ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Sihirbozan | İnci Gürbüzatik

07.04.2022
461
A+
A-
Sihirbozan | İnci Gürbüzatik

Teyzemin oturduğu evin avlusu benim çok sevdiğim blok taşlarla döşeliydi. Taşlar öyle büyük,  öyle genişti ki çizgilerine basma korkusu olmadan, birinden diğerine atlayıp seker, biteviye dolanıp, yönsüz oynamanın tadını çıkartırdım. Onların ulu taşlar olduğunu, Hacı Bayram’daki Augustos Mabedinden sökülüp de döşendiğini söylerdi hep. Oturdukları bu ev öylesine eski, öylesine tarihi, öylesine asar-ı Atika imiş yani.

“Çökecek, biz uyurken çökecek, Allah zelzeleden esirgesin” der, evin eskiliğini, haraplığını hatırlatır ama sonra, hemen fikir değiştirir,

“yüreğini ferah tut, bu eve de. bize de hiçbir şey olmaz. Zelzele olduğunda böyle elini açıp, ‘Ya gaf, ya def’  diyerek duayla karış karış karışlayacaksın yeri. O zaman hiçbir şey olmaz sana.”der, ama yine de işi sağlama bağlamak için, “tu tu”, deyip tahtaya vururdu. Doğruyu mu söylüyor, kafadan mı atıyor hiç umurumda değildi. O ev neler görmüş, çocukluğumda o avluda neler neler yaşanmıştı bilirdim. Ben orada duyduklarına da gördüklerine de hemen inananlardan değildim. İyi ki değildim.

Birbirinin aynı olan günlerin birinde, o taşlı avludan teyzemin üfürüğü bir yelle, tüm mahalleye, ev ev, sokak sokak, daha önce hiç görülüp işitilmemiş öyle bir haber yayıldı ki, duyanlar,   daha Kore’de neler olup bittiğini bilmediklerinden şaşırıp

‘Vay canına! Demek orada böyle şeyler de oluyormuş?’deyip, önce bir durakladılar. Ne söyleyebilirlerdi ki? Sonra gülmekle kalmayıp haberin garipliğine uygun her kafadan bir ses, söze yelken açtılar. Yorumun bini bin parayaydı artık.

Haberi ilk duyduğunda, teyzem kendisine şaka yapıldığını sanmış, ürkmüş, olayı gözünde canlandırmaya çalışmış, sonra gülmüş, kesinlikle burun kıvırıp dalgasını geçmişti. Anlatılanlar içte tutulacak gibi değildi. Kulaktan kulağa,’fısır fısır’, koyuver gitsin o cinstendi.  Duyduklarına gerçekten inandı mı, inanmadı mı, tam olarak bilinmez, allayıp pulladı, hemen üfürüp olup biteni efkar-ı umumiye ye anında savurdu. Haber makinalı tüfek tarrakası gibi mahallenin her noktasından aynı anda işitildi. Artık şimdiden sonra olacakların herkes gibi kendisini de eğlendireceğini biliyor içinden kıkır kırır gülüyordu.

İnananlar, duyduklarını gözleriyle görmek istiyor, inanmayanlar da öyle şey olamayacağı için haberin kesinlikle ‘fos’ çıkacağını, palavra olduğunu sanıyorlardı. Anlattıklarının doğruluğu üzerine, sanki kendi gözleriyle görmüş gibi ciddi ciddi yemin etti teyzem. İnandırıcı olmak için yemin etmesi gerekmezdi ama bir kere de yemin ettiyse, o zaman da anlattıkları sağlam kaynaktan, güvenilir, katmerli,  gerçeküstü Afyon kaymaklı demekti. Hemen inananlar zaten teyzemin her sözüne inananlardı, ama inanmayanlar da yemini duyduktan sonra kuşkulandıkları için çoktan pişman olmuşlardı.

Olayın kanıtlanması hem çok uzun sürmedi, hem de güç olmadı. Aslında kafaları karıştıran muamma, eniştemin gazi mertebesine erişen ‘armut kafa, sap boyun’ o suskun, upuzun yeğeninin nasıl olup da elindeki o küçük teneke kutu yüzünden herkesin gözünde birden kahramana dönüşüverdiğiydi.

Ne vardı ki içinde?

Taa Kore’lerden buraya niye getirmişti? Amacı neydi? Kime, neyi kanıtlamaktı?

Bunu nasıl yapmış, yapabilmişti? 

Doğrusunu söylemek gerekirse, insanların merakı, askerin kendisinden çok getirdiği kutunun içindekineydi. Annem sinir olmuştu olanları duyduğunda. Ben?

Ben irkilmiştim.

O günlerde ülkenin gündeminde. Türk Ordusu’nun Kore’de kahramanca savaşması, Çinlilere karşı kazandığı üstün zafer olduğundan, hele de eniştemin yeğeninin haberin esasoğlanı olduğu, kimsenin aklının ucuna bile gelmezdi.

Kore neresiydi? Kuzeyi, güneyi neredeydi? Birbirleriyle niye savaşıyorlardı? Çinliler savaşa niye burunlarını sokmuştu?  Bizim askerimizin Kunuri’de ne işi vardı? Niye öyle muharebeler yapıp canı pahasına çarpışıyor, şehit üstüne şehit veriyor, gazi oluyor, madalya takıyordu?

Olup biteni bütün gerçeğiyle mahallede doğru dürüst anlamış hiç kimse yoktu. Ama ah o çekirge sürüleri! Ah o akın akın saldıran, ‘öldür öldür’ soyu tükenmek bilmeyen Çinliler?  Düşmanımızın onlar olduğunu herkes ismi gibi biliyordu.

Savaşın ayrıntısından,  oralarda neler olup bittiğinden gazete de, mecmua da okumayan- ancak radyodaki ajans haberlerinden anladıkları kadarıyla bilgili olanlar, meraktan kıvranmaya başlamıştı bile. Hikmet Ferudun Es de çektiği fotoğrafları Hayat mecmuasında boy boy yayımlayıp yazılarını gazetelerde tefrika etmese,  savaşın magazin yanı, ilgi çekici olayları da hiç bilinmeyecekti. Ama Kore Savaş muhabiri koskoca gazeteci Hikmet Ferudun Es bile teyzemin taa buralarda duyup da herkese üfürdüğü o müthiş haberi oralarda duymamış ‘es’ geçmişti işte. Teyzem ona bu haberi nasıl da atlatmıştı.

Gazi yeğen, Kore’den gelir gelmez, adımlarına yetişmek için kan ter içinde ardında koşuşturan cüce karısıyla, önce memleketindeki ana babasına, sonra da görünmek için can attığı hısım akrabaya kutusunun kapağını hokuus pokus- bir sihirbaz hüneriyle açıverdi. Bunu büyük bir böbürlenme, derin bir azamet, gurur, tadına doyamadığı mutluluk, öç alan bir keyifle yapmıştı kesinlikle. Daha düne kadar kendisini adam yerine koymayan, küçümseyen, ’gönül bu, ota da konaaaar, boka da!’ deyip ‘ normal bir kız yerine, gidip de bir cüceyle hem de aşık olarak evlenmesine laf eden o uysal kalabalığın gözlerinin içine soka soka yapmıştı. Sonunda göstermişti marifetini. O ana kadar meraktan çatlamış olan sabırsızlar, göreceklerini gördükten sonra ancak rahatlamışlar ama bakışlarını kutudan alıp da askere doğrulttuklarında gözlerine inanamamışlardı. Askere gitmeden önce suratına şöyle alıcı gözüyle bile bakmadıkları ’kavakta da boy var’ dedikleri adamın yerinde heybetli bir Kore Kahraman görüp şaşırmışlardı. Eniştemin yeğeni kutunun kapağını açtığı anda insanların gözünde, şişesinden çıktığı anda devleşen bir cin oluvermişti.  Kutu kesinlikle işlevini yerine getirmiş, sahibini bir kahramana dönüştürürken, cüce gelinin de boyunu bir karış uzatıvermişti. O ana kadar kutunun Suluhan Sokağa gelişi umutsuz bir bekleyişti. Herkesin gözü yollardaydı. Tabii ben de bekliyordum. Görmeye can attığım kahramanlaşan asker değil, herkes gibi kutusunun içinde saklı olanla askerin diz aşağı cücesiydi. O küçük kadını her gördüğümde bir mıknatısın iki ayrı kutbuymuşuz gibi çekilirdim ona. Gözlerimi kaçırmadan görüntüsüne dalar öylece bakardım ona. Beni etkileyen boyu değil yüzüydü.  Ben küçük bir çocuktum, o evliydi ama çocuk gibiydi. Benim boyumun bile ondan uzun olduğunu görebiliyordum. Benim yüzüm yaşıma uygundu. Ama onunki hiç değildi. Rastlaşıp görüşmediğimiz zamanlarda yüzü biraz olsun genişlemiş, büyüyüp değişmiş mi, diye merak eder, her gördüğümde aynı umutla bakardım yüzüne. Yeni doğmuş bir bebeğin birkaç ay içinde yüzünün nasıl değiştiğini, bakışlarının ifadelendiğini biliyordum. Ama bu cücenin yüzü hiç mi hiç büyümüyordu. Üstelik cinsiyeti de belli değil gibiydi. O yüz, kız bebek yüzü de olabilir, erkek bebek yüzü de olabilirdi. Sanki anasından her gün yeniden doğup gözlerini yeniden açıyordu dünyaya. Yaşsızdı. İfadesiz, yumuk, şiş gözler, ‘bön’ bakışlar,  meme ya da emziğini ararcasına kontrolsüz, refleksle açılıp kapanan minicik, kıpır kıpır bir ağız. Annemin tabiriyle ‘hokka mı? Hokka!’ 

Bebek yüzündeki, her an açık o balık ağzı hiç kapanmak bilmiyordu.

Kadının konuşmaya aç, burundan mı, gırtlaktan mı, genizden mi geldiği anlaşılmayan çirkin sesi, ağzından birden dökülmüyor, sözcükler dilin üstüne yığılıp, çıkış sırasını beklerken telaşın hızında ‘Caaart’ diye yırtılıyor, ciyaklıyordu sanki. Susuyor gibi yaptığı zamanlarda bile kendi kendine ağzını büze büze söyleniyor, kedi yavrusu gibi mırlarken bile susmuyordu.

Sokakta bakışları umursamadan bir kraliçe edasıyla yürüyor, göğsüne kadar bel yukarı çektiği cafcaflı ipek, bazen kadife şalvarı, kendisi kadar dikkat çekiyordu. Teyzeme her gelişinde, varmış gibi görünen o düz kıçına yeni bir şalvar geçirir,  kalça sandığı çıkıntıyı bir o yana, bir bu yana kıvırtarak salınırdı. Onu görenler ya hiç çekinmeden durup bakıyor, ya da bir şeyi bahane edip bakmıyormuş gibi yapıp fark ettirmeden gözden yitene kadar seyrediyordu onu. Niye öyle tavus kuşu gibi dallı güllü rengârenk giyinir, elindeki çantayı niye öyle sallaya sallaya yürüyüp ayrıca dikkat çekmek isterdi, şaşardım.

Teyzem onun giyindiği şalvarlar için,

Ayşe de suya gidiyor

Şalvarı gel gel ediyor’ derdi.

‘Sen onun öyle yer cücesi olduğuna bakma, o ne nazlı, ne işveli, ne edalıdır, sana bana taş çıkartır, hepimizden daha kadın, daha dişidir o’ derdi. ‘Yoksa görür görmez deli divane aşık olur muydu kocası ona?

Ne fettandır o!

Fettan?

‘Herif ağzının içine bakıyor, bir dediğini iki etmiyor, toz kondurmuyor ona.  Çocuk gibi nazlar bir de şımartır ki! Yazık olsun bize de kocalarımıza da’,dediğini bilirim teyzemin. ‘Kocasına, bir de çocuk doğurmak istiyormuş.’

Bu çocuk konusunu duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Ben, o daha doğmamış ve hiç doğmayacak çocuğu çok merak etmiştim. Bu cüce kadının bebeği nasıl olurdu ki?

Kesinlikle minicik, miniminnacık oyuncak bebek.

Doğsaydı eminim‘parmak çocuk’.

Ama teyzem gülüp,

’ Bir eve bir çocuk yeter. O zaten ‘el bebek gül bebek, kendisi çocuk ayol. Kocasının çocuğu’ Daha ne çocuk istiyor ki?’ demişti de ne demek istediğini anlamamıştım. 

Oturduğu yere yumulan bu küçük kadına, o adam nasıl olup da aşık olmuştu?

Neden kendisi kaçıramamış, o cesareti gösterememişti de yer cücesi, bohçasını topladığı gibi bir gece kendisi kaçıvermişti kocaya?

Bunu hiç öğrenememiş, hiç çözememiştim.

Daha kocasının Kore’den dönüş haberini alır almaz burnu büyüyen cüce geline teyzem biraz içerlemekteydi. Yoo biraz değil iyiden iyiye kırgındı.

Nasıl olmasın?

Kocası Kore’de savaştığı sırada, şalvarlarını bir ‘o’ yana bir ‘bu’ yana dalgalandıra dalgalandıra ‘taa’ Hamam önü’nden haftada bir hem de hiç aksatmadan seyran eden,  teyzemin avluya yığılı kirli çamaşırlarını çinko leğende küçücük elleriyle hiç ‘gık’ını çıkartmadan çitileye çitileye yıkayıp ağartan, o küçük kadın, artık çamaşır yıkamak şöyle dursun, hatır sormak için bile teyzemin semtine uğramaz olmuştu.  Elini ayağını çekti bizim buralardan.

Ne saygısızlık!

Kime? Teyzeme mi? Ona mı?

Bir kahramanın karısı, hiç çamaşır yıkar mıydı?

Bir kahramanın karısına hiç çamaşır yıkatılır mıydı?

Annem, onun kocasının dönüşünden sonra teyzemin çamaşırını artık yıkamadığını öğrendiğinde, belli belirsiz bir gülümsedi. Çünkü bu durumda teyzem de çamaşırlarını annem gibi elde yıkamaya mahkûmdu.

Kahraman gazi asker sonunda teyzemin koca taşlı avlusuna gelip de elindeki kutuyu açtığında içinde kara, kızıl bir şey gördüm ben. Önceden bilmeseydim kesinlikle ne olduğunu anlamazdım. Kimseler de anlamazdı. Çünkü insan parçası olduğu söylenen küçücük kurumuş et, görüntüsüyle hiçbir uzva benzemiyordu. Ama mademki Kahraman gazi asker artık genzinden kükreyerek çıkan sesiyle,

Bu bir kulak’,

‘İşte bu benim öldürdüğüm Çinlinin kulağı’ diyordu, inanmamak kimin haddine? 

Kore sıcağında kuruyup takırdamış, çekip küçülmüş bu köselemsi görüntüye kulak demeye bin şahit isterdi. Ona kulak dememek, inanmamak ölümü göze alıp bizim için gidip dünyanın bir ucunda savaşmış bir insana yapılacak en büyük nankörlüktü. Kesinlikle öyleydi.

Getirmişti işte onca yoldan, niye yalan söylesin?

Kafasından bıçakla kesilerek kopartılmış, yitik bir kulak.‘Bir Çinlinin kulağı.

Çinlilerin kulağı farklı mıydı ki? Aman ne önemli! Ne merak!

Öyleeee!

Nasıl yani?

Bu farklı.

Bu bir düşman kulağı! Düşmanımızın kulağı!

Haaaaa!

Bize yabancı bir dilden anlayan bu kulak ‘daha dün o hainin kulağında yaşar,  tarlalarda çeltik yolarken’, kim bilir, neler neler duymuştu?

Bu nasıl bir kader, nasıl bir sondu böyle?

Şimdi o kutunun içinde, elden ele gezer, kapı kapı merak giderirken, hakkında konuşulanları bir duyuverse? Bir mucize olsa da duysa ha?

Ruhunun kulağının peşinde olduğuna inanıyordum.

 

‘Bir Çinlinin kulağı… O bir düşman kulağı.

Ama hangi kulağı! Sağı mı, solu mu?

Vay canına demek şu cüce gelinin kocası savaşta düşman öldürmüş!

Ne büyük cesaret! Ne güç, ne heybet! Ne azamet!

‘Öldürdüm’ deyip yemin etse kimse inanmayacak. Nasıl da tanıyor kendisini. Şöyle yüzüne bakıp,’sen mi?’ deyip küçümseyecekti onun evvelini bilenler. Belki de dalga geçecek, ardından gülüşecekler. Sen, kes adamın kulağını, itinayla kurut, sar sarmala hiç üşenme koy bir kutunun içine hazine gibi getir memlekete.

‘Alın size kanıt. Tapu gibi hem de. Aha kulak!’de, sonra da.

’İyi bakın. Sokun gözünüze! Şimdi bana isterseniz inanmayın!’

Ne büyük, ne kahramanca bir akıl ve ne somut bir ölüm belgesi.

 

Ben nedense Çinli’nin kafasıyla öbür kulağını merak ettim hep. Kulağı gerçekte kimin kestiğini de merak ettim. O gördüğüm kuru et parçasının kulak olup olmadığını da. Kuşkudaydım. Kulaksa kesildiği anı, askerin öldürülüşünü merak ettim hep. Düşmanı, savaşı, askerlerin hep böyle birbirlerini kesip kesmediklerini….

Acaba öbür kulak da kesilmiş olabilir miydi? Ya da Çinlinin başka yerleri?

Onlar da başka askerlerin kutularında olmasın?

Belki de doğrayıp pay pay ettiler zavallıyı? Çok kutu olmalı… Çooook!

Sıkıldı teyzem, onca telaşın, meraklının arasında benimle mi uğraşacak?

Durmadan sorular soruyordum ama yeterdi artık.

Şöyle kolumdan tuttu, silkeledi, çekip sürükledi taş avlunun köşesine. Sorularımın hiç birini yanıtlamadı. Çünkü yanıtlayamazdı. Kızdı bana. Çok kızdı biliyorum.

Ben o gün, o kutu açılıp da içindeki o kararmış et kurusunu gördüğümde  tiksindim. Hem ondan hem de o kulağı getiren yer cücesinin kocasından. Ona inanan, o kutudaki et parçası yüzünden onu yücelten insanlardan da. Düşmanın kulağını merak edip taaa nerelerden akın akın geldi insanlar. Ona kutsal bir emanetmiş gibi merakla huşu içinde baktılar. Ama annem hiç merak etmedi. Hiiiç!

Lütfedip de teyzemin evine, o şeyi görmek için gelmedi. 

Teyzem, anneme kızdı, üstelik kinlendi çünkü o da benim gibi kutudaki sihri, onun yarattığı illizyonu bozuyordu. Kim ne derse desin, biz ana-kız, o cücenin kocasının o Çinli’yi öldürüp kulağını kesebilecek cesarette olduğuna inanmıyor ama ‘iğrenç bir savaş, vahşet bu’ deyip, hep sihir, hep sinir bozuyorduk.

 

İnci Gürbüzatik
İnci Gürbüzatik
İnci Gürbüzatik 1947 yılında Antakya’da doğdu. İlk-Orta ve Lise öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra, Ankara Üniversitesi, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdi. Bu bölümden mezun olduktan sonra TRT Ankara Radyosunda prodüktör olarak göreve başladı ve çeşitli programların yapım ve yayınını gerçekleştirdi. 1989 yılında TRT Ankara Televizyonu Drama Programları Müdürlüğüne atandı. Çok sayıda senaryo ve kısa dramalar yazdı. Ağustos 2002’de emekliye ayrıldı. Yazarın öyküleri Varlık, Düşler Öyküler, Adam Öykü, Üçüncü Öyküler, Ardıçkuşu, Edebiyat ve Eleştiri, Lacivert, Kurgu gibi dergilerde yer almıştır. Pek çok öykü ve senaryosu ile ödül alan yazar, 2009 yılında basılan Ankara’nın Kadın Yazarları adlı derlemede “Vaka-i Adiye” başlıklı öyküsü ile yer alır. Evli ve iki çocuk annesi olan İnci Gürbüzatik Ankara ve Bodrum’da yaşamaktadır. Yapıtları Roman: Misket (2009) Öykü: İki Çırpı Kiraz Kız (1999) Aşk Kaldığı Yerden (2008)
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.