Söz’ün Gücü Üzerine | Hilmi Yavuz
Bundan bir süre önce İdeolojinin Yüce Nesnesi adlı kitabı yayımlanan Slavoj Zizek, kendisiyle yapılan bir konuşmada, bence son derece kışkırtıcı bir tespitte bulunuyor: ‘Çürümüş, kinik bir sistem olmasına rağmen, reel sosyalizmde bana böylesine çekici, böylesine sempatik gelen şey, konuşulan sözün gücüne olan inançtı.’ Zizek, reel sosyalizmde söz’ün gücünü kanıtlamak için, can alıcı bir örnek veriyor; – şöyle: ‘Yaklaşık yirmi yıl önce, sadece 3-4 bin satan küçük bir sanat teorisi dergisinin editörüydüm. Bir keresinde, nüfuz edilemeyecek ölçüde kapalı ve modem, ancak satır aralarında muhalif bir mesaj içeren küçücük bir şiir yayımlamıştık. İktidar (burada, komünist iktidar kastediliyor H.Y.) bu şiire eğer kayıtsız kalabilseydi, hiç bir şey olmayacaktı.’ Zizek, bu şiir üzerine Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin olağanüstü (evet, olağanüstü!) bir toplantı yaptığını belirttikten sonra, dikkate değer olan şu sözleri söylüyor: ‘Fakat, burada benim hoşuma giden şey, komünist iktidarın, konuşulan sözün potansiyel, yıkıcı gücünü aşırı biçimde ciddiye almasıydı.’
Slavoj Zizek’in bu konuşmasını, Şükrü Argın’ın Birikim dergisi’nin eski sayılarından birinde yayımlanan, ‘Modem Zamanlarda Sözün Statüsü’ başlıklı, gerçekten değerli bilgiler ve kuşatıcı yorumlar içeren makalesinden aktardım. Argın, ‘Zizek’in sözünü ettiği komünist rejimler de dahil olmak üzere, tüm totaliter sistemler[in], muhalif söz’ün, veya edimin, verili ve konvansiyonel bağlamlarının ötesinde, bir başka anlama geldiğine gönderme yapar. Sıradan herhangi bir söz veya edim, bu ‘anlam rejimi’nde, neredeyse esoterik, gizemli bir söze veya edime dönüşür.
Bir örnekle anlatayım: Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda, Mirek’in (romanın kahramanlarından biri), otomobilindeki bir arızayla ilgilenmesi için gittiği bir oto tamircisinin, kendisine şöyle dediğini aktarır: “Prag’da, Saint-Venceslas alanında, adamın biri kusuyordu. Bir başkası, önünden geçerken, hüzünlü bir tavırla ona baktı, başını salladı ve ‘sizi nasıl anladığımı bir bilseniz’ dedi.”
Basit ve olağan koşullarda herhangi bir özel anlam atfedilmesi söz konusu olmayan, fevkalade sıradan bir olay: Saint-Venceslas Meydanı’nda bir adam, büyük olasılıkla, midesi bulandığı için, kusuyor ve oradan geçen biri, sanki bu alelade olayın, konvansiyonel olarak gösterdiğinin dışında ve ötesinde gizemli, esoterik bir başka anlamı varmışçasına, kusan adama, ‘sizi çok iyi anlıyorum!’ diyor! Şaşmamalı: Totaliter veya Faşist yönetimlerin ‘anlam rejimi’, her işaretin bir muhalefeti imlediğine, her söz veya edimin arkasında, kaçınılmaz olarak, bir karşıkoyma veya direnişin bulunduğuna ilişkin anlamlar üretir. Bu ‘anlam rejimi’, sadece iktidarı değil, iktidarın tahakküm nesnesi olan bireyleri de kuşatır.
Kundera’nın anlattığı olay, tastamam bunu gösteriyor. Totaliter rejimlerde hiçbir anlam boşluğu bırakılmadan her şeyin (evet, her şeyin!) anlamlandırılması! Bir paranoya mı; – galiba, öyle!
İşin bir de felsefi arkakaplanı var. Iris Murdoch’un Ateş ve Güneş’te Derrida’nın ‘La Pharmacie de Platon’ başlıklı felsefi denemesine atıfta bulunarak belirttiği gibi, ‘[konuşulan] dilin kendisi zaten yeterince kötü’dür. Murdoch, şöyle der: ‘Gerçek, konuşmayı içerir ve düşünce de zihinsel bir konuşmadır, bu yüzden düşünce, bir algı olmaktan çok, bir sembolizmdir: Zorunlu bir kötülük (‘the necessary evil’)’.
Platon’un dil için, ‘pharmakon’ (‘ilaç’) metaforunu kullanmış olmasına dikkati çeker Murdoch: Dil de ilaç gibidir: Öldürür ya da iyileştirir.
Yazıyı, Argın’dan bir alıntıyla tamamlamanın tam sırası: ‘Zizek,
sözün gücüne inanılan günlere hem özlem duyar hem de korkar, tedirgin olur
böylesi günlerden. Son derece haklı. Çünkü hiçbir güç, tekin değildir. Her güç
gibi, sözün gücü de, yapıcı olabileceği gibi, yıkıcı da olabilir; zulme
direnmeyi mümkün kıldığı gibi, zulme yol açmayı da mümkün kılabilir.’
Dil, bir Janus maskesi gibi taşıdığı bu iki yüzüyle, kendini, galiba, en çok,
Faşist rejimlerde görünür kılıyor: Öldürüyor ya da iyileştiriyor; yapıcı
olabileceği gibi, yıkıcı da olabiliyor!
(2002)