DURCAN YAŞACAN ARŞİVİNDEKİ 20.219 OKUYUCU MEKTUPLARI
1-HİÇ BİR ŞEY YOK, AMA… YOK DA YOK:
Tam da, elini tutup akide şekeri almaya gidecekken, babamı kaybetmişim. Onu ilk ve son olarak Kaçkar Dağları’nın zirveye yakın bir yayla evinde; küçük bir pencere önünde, yerden yükseltilmiş bir saman yatağı üstünde yatarken anımsıyorum. Hepsi bu!Büyüdükçe gördüğüm ise şuydu:Kocası Sıvastopollar’da kaybolmuş Ayşe adında bir baba-anne, genç yaşta dul kalmış Fatma adında bir anne, hiç evlenmemiş ve 1960 ihtilalinde ”eğitmenlik” görevinden atılmış ve büyüdükçe ”erkekleşmiş-taşlaşmış”ve neredeyse anneme kocalık eder duruma gelmiş (!) altı sınıflı ilkokul mezunu, bir hala ve bir de ben. Evin nüfusu bunlar. Kız kardeş yok, erkek kardeş yok, baba yok, amca yok, abla yok, ağabey yok, yok da yok, anasını satayım. Ama ahırda sekiz inek, bir boğa; kapıda tavuklar, kediler, köpekler ve evin dışında babadan kalma bolca sebzeli, meyveli taşınmaz-mallar… Para dışında ne ararsan var. A. Vice – ki, daha sonra adı A. Çamlıca olacak; Hemşin (Çamlıhemşin) ilçesine en yakın, insanı sevecen, iyilik sever, imece yaşamına bağlı, oldukça eğitimli bir mahalle. Herkes herkesi sever, herkes herkese koşar, herkes herkesle dost, herkes arkadaş, herkes birbiriyle biraz akraba.Babamın ölümü ve ondan beş yıl sonra da halamın işten çıkartılmış olması, mahalledeki fitre ve zekatları büyük ölçüde bana yönlendirilmiş durumda. Öyle ki yaşıtlarım arasında ilk kol saati takan ve adına Avrupa tarzı ayakkabı dedikleri ilk ”ıskarpın” giyen ben olurum.1960’da mahalleye 5 km. uzaklıktaki merkez ilkokuluna kaydım yaptırılır. Daha birinci sınıftayken hızlı okuma yarışmalarını, okuma yazması olmayan annemin ahırda, gaz lambasının ışığında, kulaktan duyumla öğretmesi sonucu sınıf birincisi olduğum zamanlar, başöğretmenimiz Nuran Topsaç’ın, hiç bozulmamış Karadeniz aksanıyla ”çıkmayıncaya aklımdan ne gece ne de gündüz,”türküsü dudaklarında. Biraz kendinin bana yaklaşıp biraz da beni kendine doğru çağırışını ve sonra filesine koyduğu kibrit kutusu oylumundaki tahin helvası ile çeyrek ekmeği çıkartıp elime tutuşturuşunu ve onu yedikten sonra, damağımda kalan tadını, hangi yıllar sildirebilirdi belleğimden? Her hızlı okuma birincisi olduğumda, sınıf öğretmenimiz İbrahim Bayraktar’ın (Bayraktutan) ödül olarak verdiği rengi sarı, başı fosforlu, gövdesi altı köşeli kurşun kalemli günleri, belki de sevmeyi öğrendiğim ve öğrenmeyi sevdiğim o güzellik tohumu niteliğindeki güzel günleri nasıl unutabilirdim acaba? Ama daha o günlerde nasıl bilebilirdim, onlarca yıl sonra, yaşı doksanına el uzatırken, bir gün ,bir imza günümün onur konuğu olacağını? İsmet Genç, dördüncü sınıf öğretmenimizdi. Boyu o zamanlar bile bizden çok uzun sayılmazdı.İyi anımsarım, sıra dayağı olacağımız zaman, boyu bazılarımızın yanağına ya da kulağına ulaşamadığı için, ”çök” derdi .Ama o gün öyle dememişti, ”çocuklar, bana kalın sesli harfleri kim sayacak ve kim örnek verecek” demişti. Güzel soruydu, güzel oluşu tam benlik olmasındandı, bildiğim yerden gelmişti, çünkü;sevinçle ”ört-menim ben, ört-menim ben”diyenler arasından kalkıp, öküz gibi böğürerek, kendimce en iyi kalın ses örneği verişimi ve arkasından ”çök” deyişini nasıl unutabilirim, yaşadıkça?
2-DURCAN MIYIM, DURCAN YAŞACAN MI, YOKSA YAŞACAN TERZİ ?
1965’te Çamlıhemşin Ortaokulu’na yazdırırlar. Okul; henüz ilk mezunlarını vermiş, çiçeği burnunda bir okul. O yıl baba-annemi de kaybederiz ve evde halam, annem ve bir de ben kalırız. Yazları yaylaya gider, inek sağar, yayık yayar, çobanlık eder; eylül ortalarına doğru da yine merkeze, mahalleye döneriz.Daha birinci sınıfın ilk günlerinde, Şadi Soysal adındaki Türkçe öğretmenimizin,yoklama sırasında ”Yaşacan Terzi” diye seslenişine, karşılık veren olmayınca ”Kadir oğlu Yaşacan kim” diye yinelemesine ”hocam, babamın adı Kadir, ama ben Yaşacan değil, Durcan’ım”dediğim zaman, elini omuzuma koyup, ”yok oğlum, senin adın Yaşacan Terzi’dir, demesi üzerine nasıl da utanmıştım. Hala düşünüyorum, acaba ilkokulda hiç yoklama olmamış mıydık, yalnızca numaramız mı okunmuştu, yoksa yalnızca ”Terzi” soyadıyla mı seslenilmişti, ya da unutmuş muydum adımın sık kullanılmayışından, bilmiyorum.”yine mevsimler dönecek/ yine yapraklar solacak/geçen gençliğim geri dönmeyecek” diyerek,sınıfı sessiz çalışmaya yönlendirip; gözlerini, dışarıdaki sarıya yakın boz-bulanık rengiyle, tozlu topraklı sesiyle, gürül gürül akan ”Fırtına Deresi’ne”çevirip hem ağlayan hem mırıldanan yine o Türkçe öğretmenimi de, bana duyarlığı,bana sanatı sevdirdiği ve elbet ilk şiir karalamalarımı başlattığı için, kendi tarihime yazacaktım kuşkusuz.İyi ama yaşı henüz otuzuna bile gelmemiş genç bir Türkçe öğretmeninin, bu dizelerde bulduğu neydi, nerden bilebilirdim o yaşımda .Adımın ne olduğuna gelince, sonradan öğrendim ki;”Durcan”göbek adımmış.”Yaşacan”,mahalle muhtarımız ve aynı zamanda avukatsız ilçede, tek dava vekili olan komşumuz Ahmet amcanın (Arol) nüfus idaresinde Durcan’ı unutup ayaküstü uydurarak yazdırdığı ve artık ondan sonra resmi kayıtlarda bir ömür ”unutulmuşluğun adı olarak,bir daha hiç unutulmadan”karşıma çıkacak olan, ikinci ama gerçek adım.Pek ilginçtir ki,Durcan da, Yaşacan da, amacına uygun koyulmuş adlardır aslına bakılırsa.Çünkü, benden önce biri kız, biri erkek iki kardeşim doğar ve ikisi de kısa süre sonra ölürler.Anadolu’da bu tür emrivaki isim durumlarına pek sık rastlanır! Çocuklarının yaşaması için, ebeveyinlerce ”Dur’dan ya da ”Yaşa”dan türetilmiş isimler pek çoktur.Ve böylelikle durur ve yaşarmış kimilerimiz!Ne var ki, ne Durcan’a, ne da Yaşacan’a pek sık rastlamışlığımız da yoktu o güne dek.Ama o günden bu güne üç isimle birlikte geldiğimi de söyleyebilirim rahatlıkla. Dayımın İzmir’den gönderdiği ”Durcan”, Ahmet amcanın unutarak uydurduğu ”Yaşacan” ve yıllar sonra Aziz Nesin’in bu iki isimden türetip edebiyat için önerdiği ‘Durcan YAŞACAN”.
3-MEZUN OLDUĞUM ORTAOKULDA HALAM ODACI,BEN MEMUR
1967-68 öğretim yılı sonunda, ortaokuldan mezun olur ve öğretmen okulu sınavlarına başvururum. Ne ki, o sıralar bitirdiğim ortaokula Katip(Sekreter) olarak memur alınacağı haberi duyulunca, öğretmen okulu sınav sonuçlarını beklemeden, 1969’da katiplik sınavına tek aday olarak girer ve kazanırım.Çamlıhemşin adliyesinde, yaş tashihi için açılan dava; annemin ısrarla hakime, ”yok oğul,bunu ben doğurdum ve yaşını da ben bilirim,ben yalan söyleyemem, benim oğlum 16 yaşındadır” demesi üzerine kaybedİlince, kuruluşundan sonra, yıllarca Çamlıhemşin’de belediye başkanlığı yapan,aynı zamanda yakın komşumuz olan Osman amcanın (Kurtuluş), araya girmesi ile, söz konusu yaşım, Ardeşen adliyesinde büyütülerek, kazai rüşt kararıyla işe başlarım.Ancak, ne acı bir rastlantı ki,1960’da vekil öğretmenlik görevinden atılan halama da, birkaç yıl önce, yeniden memurluk hakkı tanınmış ve benim mezun olduğum, aynı zamanda sekreter olarak başlayacağım Çamlıhemşin Ortaokulu’nda ”odacı” olarak göreve başlatılmış.Artık evde o haladır, ben yeğen; okulda ben memurum,o odacı!Annemin, ”oğul, o senin halandır, sakın emir vermeyesin” sözü, neredeyse her sabah evden çıkışta,adet halini gelmiş durumda.
4-İLK GENÇLİK YÖNSEMELERİ
Artık yamalı pantol giymeleri bitiyor, ütülü takımlar ya da İspanyol paça ve uzun saç modaları günden güne beni de içine çekiyor. Siyasal düşüncem de bu giysilerle oldukça örtüşerek,sol etkileşimlerle kendini iyice biçimlendiriyor. Ankara’da bir pastahanede işçi olarak çalışmaya başladığım 1968 kışı biterken, şubat-1969’da, Siyasal Tarihe ”Büyük Yürüyüş” adıyla geçen görkemli ve coşkulu yürüyüşün etkileyişine, çalıştığım okulun müdürü ve aynı zamanda Türkçe öğretmeni olan M.Kamil BAL’ın çok kitap okuyan,zarif, dürüst ve çekici, ”ideal adam”lık sol karekterinin ve çeşitli illerin üniversitelerinden yazları tatil için gelen dönem arkadaşlarım ve yaşıtlarımın sol yanlarına artık iyice oturuyorum. 1971 mart kıyımının, çevremdeki en çok sevdiğim insanları bir bir toplaması ve kimilerini yok etmesine karşı büyüyen sessiz tepkim, soldaki sempatizan kimliğime, artık bir daha”hiç değiştirmeyecek”biçimde, adını yazdırıyor.1972 Temmuz’unda İzmir/Narlıdere’deki birliğe,askere çağrılmam üzerine,memuriyet haklarım saklı kalmak suretiyle görevimden ayrılıyorum. O kadarı ki,okul müdürünün hakkımda düzenlediği ”Başarı Belgesi”, birliğimde, ilk akşamdan başlayarak terhis olacağım mart 1973’e kadar süren yirmi aylık süreçte, bölük yazıcısı olarak kalmamı sağlayacaktır.
5-EVLİLİK VE YİRMİ DOKUZ BUÇUK AŞK:
İlk aşkım; sayıları sonraki yıllarda ”yirmi dokuz buçuk”a ulaşacak olan İzmir/Eşrefpaşa’da, kuzenim Nazmi Şaşmaz’ın evinde kalırken, bir lise öğrencisi olan”Sevinç”ile başlar.Ancak zengin bir ailede tek söz sahibi olan annesinin, yıllar sonra yirmi yedinci sevgilimle evinde ziyaretine gittiğimde, ”evladım, nereden bilirdim kızımı, senden ayrılışından birkaç ay sonra trafik kazasında kaybedeceğimi, bilsem sana vermez miydim ”diyeceğini, o zamanlar aklından bile geçirmemişti elbet, şu sözleriyle ayrılmamıza neden olurken:”Gençsin,yakışıklısın,kibar çocuksun,ama paran yok”. Aynı yıl sonunda annemden ve halamdan oluşan iki kişilik ailemin yanına döndüğümde, bin bir oyalamalarla o yaşa kadar ertelediğim evlilik işi, artık iyice öncelik haline gelmiş ve hele de başvurum üzerine, yeniden memurluğa atanmışım Maliye Bakanlığı’na bağlı Rize’nin Pazar ilçesi Malmüdürlüğü’ne memur olarak yapılması üzerine,bütünüyle kaçınılmaz olmuştur.”Evin tek çocuğusun, evlen artık yoksa ocak batar- gider” sözleri, iyice çekilmez hale ir gelmiştir.Gösterilenler arasında görücü usulu yanlışlığına düşmeme kalmadan, aynı mahalle kızlarından olan Gönül Demirci (Terzi)ile başlayan yorucu ve”tehlikeli”ikinci aşk sürecim, kasım 1974’te evlenmemizle son bulur.1975’te Mehtap adında bir kızımız , 1976’da Kadir adında bir oğlumuz olur. Aralarındaki bir yıllık yaş farkı, ilk, orta ve liseyi aynı zaman ve aynı okullarda bitirmelerine neden olunca, duygusal bir baba kararıyla üniversiteyi de aynı yerde ve aynı okulda birlikte okumaları düşüncesini gündemime getirir ve öyle de olur. Ancak, kazanılan fakülte ”ikinci öğretim”denilen paralı eğitim olunca; bu eğitimin, bana da pahalıya mal olmasını, hiç kuşkusuz kaçınılmaz kılar. Ne var ki; eğitimlerinin bana pahalıya olması, eğitimsizliklerinin onlara pahalıya olmasından daha kötü bir sonuç olamıyacağı için de, ne olursa olsun, okumalarına karar verilir.1993 eylülünde Amasya Eğitim Fakültesine kayıtları yaptırıldığında, aynı yıl önce annemi,birkaç ay sonra da halamı kaybederim.1997 yılında eğitim fakültesinden birlikte mezun olup birlikte atamaları yapıldığında; henüz 45 yaşındayken, 26 yıllık çalışma sonunda, Piraziz Malmüdürlüğü Gelir Şefi iken,emekliye ayrılıyorum.
1976’da Çamlıhemşin vergi memuru iken, Maliye Bakanlığı’ndan ”özel izin” alınarak,lise ve üniversite mezunlarıyla birlikte girdiğim şeflik sınavını, bir tek ben kazanınca Kalkandere Gelir Şefliği görevine atanmam yapılır. Ancak bu görevim sırasında, haksız ve yasal olmayan uygulamalara engel oluşum, çıkarlarına dokunan kimi siyasal çevreleri rahatsız eder. 1977’de yıllık iznimin uzatılmasını isteyen telgrafının PTT Trabzon şubesinde kaybolması üzerine, müstafi sayılırım. Bir yıla yakın bir süre, Çamlıhemşin’e döner ve eşimin babasının fırınında kasiyer işçi olarak çalışmaya başlarım. Uzun süren hak aramaları sonucu, 1978’de Giresun’un Bulancak ilçesine yeniden vergi dairesi şefi olarak atanmam yapılır.Artık şiir, öykü, deneme çalışmalarım bu dönemde iyice hız kazanmış ve hatta bunlara makale, aforizm ve oyun yazarlığı da eklenmiştir. ”İstifa Ediyorum” adlı oyunumla Muhsin Ertuğrul tiyatro yarışmasına katılır ve finalinde elenirim. Amme Alacakları Tahsili Usulu Hakkındaki yasada değişiklik öneren bir makalem de, Maliye Yazıları Dergisi’nin Mart-Nisan 1989 sayısında yayımlanır.
7-VE SARISINA KARA ÇALAN BİR EYLÜL:
O son eylüle gelindiğinde, yani sarısına kara çalınan o eylüle diyorum, yani 1980 eylülünün 12’si sabahına,kahvaltımızı henüz etmiş ve işe gitmek üzere dışarı çıkmıştık. Yanımda, çok yakında asil kaymakamlığa atanmasını bekleyen kaymakam vekili yakın arkadaşım ”Kahraman Yıldız ”vardı. O gece bizde kalmıştık.Dışarıyı alışık olmadığımız olağanüstü görüntüler sarmıştı. Önde mavzerler, arkada mavzerlere sarılmış askerler, tepede kara bulutlar ve yanlarda tek-tük bizler. İlçe Tüm-Der şubesinde saymanım o sıralar. ”Şube başkanı Tuncer Usta alındı, siz de aranıyorsunuz” demişti bir arkadaşımız. yol üstünde. Peki biz ne yapmalıydık? Yılda bir kez karşılaştığımız bir durum değildi ki yaşadığımız;aranınca ne yapacağımızı da bilseydik…Aynı işyerinde çalışan, tüm-der üyesi arkadaşımız ”Ali Kemal Terzi” ile birlikte üçümüz,köye gidiyoruz. Hafta sonunu orada geçirdikten sonra,yeni hafta başında, ilçe merkezine dönmek gerekecekti. Öyle de yaptık. Ya dönecektik ve işe gidecektik bedeli ne olursa olsun;ya da kalacaktık ve işten atılacaktık. Biz gitmeyi yeğledik ve gittik ”biz geldik, aranıyormuşuz” dedik, kaymakamlığa vekalet eden yüzbaşıya. Listeye baktı, ”tamam, dedi”. emniyet amirini çağırdı ve ”bu arkadaşlar, ben emir vermedikçe alınmayacaktır” dedi.O bekleyiş içindeyken, Erzincan’dan kayım geldiği haberini duyulmuştuk. Sanırım bir binbaşıydı. Beni derneğe çağırmış, taşınır ve taşınmaz mal sayımı ve hesapların incelenmesi için gün bildirmişti. Ama o günden önceki bir günün zifiri karanlık bir gecesinde,yedek anahtarla kapıyı açarak derneğe girmiş,koltuğumun altında götürdüğüm bir adet bayrağı,dolabın kırık camından içeri koymuş, hesapları da 12 eylül öncesine kadar işleyip ve çıkmıştım. /’marifet hiç ezilmemek bu dünyada’ demişti, Bedri Rahmi bir şiirinde/. Sayım sonrası ise hazırlanan listenin bir örneğini,o zamanlar ilçede bir tek yerde bulunan fotokopi makinesinden binbir zorlukla çektirip almıştım. Kayyım komutanı, binbaşı, daha sonra bir örneği ile arşivimdeki yerini alacak olan o sayım tutanağının elindeki aslına bakarak şöyle diyordu:”Bulancak Tüm-Der Şubesi’ni, şu en altta yazılı gördüğün bayrak var ya, şu, şu”diye parmağıyla da gösteriyordu. ” İşte o kurtardı.”
8-TOPLAMDA ALINAN 20.219 MEKTUP VE SEVGİLİ PARLAMENT:
Haziran 1983’de Varlık Dergisi’nin ”ustaların seçtikleri” bölümünde yayımlanan ”köşedeki Vızıltı” adlı öyküm ve onu 1986 yılında izleyen ”Konuşsana” adlı ilk kitabımın yayınlanışıyla başlayan mektuplaşmalar, görülmedik biçimde hızlanmış ve ben bir yana, Ptt çalışanlarını da şaşkına çevirmişti. Bir akşam,postacının ”Durcan bey, saydım bugün 125 mektup gelmişti, kutuya sığmadıkları için birkaçı yere düşmüş ve bazıları kirlenmiş, özür dilerim, elimde olmadan oldu”demişti. Ama ne ilginç ki, o gün gelen 125 mektup,okuyucuya duyduğum saygıyı depreştirerek, bana ertesi günün sabah kahvaltısının ardından peş peşe yaktığım üç dal sigaradan sonra kızımın,oğlumun ve kız arkadaşımın yanında sigarayı bıraktıracak ve paketin üzerine şu notu yazıp arşive kaldırmamı sağlayacaktı:”sevgili parlament,sadece gecelerde değil ,kalabalıklar arasındaki yalnızlığımın bile en güzel dostuydun. Ama insanlara olan sevgim ve onları bir günde de olsa geç ağlatmak konusundaki duyarlığım,bizi birbirimizden ayırmak zorunda bırakıyor, beni bağışla!- mayıs.1997” Mektuplaşmalar; sanki sonrasını görür gibi, daha ilk günden dosyalanmaya başlansa da, bir gelen-giden kayıt defteri düşünülememişti. Yalnızca, yazışılan her aşk adına bir dosya, her dergi ve her ünlü yazar için başka bir dosya açılabilmişti. Öteki mektuplar,tarih sırasına göre ve kimileri zarf üstü notlarıyla birlikte dosyalanıyordu.”Çok Sayın Durcan Yaşacan”diye zarf üstü yazan sevgili Zihni Anadol ağabey ile”Sayın Durcan Yaşacan,Bulancak-Ordu” biçiminde, Bulancak’ı Ordu’ya bağlayan bir bakanın mektubu , iyi ve iyi olmayan örnekler olarak elbetteki zarflarıyla dosyalanacaklardı arşivimde. Burhan Günel, Remzi İnanç, Öner Yağcı, Mehmet Yaşar Bilen, Ahmet Özer ve Aziz Nesin,artık bu tarihlerden başlayarak ”dosyalı muhalefet” yazarı sıfatını yakıştıracaklardı. 1994 yılında, Piraziz Maden Aile Plajı’ndaki bir imza günü ve Bulancak İskele’sinde”gündüz-gece devamında vardiyali imza günü”sonrasında da”ilklerin yazarı” denilecekti. Uçakta bir imza günü başvurusuna ise, hava yolları, güvenlik sorunu nedeniyle izin vermemişti.Haziran-2006’da alınan ve gönderilen mektuplar sayılarak gazeteci Ufuk KEKÜL’ün, bir ilk haberinin ardından 20.219 mektupla dünyanın en çok mektup alan yazarı olarak Guinnes Rekorlar kitabı için başvuruda bulunulmuş; ancak, rekorlarda böyle bir alan olmadığı öne sürülerek reddedilmişti. Emekliye ayrılışım sonrası,2000’li yıllara girerken, ne Çamlıhemşin’de babamdan kalan eve taşınabilmiş,ne de Bulancak’ta yıllarca yaşadığım evde kalabilmiştim.Müzeyi anımsatan zenginliğiyle kirasını ödemeye devam ederek Ankara, İstanbul,İzmir ve Antalya’da zaman zaman otellerde, zaman zaman da birlikte yaşadığım insanların evlerinde, dağınık, düzensiz bir yaşama başımı kaptırmış gidiyordum. Öyle ki, adres isteyen bazı kuruluşlarda, adresim artık ”bohem” olarak bile yazılmaya başlıyordu.Birgün,İstanbul’da bir sanat etkinliğinde karşılaştığım Sezai Sarıoğlu, bu durum karşısında şunları diyecekti:”Marjinal bir yazarın, yerleşik bir düzeni olmamasına değil, olmasına şaşardım.
1986 yılında, ilk kitabın yayınlanmasının arkasından, Bulancak’ta bir ”imza günü” düzenlenir ve 300’e yakın sayıda imzalanan kitap ve imza gününe gösterilen ilgi sonrasında”İlk Kitap, İlk İmza Günü ve Edebiyatta İlk Teşekkür ”başlıklı, basın yoluyla bir gönül-borcu duyurusu yayınlanır. Artık sıra, o güne dek , salt sanat adına ıskalanan kendime dönük yaşama ve özellikle de eksik kalan eğitime gelmiştir.1987 de,dışarıdan lise bitirmelerine başvurulur ve 1988’de üniversite giriş sınavlarına girilir ve kazanılır. Yeni hükümler göre, üniversite sınavı kazanıldığından ,bir yıl içinde liseyi bitirme hakkı doğar ve Giresun Lisesi’nden mezuniyet verilir. Aynı yıl niversiteye kayıt yaptırılır ancak,kayıt yenileme harçlarının parasızlık nedeniyle ödenemeyişi yüzünden okul kayıtları zaman zaman silinir, zaman zaman yenilenir.1988 yılının sonuna doğru , evimde konuk olarak bir aya yakın bir süre yatıp kalkan maliye müfettişinin raporuna, bir aşk serüveni takılınca, Giresun’un Eynesil İlçesi Gelir Şefliğine atanmam yapılır. Yoğun ve uzun süren itirazlar ve yurt içi ve yurt dışında başlatılan imza kampanyaları sonucu, atanmamın birkaç ay içinde, yeniden,Giresun ili Piraziz İlçesi Gelir Şefliği’ne yapılınca;zamanın maliye bakanı Ahmet Kurtcebe Alptemuçin,makamında kabul ederek, şunları söyler: ”Dosyanı ve sicil durumunu, memuriyete ilk girişinden bu yana incelettim. Dürüst, başarılı, zeki ve çalışkan bir pesonelsin.Teşkilatta tanınmış bir yazar olmasına da sevindim ve gurur duydum. İnatçılığına ve azmine de şaşmadım diyemem. Ama asıl söylemek istediğim bunlar değil. Asil söylemek istediğim şu: Bir daha bu dünyaya gelirsem,”bakan” değil, ”yazar” olarak gelmek isterim. Yolun açık olsun.1991’in sonlarıydı. Annem, oğlum ,kızım ve ben Bulancak’taki evde oturuyoruz. Annem, bir yandan elindeki Hemşin işi çorabı, öyle eline hiç bakmadan ezberinde örmeğe çalışırken, öte yandan da gözlüğünün üstünden bana bakarak,”Bir söyle ki, sen bu dünyadan hiç mi memnun olmayacaksın?Sana göre bu dünya nasıl kurtulacak?” diyordu. Biraz öfkeli bir sesle, ”bak anne bu dünyanın kurtulması için, bütün devletlerin bakanı, başbakanı, cumhurbaşkanı ben olmalıyım…bütün şehirlerin valisi, kaymakamı, bütün kadınların kocası,bütün kocaların karısı bütün…” Annem sözümü keserek ”tamam tamam, daha sayma ,demek bu bu dünya hiiiç kurtulmayacak” demişti. Ertesi sabah Çamlıhemşin’e gidecekti ve bir daha hiç görmeyecektim.