Haftanın Yazarı | Yazar Selma Sayar kimdir?
Yazar Selma Sayar, bundan böyle Yazı Atölyesi’inde okurlarıyla buluşuyor.
Yazar Biyografisi
1974’te Antakya Nahırlı’da doğan Selma Sayar, ilköğretim ve liseyi burada tamamladı. 1995 yılında Ege Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Eleştiri alanında yüksek lisans yaptı. Edebiyat dergilerinde öykü ve kitap tanıtım yazıları, Radikal 2’de denemeleri yayımlandı.
2007 yılından beri yayımladığı bu çalışmalarını topladığı Sırça Sarayın Serçeleri, yazarıın ilk kitabı olarak, Mühür Kitaplığı etiketiyle raflardaki yerini aldı.
Kitabında, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Antakya’dan ve öğretmenlik yapmakta olduğu Mersin’den insanlar, izlenimler, öyküler bulunuyor. Ve elbette, hakkında yazdığı kitaplar aracılığıyla, dünyanın dört bir yanından, farklı zaman dilimlerinden düşünceler, çeşitli insanlık durumları da yazılarında bir araya geliyor.
Kendisi gibi Mersin’de yaşayan ve Sayar’ın yazma serüvenini umutla izleyen İpek Ongun şöyle diyor:
“Selma Sayar hem 2 çocuklu bir anne, hem çalışan kadın, hem kitap kurdu. Üstelik yazmayı seven bir eğitimci. Gözlem yeteneği ve duygularını aktarış biçimiyle bizleri anlattığı öykünün içine çekiveriyor, daha ilk satırında. Hani, yüreğime dokundu, denir ya, aynen öyle hissediyor insan onun yazdıklarını okurken.
Özellikle de annesiyle ilgili yazdığı ‘Ena Mahibbik Mama! (Seni Seviyorum Anne!)’ başlıklı anlatısını okurken gözlerimin dolmasını engelleyemedim. Dostlukla ilgili yazdıkları da aynı duygusallığı nasıl da derinden, nasıl da zarif ama insanın içine işleyen biçimde yansıtıyor.
İşte duygularını böylesine bizlere aktarabilen bir yazar o. Üslubu çok akıcı, su gibi okunuyor yazdıkları. Türkçesiyse mükemmel. E, daha ne denebilir ki… Yazmaya devam Selma Sayar!” (İpek Ongun – Tanıtım Bülteninden)
Evet, Selma Sayar anneliğe, öğretmenliğe, okumaya, yazmaya devam ediyor.
UÇMAYI ÖĞRENİR GİBİ
Yayımlandığı dönemde İran’da büyük ses getiren roman, yoksul bir ev kadınının korkularını, tereddütlerini, pişmanlıklarını anlatıyor. Derinlikli bu anlatıda kadın kahramanımızın aile ilişkilerinde üstlendiği rolleri sorgulayışı da bir konu olarak işleniyor. İran’dan kaçma hayalleri kuran kocasının aksine, onun en büyük korkusu benliğine kök salmış hayal kırıklıklarını da beraberinde götürmek. İnsan yaşadığı yerden kaçabilir; peki ya kendinden kaçmak mümkün müdür?
Romanın anlatıcısı olan kadın kahraman İran’da, büyük kentin kenar semtlerinden birinde, binbir güçlükle, borçlanarak aldıkları bodrum katında kocası Emir ve büyüğü erkek, küçüğü kız olan Şahin ve Sadi adlı iki çocuğuyla yaşamaya uğraşmaktadır. Bu zorlu hayatı göğüslemeye çalışırken, baskın karakter özelliklerine sahip annesi ve iki kız kardeşi Şehla ve Mehin ona sürekli geçmiş günlerden söz etmektedir. Oysa o günleri anmak kahramanımızın tercih edeceği bir şey değildir. Hayatının son günlerini yalnızlık duygusuyla yatalak biçimde geçiren babasına hayatı zehir eden annesinin davranışları da o geçmiş günlerin anıları arasındadır. Üstelik kendisinin ve kardeşlerinin hayata iyi hazırlanmamış olduklarını, her geçen gün daha belirgin hale gelmektedir.
Kardeşlerinden Mehin toplumun kurallarını çiğneme konusunda daha cüretkardır. İran’daki kocasını boşayıp, bir Amerikalıyla evlenerek ABD’ye yerleşir. Şehla da modayı takip ederek, öğrendiği tüyolarla kendine bir hayat kurarken, kahramanımız mütemadiyen susarak, sır saklayarak büyür. Hayatı boyunca kendine örnek aldığı teyzesi Mahbup Hanım, ona sır tutmanın önemini öğretmiştir.
Gün gelir Emir diye biriyle evlendirilir. Kendisinin suskun haline karşın kocası konuşmayı, dertleşmeyi sevmektedir. Emir işçilik yaparak geçinen biridir. En büyük hayali de Kanada’ya ailesiyle yerleşmektir. Bu uğurda Kanadalı bir kadını hayatına dahil etmekten çekinmeyecektir.
Ailece çok zor koşullarda yaşamaya çalışırken sürekli ev değiştirirler. En sonunda bir bodrum katına tıkılırlar. Kadın durumdan memnundur, çünkü dokuz kez kiracı olarak taşındıkları evlerden sonra, nihayet kendilerine bu bodrum katı satın almışlardır.
Romanın iki önemli metaforu kadın anlatıcının suskunluğu ve geçmişe gitme özlemidir.
İnsanlarla sırlarını paylaşmadığında, dedikodu yapmadığında sorunlarıyla daha kolay baş etmektedir. Etrafında dolanan herkesin çözüm üretmek yerine sadece olayları büyüttüğünü ve dedikodu çarkını çok iyi kullandığını fark eder. Bu durum iç dünyasına yönelmesine, kendisini sorgulamasına, daha olgun ve bilinçli bir kadın olarak davranmasına aracı olur. Zamanla kazandığı bu olgunluk onu kocasından uzaklaştırmaya başlar. Eskiden “onsuz nefes alamam” dediği eşi artık gözünde sıradan biridir. Hatta eşinin son zamanlarda gittikçe patavatsızlaşmasını ve onu çirkin bir kadın olarak gördüğünü söylemesine bile aldırış etmemektedir.
Artık kocasının kaçmak-gitmek hayallerine “Senin cennetine, cehennemin üzerime yapışmış izleriyle gelmekten korkuyorum” duygusuyla yaklaşmaktadır.
Sürekli bir yerlere gitmek isteyen kocası en son Türkiye’den Yunanistan’a kaçak olarak geçmeye çalışırken, polis tarafından yakalanır ve ülkesine iade edilir. Bu durum adamı iyice hırçınlaştırır, kadını her fırsatta aşağılamaya, çocukları da yaşamında bir engel olarak görmeye başlar. Ama bunu yapan adam bazı sabahlar banyoda şarkı söyleyip Hafız’ın şiirlerinden dizeler okur.
Gitmek hem kadın hem de kocası için vazgeçilmez bir düştür. Emir hep uzaklara gitmenin hayalini kurarken, kadın bazen öleceğini düşlediği yere, bazen Emir’in eski haliyle özdeşleştirdiği yere, bazen de kocasının öldüğünü düşleyerek bir yere gider.
Romanda anlatıcının gitme isteği ile ilgili tutumu, onun evliliğe bakış açısıyla ilişkilidir. Umduğunu değil, bulduğunu yaşamak gibi gördüğü evliliğinde, bir zamanlar kendisini inciten olaylara, üzücü gelişmelere, bunaltıcı durumlara gülmeyi başaracak biçimde değişmektedir. Evlilik, kahramanımız için, kendi başına sokağa çıkmayı, iç sesine kulak vermeyi, ayakları üzerinde durmayı öğrenme süreci gibi yürümektedir.