ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Şair Öykücü ve Hasibe Ayten | İnci Gürbüzatik

27.02.2022
441
A+
A-
Şair Öykücü ve Hasibe Ayten | İnci Gürbüzatik

Bir kadın şair, öykü de yazarsa, öyküleri de şiirden nasibini alır elbet. Sözü, sözcüğü, yazdığı şiir olmasa da damıtarak yazar anlatmak istediğini. Bu konu aslında tartışmalı, ‘şairler şiir yazsın, öyküye bulaşmasın’ diyenler çoğunlukta. Hasibe Ayten de bilir ki ben aksini düşünüp ona ‘öykü de yazmalısın’ diyenlerdenim.

Öykülerinin özelliğinden, genel olarak öykücülüğünden söz edersem neden böyle düşündüğümü de açıklamış olurum belki. Başkent’in hemen yanı başındaki bir ilçenin köylerinden birinde geçen, akıl ötesi yoksul bir çocukluğun, yıllar sonra bir şairin anı hazinesinden nasıl taştığını henüz onun öykülerini okumamış olanlara anlatmalıyım.

İyi ki taşıyor o hazine bellekten yoksa nasıl bilebilirdik yoksulluğun yaratıcılığa dönüşen gücünü? Örneğin su kabağından kafes yapıldığını, içine de kuş konduğunu. O öyküyü okurken hayal etmeye çalıştım ama edemedim. Çünkü onun öyküleri hep özgün hep okurun hayal gücümün ötesinde. “Kafesin ağzına ipler geçirmişti abim” derken kabaktan yapılma bir kafesin imgesini getirip öykünün gözüne takıyor. Kursak balon’un nasıl yapıldığını, böyle bir şeyin varlığını dünyada aklınıza getiremezsiniz. Bunun için Futbol tarihi okumalısınız. 13.14.yüzyıl nere Hasibe Ayten’in anlattığı 20.yüzyıl coğrafyası nere? Çam kozalağından yapılma topacı zıplatarak fır fır döndürüyor işte gözünüzün önünde. Palazları kaçıştırıyor, oynamaya çalıştığı beş taşı, küçücük elinin üstüne sığdıramayan bir kız çocuğu görüyorsunuz. O beş taş, o küçük elin üstünde dursun istiyorsunuz. “Yaşamak oyun, ölüm oyun. Sehercik küçük bir kız” derken ölümün köy çocuklarının gözünde oyun kadar olağan olduğunu görüp düşünmeye başlıyorsunuz. Çünkü şimdilerde ölümü, travma olarak gören düşünce, çocuklara bir yakının ölümünü pedagoglar eşliğinde açıklıyor. “Kardeşim öldü, güneşte kalmış, ağzına böcekler dolmuş. Kusmuş, ondan ölmüş. Onu toprağın altına saklamışlar”. Kalemtraşla açıla acıla küçülmüş bir kurşun kalemin öyküsü olur mu? O kalem, Hasibe Ayten’in  abisininse , “Abimin küçülmüş kalemi.”öyküsü olur.

Şair olarak tanınıyor Hasibe Ayten, şiirleri de zaten özgün ve itiraz öyküleri anlatıyor. Şiir yazarken aklı öykülere takılmasa, o öyküleri yazmasaydı biz o yakın coğrafyada yaşanılan geçmişin sakladığı gizi, ceylanlı tepeleri, yalın ayak tabanlarını, tendeki dikenleri, büyülü köy evlerini, taşıyla toprağıyla, çalı çırpısıyla, o görkemli yalnızlığı, insanların unutulmuşluğunu, çaresizliğin yaratıcı gücünü ve insan zekâsının parlaklığını nereden bilebilirdik?  Fantastik bir coğrafi atmosferde düş gücünün ötesinde hayat kesitleri, fazlalıktan arınmış insan halleri sunuyor. Sanki döneme dair bir belgesel.  Portakal’ın nasıl kıymetli olduğunu, hele lastik bir çift pabucun ondan da kıymetli,  rüyalar boyu olduğunu anlatırken yoksun insan hallerini, çocukluğun avare özgürlüğünü, düş gücünün sınırlarını, küçük bir kız da olsanız,  eğer haklıysanız büyük bir güce nasıl meydan okuyabileceğinizi, isyan koşullarını, başkaldırının, pervasızlığın hazzını,  cezaları, cinsiyet ayrımcılığının farkındalığını, insan odaklı farklı bir bakış açısından öyle renkli, öyle coşkulu okuyor,  umut doluyorsunuz ki.  Hayaller ve beklentiler hep çatışıyor, öyküler yazdıran o küçük kız hiç pes etmiyor. Yenileceğini bile bile üsteliyor, inatçı ama nerede hangi noktada geri çekileceğini de biliyor. Küçük kızı gözlemlemeli bu öykülerde ve o bana göre o kız çoktan bir roman konusudur.

Söz, sözdür verildi mi tutulmalı. Ya tutulmazsa? Sözü veren kişi yalan söylemiş, verdiği sözle ta başından beri karşısındakini oyalamış, kandırıp üstelik kullanmışsa? Sonuç ne olur? Sürpriz olur. Umut bir öyküde nasıl söner?  Ya sonrasında neler olur? Yanıtlardaki ironiyi fark etmemeniz olası değil.  Öncesinde bilinmeyen, yeni öğrenilen gerçek, sır olmaktan çıkıp büyük bir içtenlikle paylaşılıyor okurla. Yaşanan yoksullukta hüzün var ama anlatıda hüzünden eser yok. “Hüzün öfkenin bastırılmış halidir” denir ama öfke de yok, eğlence var

‘Aynaları değiştirin’ Hasibe Ayten’in önemli bir öykü kitabı. Çok önemli, ilginç, hemen hiç duyulmamış özgün konuları olan öyküler barındırıyor. Gerçekleri,  duygu sömürüsü yapmadan, uzak zaman mesafesinden bakarak yazıyor. ‘Yaşandı bitti, geçti gitti hey gidi günler!’ diyor. Hasan Hüseyin’in dediği gibi ‘acıyı bal eyleyip’ bir bakıma kendisine yabancılaşarak, acı anılarını ballandırarak yazmış. Öyküler, okurun ‘bütün bunlar gerçekten de yaşanmış mı, bu insanlar gerçekten var mıydı, bunları yaptılar mı?’ deyip kuşkulanacağı türden. İnandırıcı, sanki uzak ve o denli de yakın. Yalan da uydurulmuş da değil, basbayağı gerçek. Öykücülerin pek kızdığı bir sorudur, ‘ Bu yazdıklarınız sizin başınızdan geçenler mi? Siz bunları yaşadınız mı?’ sorusu. Kurmaca ile gerçeği ayıramayan sıradan okurun merakıdır işte.

‘Evet evet…  Bütün bu yazdıklarım benim başımdan geçti.’ Eee, ne olacak? Yanıtı duyunca merakınızı giderdiniz, başınız göğe erdi mi? Yazar, ‘Yoo benim yaşadığım şeyler değil, ben uydurdum onları’ dese, okur hüsrana mı uğrayacak şimdi?

Bir yazar kendi hayatını yazdığı gibi başkalarının hayatını da yazar ve başkalarının hayatını yazarken de kendi yaşadıklarından tuz biber serper, yalanı da boldur, gerçeği de artık. Ama okur da yazarın yazdıklarında kendisiyle ilgili bir şeyler bulur. Yazarla okur arasındaki alışveriştir bu. Hasibe Ayten’in okurla arasındaki bu alışveriş çok güçlü.

Onun yazdığı öyküler öyle pek bildik, sıradan öyküler değil, bir başka türden.  O yüzden de her öykü size yeni bir şey öğretirken şaşırtıyor hatta sarsıyor. Hayal ötesi bir coğrafya ve o coğrafyada küçük bir kız çocuğunun gözünden acı gerçekler biraz alaycı,- eleştirel de diyebiliriz-aktarılıyor. Yaratıcılık tavan yapmış, düş gücü uçarken okurunu da uçurmuş.  Anne-baba-ağabey, ablalar çerçiler, objeler, jandarmalar, köye gelen konuklar, şeyler ve daha neler neler?  Gözleriniz fal taşı gibi açılarak hiç de aşına olmadığınız gerçeklerin öykülerini bir solukta okuyorsunuz. Fantastik kurgular, yer yer sanki büyülü gerçekçi, Marquezvari olaylar. Hiç de uydurma değil üstelik bire bir yaşanmış. Anlatılan fotoğraf gibi canlanıyor gözünüzde. Şiire aşina sözcüklerle de fotoğrafın eksikleri tamamlanıyor. Yazar betimleme yapıyor, görsel tasarım, imgeler uçuşuyor sayfalarda. Gerçeğin işine yarayan ayrıntılarla kanlı canlı kişiler yaratıyor. Ben o kişileri çok sevdim ve çok merak ettim. Oruçlu, iftara yakın açlıktan bayıldı bayılacak raddeye gelmiş genç bir kızı sözgelişi. Düşünün, genç bir kız ahırda birikmiş gübreleri kürüyor. Kız, oruç, açlık, gübre, kürek ve elbette keskin tezek kokulu bir kurguyla. Öykünün kokuyla sarmal görsel tasarımı, sahiciliğin ta kendisi metaforlar içeriyor. Okur olarak, o kokuyu o genç kızın burnundan hissederken sanki orada açlıktan ölecek olan sizsiniz. İşte tam o anda ortaya çıkıveren bir portakal, öykünün seyrini nasıl değiştirebilir? O portakal bir sembol müdür? Metafor mudur? İroni midir? Çözümleyin bakalım öyküyü kolaysa.

Anadolu gerdek adetleriyle ünlüdür. Kırsal kesime dair pek çok gerdek hikâyesi okudum. Ama insani davranışların böylesi bir ilmekle dokunduğu bir öykü okumadım. Kadının yazgısı işte ama yalnızca kadının değil erkeğin de. Nasıl da insani bir bakış açısı,nasıl da tarafsız yazılmış.  Gerdekte müthiş bir merak var. Satırları atlamak isteseniz de atlayamıyorsunuz.Gerilim ustaca, sözcükler yerli yerinde ne bir eksik ne bir fazla, net ve kısa. Gelin’e de damada da acıyorsunuz. Yüreğinizi tutuşturuyor alev. Bir yılan var ki öyküyü geren, okumak gerek, ‘az sonra görürsünüz’  der gibi? Tahtakuruları olmazsa olmaz zamanlarını da belgelemek istemiş Hasibe Ayten.. Ellili, atmışlı yılların Türkiye gerçeğini tıpkı ‘Çankaya’ romanında yazıldığı gibi yazmış. Doğumunu kendi yapan, bebeğinin göbek kordonunu kendi kesen bir kadın beni irkiltir. Ama bu doğum estetize edilmiş, haykırmıyor, çığlık çığlığa bağırmıyor ve size kendinizi kötü hissettirmiyorsa onu sonuna kadar okumaktan başka bir şey gelmiyor elinizden. “Eşin bağını, parmağıma doladım, çektim koparttım. Tuzladım gözlerini, parmak aralarını, her yerini.” Acıdan utanmadan, bir acındırma manzarası çizmeden bir doğumu, yeni doğan bir bebeğin tuzlanışın anlatmanın içtenliğine dönüşüyor öykü. Sezeryenli, burç planlı doğumların, loğusa ve emzirme terapilerinin yapıldığı bir ülkede, doğumunu kendi başına yapan kadınlar, günümüz okurlarını  sarsar elbet. Üstelik, düşündürür de.

Cevriye, beni en etkileyen öykülerden biri oldu. Yaşam derdinde genç bir kız Cevriye.Yoksulluk var ama umudu da var. Hayal diyelim. Yoksa yaşayabilir mi? Saf bir kız, düşünceli, çalışkan, yalnız yaşıyor, bir gün kapısı çalınıyor ve kuşkulu genç bir adam çıkıp geliyor, içeriye alıyor çünkü tanıdığı biri. Ama sonrası gerilim, niye gelmiş, ne istiyor, derdi ne, adamla sürdürdüğü diyalog hayallerine dolanıp düğüm oluyor. O diyaloglarda tedirginliğiniz artıyor, yazar gerilimi öyle dozunda tutmuş, germiş ki ipin ucunu, son satıra gelene kadar sanki siz Cevriye’siniz. Son cümle de final.  Polisiye işte, ‘şükür ki ölüm yok’ diyemiyorsunuz.

Hasibe Ayten’in öyle bir anlatımı var ki bunlar kurgu olsa bu nasıl bir hayal gücü nasıl bir fantastik imge dersiniz, örnekler hayal ürünü olamaz, yaşanmazsa anlatılmaz, öyküleri böyle uydurma olmaz hissi ile okuduğumu söylemeliyim. Hasibe Ayten’in öyküleriyle ilgili anlatmaya çalıştıklarım, o öyküler okunup bilinsin istediğimdendir. O yüzden öykü isimlerini bilerek vermedim. Edebiyata değer veren okur arar bulur onları. Yeter ki okumak istesin. Çam kozalağından yapılma topaç’ın nasıl çevrildiğini meraklıysa öğrensin. Bir zamanlar geyiklerin yaşadığı o tepe’de hayal mi gerçekle sarmaş dolaş, gerçek mi yalana dolanmış bulmaya çalışsın. Köy meydanına geliveren bir arabanın, caminin lüksü gibi gözleri olduğuna şaşsın, hatta o cipi ‘Deccal eşeği’ geliyor sansın. Ne yer bu araba? sorusunun cevabının kahredici sonuçlarını, sömürüyü öğrensin.  Kaybolsun o zamanda o köyde, o yoksullukta,  ‘Cin’ gibi meraklı, zeki mi zeki o küçük kızın gözünden o masal zamana dair öykülerin peşinde dolansın.

Yazarlar yazar, okurlar yazılanlarda kendilerinden bir şey bulurlar. Yalınayak gezen küçük kızın ayağına batan dikenleri annesinin iğne ile çıkartışını okurken kendi dikenlerini düşünebilirler.  Abi’nin ayakkabısı var kızların yok üstelik. Özlenen ayakkabı da lastik ha! Kesinlikle bir çağrışım yakalar onu okuyanlar.

Geçen zaman ölü artık, yaşanmış, bitmiş ama iz bırakmış. Yaşananlar hiç acı çekmeden yazılabilir mi? Ben Hasibe Ayten’in öykülerini yazarken hem acı çektiğini hem de güldüğünü düşünüyorum. Kendine yabancılaşıp öyle uzak bir geçmişe o mekânlara dönüp o insanları büyülü bir sisin içinde karşısına alıp sohbet ettiğini, hatta o hayaletleri şaşırttığını bile düşündüm. Hayatın içinde yaşıyor çünkü ve yaşadıkları da şiirlerine, öykülerine yansıyor. Acımasız anılar öyküye dönüşürken iz sürüyor, geçmiş zamana damgasını vuruyor.

Fazlalıksız, kusursuz bir öykü dili var yazarımızın. Şair olmasından kaynaklanan dil zenginliği öyküde anlatmaya çalıştığı olayların dramatik aksiyonunu besleyip onları edebi değerle okunur kılıyor. Hasibe Ayten’in öykülerini okumayanların gözlerine onun öyküdeki imgelerini takmak, kulaklarına kar suyunu kaçırıp sözcüklerini üfürmek istedim. Gerisi okura kalmış. Meraklı, okuduğunu anlayan, nitelikli olarak tanımladığımız okura.

Evet, Hasibe Ayten:

Şiirler yazıyorsun biliyoruz ama ben yineliyor ‘öyküler de yazmalısın’ diyorum.

Bekliyorum.

Sevgimle…

….

İNCİ GÜRBÜZATİK

15.MAYIS.2020

BODRUM

 

 

 

 

 

 

İnci Gürbüzatik
İnci Gürbüzatik
İnci Gürbüzatik 1947 yılında Antakya’da doğdu. İlk-Orta ve Lise öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra, Ankara Üniversitesi, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdi. Bu bölümden mezun olduktan sonra TRT Ankara Radyosunda prodüktör olarak göreve başladı ve çeşitli programların yapım ve yayınını gerçekleştirdi. 1989 yılında TRT Ankara Televizyonu Drama Programları Müdürlüğüne atandı. Çok sayıda senaryo ve kısa dramalar yazdı. Ağustos 2002’de emekliye ayrıldı. Yazarın öyküleri Varlık, Düşler Öyküler, Adam Öykü, Üçüncü Öyküler, Ardıçkuşu, Edebiyat ve Eleştiri, Lacivert, Kurgu gibi dergilerde yer almıştır. Pek çok öykü ve senaryosu ile ödül alan yazar, 2009 yılında basılan Ankara’nın Kadın Yazarları adlı derlemede “Vaka-i Adiye” başlıklı öyküsü ile yer alır. Evli ve iki çocuk annesi olan İnci Gürbüzatik Ankara ve Bodrum’da yaşamaktadır. Yapıtları Roman: Misket (2009) Öykü: İki Çırpı Kiraz Kız (1999) Aşk Kaldığı Yerden (2008)
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.