Ölüme Dipnot | Gülçin Yağmur Akbulut
Gözlerimin üstünde kapkara bir duman savrulup duruyordu. Yüzümdeki bulutlar, eksilmiş güneşin son ışkılarını görmeme engel oluyordu. İkinci şahısların olmadığı bir âlemde bir yerlerden kopuşumu izliyordum. Neredeydim, neler oluyordu anlayamıyordum. Yoksa düştüğüm yer bilinmezlik kapısına mı açılıyordu? Bu ağlayan ses anneme mi aitti yoksa yıllar önce kaybettiğim babama mı?
Küçük yaşta kaybetmiştim babamı. Annem ve büyükannemle beraber küçük bir kasabada ikamet ediyorduk. Büyükanneme babasından kalan iki katlı bir evin üst katında yaşıyorduk. Birinci katı kiraya veren Büyükannem kira parasına, dedemden kalan cüzi maaşı da ekleyip geçimimizi sağlıyordu. Lif, patik gibi uğraşlarla zamanını geçiren annem okul harçlıklarımı örgüden çıkarıyordu. Lise son sınıfta okuyordum. Oturduğumuz kasabanın kaymakamı olmak gibi zamana dipnot düşen isli hayallerim vardı.
Kış kapıyı aralamıştı. Karın yıkıp geçtiği dallar evrene esrarengiz bir tablo çizmişti. Sesi boğuk çıkıyordu bahara uzanan dar geçitlerin. Sevmiyorum kış aylarını. Çetin ve zor geçer doğuda. Annemin soba külü çekmekten nasırlaşır elleri. Mecburen bir odada tıkış tıkış yaşamak zorunda kalırız.
Kasabanın çıkışında etrafı kavak ağaçlarıyla sarılı küçümen bir dere vardı. Hemen hemen her gün okul çıkışında oraya giderdim. Kuşları, rüzgârda sallanan ağaç dallarının uğultusunu dinlerdim. Ben Pamuk Prenses olurdum etrafıma dizilen kuşlar ise yedi cüceler. Bir bıçak kesiği konuk olurdu kalbimin arterlerine. Babamı özlerdim.
Seksenine merdiven dayayan büyükannem ne kadar da çok korkar olmuştu ölümden. Bir başka sever olmuştu yaşamayı. Gün boyu okuldaydım. Annem, ola ki beş dakika komşuya gitse ya ağır aksak peşinden gider, ya da avazı çıktığı kadar bağırırmış. Sanki kalabalıkta Azrail insana yaklaşmazmış gibi davranırdı. Belki de haklıydı ölümün yüzü soğuk ve korkutucuydu.
Pilin artı-eksi uçları gibiydik ninemle. Evde yalnız kalmaya bayılırdım. Başımı iki avucumun arasına alır, ömrüme atılmış düğümleri çözmeye çalışırdım. İmgesiz, simgesiz; uçsuz bucaksız hayaller kurardım. Gökyüzünün bahçesinde dolaşır; ay, yıldız, güneş hangisiyle karşılaşırsam ona düşlerimin kesiştiği pencerelerden bahsederdim.
Aşka dokunmak isterdim. Postacının getirdiği yarım mektupları tamamlayıp bir kuşun kanadında geleceğin sevda mevsimine gönderirdim. Seni arardım eşkâlini bilmediğim sevgili. Susuşlarının ardına yerleşip kaşına, gözüne şekiller giydirirdim. Gökten üç elma düşürürdüm. Biri benim, diğeri senin, en sonuncusunu da bizi bekleyen yarınların başına.
Buz dağlarının ustura ağzı ayazını kasabanın üzerine düşürdüğü bir geceydi. Dışarıda kuvvetli bir rüzgâr vardı. Annem örgü şişlerini yanına alıp yan komşumuz Sabiha teyzeye mahallenin son birkaç günlük dedikodusunu yapmak için gitmeye hazırlanıyordu. anneannem muhabbetin kokusu alır da durur mu yerinde. Annem önde ninem arkada Sabiha teyzenin yolunu tuttular. Yıllar önce eşini kaybeden Sabiha teyze iki kızını da şehre gelin ettikten sonra bir başına yaşamına devam ediyordu. Komşuluğumuz sıkı bir dostlukla pekişmişti. Ya bizimkiler Sabiha teyzelerde idi ya Sabiha teyze bizde.
Akrep yediyi, yelkovan ise on ikiyi gösteriyordu. Saat on birden önce dönmezdi bizimkiler. Kafesinden özgür bırakılmış güvercin gibiydim. Abone olduğum masal ülkesinde dolaşmak için avuçlarıma bırakılan bir gecenin huzurlu vardiyaları vardı. Kapısını çaldığım ilk adres baba ocağıydı.
Ne çok döktüm içimi bu kez. Büyülü bakışları vardı sihirli dokunuşları. Başımı dizine koyduğum an bütün tasalarımı unuturdum. Girip çıkmadığım sırça saray kalmadı. Uçan halım beni Bremen Mızıkacıları’ndan tutun Yoksul Oduncu’nun kulübesine kadar uçurdu. Kırmızı pelerinli bir peri kızını andırıyordu aynadaki siluetim.
Vakit daha çok erken… Gözüm duvardaki guguklu saate ilişti. Dokuzu gösteriyordu. On ikiden erken uyumayan peri kızının kirpikleri kapanmaya başlamıştı. Gövdemin üstüne çöken ağırlık karşı konulmaz bir uyku isteği doğuruyordu. Sisli bir bulutun kolları arasına serilmek için silik sinyaller alıyordu yorgun bedenim. Uyku ile uyanıklık arasındaki gafletin kucağında debelenmeye başlamıştım.
Annemin hıçkırıklarını duyuyor, yüzünü göremiyordum. Sabiha teyzeden ne zaman gelmişlerdi? Annem neden feryat figan ediyordu? Nineme bir şey mi olmuştu? Elektrikler mi kesilmişti, annem lambaları o yüzden mi yakmıyordu? Babam bizim eve hiç gelmezdi, her zaman onu ziyarete giden ben olurdum. Elimden tutup ağır adımlarla beni bir yere doğru götürüyordu.
Sabiha teyze kapının önünde biriken topluluğa telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyordu. “Ah kınalı yapıncak! Dünyadaki rızkı bu kadarmış. Annesi ve anneannesi bizdeyken sobadan çıkan zehirli gazla hayatını kaybetmiş Gelincik. Ölen benmişim meğer baba. Kısa zamana uzun bir ömrün hikâyesini sığdıran Gelincik çiçeğin. Onlarca ses beni çağırıyor. Yıllar önce kaybettiğim dedem, halam, kuzenim. Ölüme dipnot bırakmışım baba: “Gelecekten düştüm, kırıldı bütün hayallerimin bel kemiği”
…
Gülçin Yağmur AKBULUT
Yitik Söz Dergisi Ağustos Eylül 2021
…