan Diren’imiz, doldurdu kucaklarımızı Evin’imiz ikiledi kardeşliği, Devrim Stadyumu’nda katıldı İlkyaz’ın mezuniyetine Kuşakların atardamarlarını, ben’lerinde imgeleştirsinler dilerim genişleyen evrene Gezdim, sezdim, eylemledim ve yazdım, mutluyum yaptıklarımdan Altmışımda kronikliğimle koronaya yakalanmadım, umutluyum yarından Sevda’yla yarattık “Avrupa’nın Yüzleri”ni, memnunum can dostlarımdan Ömür bu, çizik-yazık-keşkeyle değil, insanlar yeniden (t)üreterek paylaşsın Bir gün toprağa düştüğümüzde, ışıklı çocuklarımız meşalemizi taşısın…
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.