Yaz ikindileri | Hilmi Yavuz
Yaz ikindilerinde, İstanbul’da, bir pastanede, açık ve ferah, kalabalığın dışında, kalabalıkla aranızda kalın bir cam vardır, güneşin yüzünüze hafifçe ve yatay vurduğu saatlerde, sanki kentin ortasında değil de, kırda yürüyormuşum gibi duyumsadığım olmuştur çoğu kez.
Kalabalığın tenhalık, kentin kır, gürültünün sessizlik olarak yaşanmasında, güneşin yatay ve hafifçe, yüzüme vurup gözlerimi kamaştırarak kapamama neden olmasının payı yok mudur?
Gözün kamaşmasında, akşam güneşidir, bir büyü etkisi gizlidir. Göz’leriniz kamaşır, ama sıradan bir kamaşma değildir bu. Güneşe bakmaya benzemeyen, sanki güneşin gelip (sizin) gözlerinizi bulduğu bir ân’dır.
Bu büyü etkisinde, herşeyin kararması değil (çünkü ancak güneşe uzun süre bakarsanız kararır güneş ve onunla herşey), herşeyi bulanıklaştırması sözkonusudur. Aragon’un ‘sonra birden güneş açar, o bulanıklık geçer’ dizesinde söylenmek istenenden o kadar farklıdır ki bu bulanıklık, bir hazzı, o bulanıklıktan edinmek söz konusudur burada.
Herşeyin açık seçik olduğu bir Kartezyen dünyayı, belki, bilginin pekinliği adına isteyebiliriz. Ama hazlarda, açık seçiklik değil, bulanıklık başattır. Bulanıklığı hazzın karşıtı olarak görme eğilimini onaylamıyorum. İşte burada, burada pastanede otururken, herşeyi kamaştırıp bulanıklaştıran akşam güneşi, kenti kıra, kalabalığı tenhalığa dönüştürürken, benim de sıradan yaşanmakta olan bir ân’ımı hazza dönüştürüyorsa eğer, bunu nasıl görmezden gelebiliriz ki?
Giderek, güz ikindilerinin de, yazları arasıra yaşanan bulanıklığı bir tür yerli yerindelik’e dönüştürdüğünü söyleyebilirim sanıyorum.
Güzün anımsama mevsimi olduğu düşüncesini yadsıyorum. Açık ve ferah güz ikindilerinin bana anımsamada bir yardımı dokunmadı. Shakespeare’a ‘the winter of our discontent’ (‘mutsuzluğumuzun kışı’) dedirtenin ne olduğunu biliyoruz çünkü.