ORHAN KEMAL’İN GÖZÜNDEN SOVYETLER BİRLİĞİ
‘Sokaklarda ellerinde kitaplarla gezen insanlar…”
Türk edebiyatının önemli kalemlerinden Orhan Kemal, 1969 yılında Sovyetler Birliği’nin davetlisi olarak Moskova’ya gitmişti. 1970 yılında memlekete dönüşünün ardından Yeni Edebiyat dergisinde yayımlanmak üzere kendisiyle bir söyleşi yapıldı.
Söyleşide, Sovyetler Birliği’ne dair değerlendirmelerde bulunan Orhan Kemal, Sovyet insanlarını ‘sokaklarda ellerinde kitaplarla gezen insanlar’ olarak tarif ediyor.
Moskova’da kendisiyle yapılan röportajların tamamının edebiyat üzerine olduğunu ifade eden Orhan Kemal, Sovyet yurttaşların, Türkiye’de toplumcu edebiyatın önemli isimlerinden Nâzım Hikmet ve Aziz Nesin’i de beğeniyle takip ettiklerini vurguluyor.
(Yeni Edebiyat dergisinin Temmuz 1970 tarihli 9. sayısından aktarılmıştır. Yazım ve noktalama işaretleri olduğu gibi korunmuştur.)
Sovyetler Birliği gezinizde neler dikkatinizi çekti?
İlk dikkatimi çeken, Moskova’nın çok büyük bir Avrupa şehri oluşu. Çok geniş caddeler, gerçekten büyük, düzenli yapılar, bir de, sekiz milyon olduğunu söyledikleri şehirin hemen hemen hiç kalabalık olmayışı, ya da bana öyle gözüküşü. Kaldırımlardan gidip gelen kadınlı, erkekli, çocuklu insanlar telâşesiz, itişip kakışmasız, âdeta sinirsizdiler.
2. Halkın sanatçıyla olan bağları orada nasıl bir durumda?
Dillerini bilmediğim için genel yargılardan kaçınmak zorundayım. Yalnız, başımdan geçen olaylardan birkaçını anlatmakla bilmem sorunuzu gereğince yanıtlayabilecek miyim?
Mihmandar ve tercümanımız Bayan Vera İvanova ve eşimle birlikte Çekhof müzesini gezmeğe gitmiştik. Daha önce, ziyaretçilerin kimliklerinin bir deftere kaydedilmesi usuldenmiş. Bayan Vera benim adımı da yazdı. Yazılana bakmakta olan yaşlı bayanın birden dikkat kesildiğini gördüm. Tercümanımıza bir şeyler sordu. O da herhalde gerekli karşılığı vermiş olacak ki, yaşlı bayanın yerinden heyecanla kalktığını gördüm. Elimi sıktı. Tercümanımızın anlattığına göre, SUÇLU ve başka romanlarımı Rusça çevirilerinden okumuş. Bir anda müzeye yayıldı bu. İlgi hemen arttı ve deftere Orhan Kemâl olarak Çekhof üzerine bir şeyler yazmam istendi. Müzeyi gezip dolaştıktan sonra istenen birkaç satırı yazdım. Bir de, kaldığım hastahanenin temizlik işlerine bakan, hattâ yerleri paspas eden bir kadının, tercümanımıza benden söz etmesi. “— Ben onun romanlarını okudum…” demesi. Bu iki örnek, yabancı bir yazara karşı gösterilen ilginin derecesini anlatmağa yeter sanırım.
Haydi buna bir de aydın kişinin, hem de bir yazarın dediklerini ekliyeyim: Kaldığımız Pekin oteline gelip benimle konuşan yaşlı bir Ukrayna yazarı aynen şunları söyledi: “— Sizi tanımıyordum. Dergim için sizinle konuşma yapmadan önce, dilimize çevrilmiş eserlerinizi görmek istedim. Kitabevlerine başvurdum. Yapılan çeviriler tamamen satılmış. Birer nüsha olsun bulmak kabil olmadı. Okuma odalarına gittim. Orada da bulamadım. Çünkü kitaplarınız okuyucular tarafından alınmış. Hem de her kitabın daha sonraki tâlipleri kuyruk olmuşlardı. Yâni adlarını yazdıranların kuyruğu…”
Nasıl şaşırdığımı, kuşkusuz, nasıl sevindiğimi kestirebilirsiniz.
3. Edebiyat günlük yaşamlarının bir parçası olabilmiş mi?
Evet diyeceğim. Hiç umulmadık yerlerde, hiç umulmadık zamanlarda ellerinde kitaplarla insanları bol bol görebilirsiniz. Anladığım kadarıyla çok okuyorlar.
4. Yazar Yayınevi ilişkilerinin durumu?
Yayınevi ve yazar ilişkileri.. incelemedimse de, sanıyorum durum şu: Yazar, kitabını yayınevine götürüyor. Yayınevinin ilgilileri kitabı inceliyorlar. Basmağa yatkın buluyorlarsa basıp satıyorlar. Önce herhalde bir miktar avans vermeleri mümkün. Ama asıl kesin hesap, kitabın satışından sonra oluyor. Bu arada öğrendim ki, öyle her kitabı da hemencik basıvermiyorlar. Basılmaya yarayan kriter nedir bilmem.
5. Ortalama olarak bir hikâye ya da roman, ya da şiir kitabı ne kadar basılıyor ve ne sürede tükeniyor?
Romanların 80, 90, 100 bin civarında basıldığını biliyorum. Hikâye ve şiir kitapları için bir rakam veremeyeceğim. Yalnız şu var ki, roman, hikâye ya da şiir kitaplarının çok kısa sürede tükeniverdiği…
6. Türk edebiyatı örneklerinin bir çok çevirisi —içinde sizin de eserleriniz var— yayınlandı. İlgi uyandırdı mı? Sovyetler birliği okuyucusunun yabancı edebiyata karşı tutumu nedir? Çeviriler bizdeki kadar ilgi görüyor mu?
Yukarda benimkilerle ilgili birkaç örnek verdim. Bunlara Nâzım Hikmet ve Aziz Nesin’i de eklemem şart. Bu iki yazarımızdan pek çok çeviri yapılmış ve çok ilgi uyandırmış. Sanıyorum ikinci ve daha başka baskıları yapılmış. Sovyetler Birliği okuyucusunun, gördüğüm kadarıyla, yabancı edebiyata karşı büyük bir ilgisi var diyebilirim. Yalnız hastahane bahçesinde rastladığım hastaların ellerindeki kitaplar bana şu fikri verdi ki, kendi yazarlarıyla birlikte yabancıları da harıl harıl okuyorlar.
7. Orada bir konuşma ya da röportaj yaptınız mı? Neler söylediğinizi Türk okuyucusu öğrenebilir mi?
Orda sohbet, edebî sohbet nev’inden konuşmalar yaptım kuşkusuz. Bu konuşmalarımızı tahmin edebilirsiniz, tamamiyle edebiyat ve sanat çerçevesi içinde oldu. Benimle röportajlar da yaptılar. Bütün konuşmalar ve röportajlar, edebiyatımızı tanımak isteyenlere, imkân nispetinde, gerekli bilgileri vermekten ibaret kaldı. Sorular hemen hemen şimdi bana sizin sorduğunuz cinsten şeylerdi. Türkoloji’deki konuşma en ilginci sayılabilir. Çünkü Türkoloji’nin fonksiyonu zâten yurdumuz edebiyat, sanat ve bilhassa diliyle ilgili. Bana, öz Türkçeciliğin durumunu sordular. Yâni, yeni tilciklerin halk tarafından tutulup tutulmadığını. İyi kullanıldığı takdirde halkın da hemen benimsediğini söyledim ki, gerçekten de böyle. Buna, dilimizin sâdeleştirilmesinden yana olduğumu da ekledim. Daha sonra yeni edebiyat sanat akımları üzerinde durdular. Bizden sonraki kuşaklardan adlar verdim. Birçoğunu, hattâ pek çoğunu isimleriyle biliyorlar. Bu kurumun ödevi Türk sanatıyla ilgilenmek olduğundan, durumumuz meçhulleri değil. Yalnız, en genç kuşak yazar ve şairlerine —Ben yolladımsa da— kitaplarını yollamalarını salık veririm.
8. Orada Yazarlar Birliği’nin görevi, ödevi ve taşıdığı fonksiyonu kısaca anlatır mısınız?
Sovyet Yazarlar Birliği devletin teminatı altında bir kurum. Maddî bakımdan çok zengin, birçok imkânlara sahip. Yazarları sâdece korumak değil, öyle sanıyorum ki sağlık durumları, maddî ihtiyaçlarıyla da ilgileniyor. Bu kurum, dünyanın çeşitli ülkelerinden çeşitli yazarı, sanatçıyı dâvet edip, yediriyor, içiriyor, barındırıyor ve yazarların ülkeleriyle yakınlıklar kurulmasına çalışıyor. Yalnız bu kadarıyla bile işin önemi meydanda. Bana, benden önce giden arkadaşlarımı karşı da aynı ilgiyi göstermiş. Bununla, halklar arasındaki yakınlaşmayı sağlamağa çalışıyor ki, faydası meydanda. Şunu ekliyeyim, yabancı bir yazar olduğum halde, benim bile hastalığımla yakından ilgilendiler. En aşağı üç, hattâ beş, altı ay orada kalmamı, tedavi sonra da nekahet devrimi orada geçirmemi ısrarla istediler. Bir yandan fazla kalamadım. Çünkü ancak bu kadarcık bir zaman için İstanbul’dan ayrılmıştım. Okullar açılacaktı, çocukların çeşitli okul ihtiyaçları, yaklaşan kış için odun, kömür temini…