ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Öfkenin Kahkaha Tohumları | Suzan Kuyumcu

24.09.2021
502
A+
A-
Öfkenin Kahkaha Tohumları | Suzan Kuyumcu

Annesi Muhammet’in peşinden gitti. “Oğlum” dedi kapıda, “bilmediğin sokaklara girmeyesin sakın! Dikkatli ol tamam? Okul vakti gelmeden evde olasın ” Muhammet sesini çıkarmadı. Kâğıt torbasını omuzuna atıp sessizce sokağa çıktı. Kadın onu gözden kayboluncaya kadar izlerken kaygılıydı. Oğlundaki suskunluk onu kahrediyordu. Gözleri doldu.  Bu çocuğun hali ne olacak, dedi düşüncesinde.

“İçli çocuk, çok içli…” dedi söylenerek. Çevreden izleyen var mı diye, sağa sola bakındı. Son zamanlarda herkesin bakışları üzerlerine kilitlenmiş gibiydi. Mahalle sakinleri onları daha ilk günden suçlu ilan etmişti sanki. Anlayamamış aklı karışmıştı kadının. Yakın dostları bile kendilerine uğramaya çekiniyordu. Dalgın bakışlarla sokağa baktı. Dar toprak yol bomboştu. Rüzgârlı hava yerdeki naylon poşetleri, kâğıt parçalarını önüne katmış sürüklüyordu. Köşeyi dönen pikaptan ‘Hordacııı’ diye ses yükseldi.

İçeri girdi. Aklı oğlundaydı. Babanın yokluğu çocuğunu birkaç ayın içinde kocatmıştı sanki. Çoluk çocuğuna ne yedireceğinin kaygısına düşen yetişkin adamlara benzemişti. Üç kardeşten en büyüğüydü Muhammet. Asi olmuştu son zamanlarda. Suskun isyan… Kederli yüzü her an patlayacak öfkenin izleriyle doluydu. İşçi çocuğuydu. Bundan hiç gocunmamıştı. Kendine olan özgüveni bulunduğu ortama yayılırken, yaşıtları kimi zaman onun yoksul olduğunu unuturlardı. Boyacılık yapar, simit satar okul harçlığını çıkarırdı. Gururluydu Muhammet. Gerekmedikçe konuşmazdı. Dingindi. Yapabileceği ne iş varsa gocunmadan, şikâyet etmeden yapardı. Ama o günler arkalarda kalmıştı. Güven sarsılmaya görsün, yenisini oluşturmaktan daha zordu sarsılanı onarmak. Kapıların birer birer yüzlerine kapanması; babasının yaka paça götürülmesinden daha çok yaralamıştı onu. Kızıyordu. Öfkesi, dalından kopan kuru bir yaprağın, önüne gelen her engele çarpması gibiydi, savruluyordu Muhammet. Bu duruma düşmelerinin nedenini tam olarak anlayamamıştı. Anasına sormuştu bir ara, ne olduğunu o da bilmiyordu. “Anlayamazsın oğlum, temeli derin işler bunlar… Belirsiz bir kuyu gibi” demişti. Anlamamıştı çocuk. Gerçek ve gerçek olma ihtimali… İhtimaller gerçeklerin önünde duracaksa hangisine inanmalıydı… Oysa sonuçlar çıplak ve netti.  Hem de uluorta çırılçıplak… Kaçamazdı, kaçamadı da, onlarla dört bir yandan kuşatılmıştı küçük yüreği.  Kin şeytanın kahkahasıysa, Muhammet’in yüreği kahkaha seslerine gönüllü olarak tutunmaya başlamıştı. Ondaki değişimi gizliden gizliye izliyordu şaşkın ana yüreği. Yavrusuna bir şey olacak diye ödü kopuyordu.

***

Demir parmaklıklar arasında gün sayan baba da şaşındı. Apar topar, adeta sürüklenircesine getirilip tıkılmıştı deliğe. Sonrada unutulmuştu. Oradakiler soruyordu, “Hangi suçtan buradasın? Vereceği yanıtı yoktu. Siyasi suçlu mu yoksa adi bir suç mu işlemişti, bilmiyordu. Her an aklı evinde, küçük bebesinde, omuzlarına tonlarca ağılık bıraktığı büyük oğlundaydı. Adam derince iç geçirdi.

Kendi gençlik yıllarına benzetirdi Muhammet’i. İdealist bir çocuk olacak, derdi. Ondaki görünüm, kendisinin o yaşlarda içe dönük ruh halinin dışavurumu gibiydi. Sessiz, uyumlu, sabırlı… Aldatıcıydı bu görüntü. Aynadan dışa yansıyanlar bunlardı, ya sırla çıplak cam arasında sıkışıp kalanlar? Hiç kimse bu duyguyu kendisinden daha iyi bilemezdi. Çocukluğunda yüreğine inip oradakileri görmek için çabalayan kimsesi olmamıştı. Erken yaşta tarlalara sürülmüş, Çukurova’nın sarı sıcak yaz aylarında ailece pamuk toplamaya gidilmişti. Sezon sonuna kadar çoluk çocuk çadırda yaşarlardı. Ne ananın ne de babanın çocuklarına ayıracak vakitleri olurdu. Böylesi yoğunluğun iyi tarafı olduğunu düşünmüştü bilinçlendikçe. Çocuk kendi iç dünyasıyla çabuk tanışıyordu. Bu iyi şeydi. İçgüdüyü Tanrı’ya benzetirdi adam. Yalvarır, yakarır, ağlar, ister fakat karşıdan hiçbir zaman yanıt gelmezdi, gelmemişti. Çocuk kendi sorusunun cevabını yine kendisi bulmak zorundaydı. Muhammet öyle olmayacaktı. Onun çabalamasına gerek yoktu. Arkasında bilinçli dağ gibi duran babası vardı. Oğluna düşkün, gurur duyan, duygularını hissettiren…  Karşısında yetişkin varmış gibi konuşur, fikirlerini önemsediğini beden diliyle bir şekilde ifade ederdi. Özgüveni yüksek olmalıydı erkek dediğinin. Doğunun aile içi kültürünü koruyarak, uygulamaya çoktan girişmişti. Oğlu onun en yakın arkadaşı olmuştu. Şimdi demir parmaklıkların arasında, onları yapayalnız bırakmış olmanın ezikliği içindeydi. Genç adam, suçunun ne olduğunu bilmeden, aylardır burada tutulmanın kahreden yalnızlığındaydı.

***

Muhammet, hızlı adımlarla okulun yolunu tuttu. Dün geç kalmış olmanın sıkıntısını bugün de yaşamak istemiyordu. Çocukların bakışları üzerindeydi zaten. Her an açığını arıyor gibiydiler.  Okulun kapısında içeri girdiğinde soluk soluğaydı. Zilin hala çalmamış olduğunu görünce yavaşladı.

“Şuna bakın çocuklar!”

Başını çevirip sesin geldiği tarafa baktı.

Bir grup çocuk, Muhammet’in ayağına bakarak, kendi aralarında gülüyorlardı. Muhammet başını önüne eğdi. Arkadaşlarının her teneffüs eğlence haline getirdiği ayakkabılarındaydı bakışları. Başını kaldırıp gözlerini onlara dikti. Bu tür saldırılara aldırmamayı şu birkaç ayın içinde öğrenmişti. Yine aldırmayacaktı. Arkasını dönüp onlardan uzaklaşmaya başladı.

“Ey korkak, haydi cevap versene!”

“Ne diyecek oğlum? Bu herif her zaman bülbül gibi şakıyordu da, şimdi mi sustu? Şam’dı, şimdi bal kaymak şeker…”

“Hahahaha… Ayağındakileri nasıl açıklayabilir ki?”

“Aptal bu çocuk aptal! Uğraşmaya değmez oğlum, haydi derse girelim”

İçlerinden en iri olanı ayağa kalktı.

“Bu kadar pısırık bir çocuğun babası nasıl terörist olmuş, anlaşılır gibi değil…”

“Şiişşt, oğlum yavaş… Öğretmen bu konuyu unutacaksınız demedi mi?”

“Bu aptal ne olduğunu kim olduğunu bilsin oğlum, ondan mı korkacağım! Biz aramızda terörist filan istemiyoruz”

Muhammet son sözleri duyar duymaz duraksadı. Arkası onlara dönüktü. Aniden geri döndü. Hızlı adımlarla yanlarına geldi. Babasına terörist diyen arkadaşının suratına öfkeyle baktı.

“Benim babam terörist değil” dedi. Kelimelerin üstüne basa basa, meydan okurcasına.

“Ne peki? Hahahahaaa… Bunun dili varmış be, içine kaçmamış!” Diğerleri de gülmeye başladı. Çevresi kahkahalarla kuşatılmıştı. Kinin tohumları döllenerek, zehrini Muhammet’in hücrelerine yayıyordu. Arkadaşının suratına yumruğu indirdi. Ardından bir tane daha, bir daha, bir daha… Çıldırmış gibiydi. Ramazan’ı boynundan yakalayıp yere yuvarlandılar. Kendisini kaybetmişti. Babasının apar topar götürülmesine vuruyordu Muhammet, hemen geleceğim dediği halde aylardır gelmeyişine. Kendilerine tavır alan komşularına vuruyordu. Beş parasız ortada kalışlarına, kardeşleriyle beraber dışlanmış oluşlarına… Yumruğu öfkeyle peş peşe iniyordu Ramazan’ın suratına. Kâğıt topladığı için kendisini küçümseyen, alay eden çocuklara vuruyordu. Kokan vücudu, kirli giysileri, topladığı bayat ekmekler… Kırgındı. Kızgındı. İçinde çığ gibi büyüyen yalnızlaşmalarına vuruyordu. Muhammet’ten bu atağı beklemeyen diğer çocuklar, şaşkınlık içindeydiler. İçlerinden biri, “Vay be Muhammet, sen neymişsin!” dedi fısıltıyla.  Beklemedikleri durum onları hem korkutmuş hem yanıltmıştı.

“Ayrılın bakalım, ayrılın… Aaa size ne oluyor çocuklar, neyi paylaşamadınız?”

“Bırak, bırak diyorum Muhammet, yeter artık!” diye bağırdı öğretmeni. Dudağı patlayan Ramazan’ı yerden kaldırdı, Muhammet’e döndü. “Oğlum ne bu hal, ne yapmaya çalışıyorsunuz?”

Muhammet suskundu. Hep susmuştu. O suskunlukta babasıyla ilgili bilinmeyen sırlar, kardeşinin açlıktan uyuyamadığı geceler, tırnaklarının arasındaki nasırlaşan koyu tortuların nedenleri beslenirdi.  Öğretmeni soruyor o tek kelimesini duymuyordu. Öğretmeni derse kaldırır tahtada da susardı Muhammet. Babasının yaka paça götürülüşünden bu yana hep susmuştu.

Elinin tersiyle burnunu sildi.

Yanlarına bir öğretmen daha geldi.

“Neler oluyor burada?” dedi.

Muhammet’i çekiştirerek, “Çabuk, sınıfa… Derdinizi orada anlatırsınız!”

Öğretmeni şaşkındı. Muhammet sınıfın en sessiz öğrencisiydi. Hatta son zamanlarda kendi içinde kaybolmak üzereydi. Ailesinin başına gelenlerden haberi vardı öğretmenin. Çocuğun kâğıt toplayarak, ailesine katkıda bulunduğunu biliyordu. Karşı çıkmıştı başlarda. “Olmaz” demişti,  “Küçük bir çocuğun çalışması, hele de bilmediği sokaklarda… Başına bir şey gelmesinden korkmuyor musunuz? O henüz dokuz yaşında…” Susmuştu anası, tıpkı Muhammet gibi. Yüreğinde çözümü bekleyen onlarca sırrı gibi… Susarken soru işaretlerini karşı tarafa yerleştirdiğinden habersizdi çocuk. Ne yapılırsa yapılsın kabullenmiş görünüyordu. Bilinçdışı korunmanın yolu olmuş gibiydi susmak.  Belki o anı kurtarmanın en kestirme yoluydu, içine hapsolduğu kalkanı… Üstelememiş üstüne hiç gitmemişti öğretmeni. Kestirme yoldan salıvermişti utançlarını, zorunluluğunu, çaresizliğini. Muhammet yaşıtlarından farklıydı. Onu okulda tutmanın en iyi yolu hakkında bir şey bilmiyormuş gibi davranmaktı. Öğretmeni de bu yöntemi ona karşı kullanıyordu. Oysa bu aileyle ilgili her şeyi yakından takip ediyordu.

“Evet, Ramazan senden başlayalım. Derdiniz nedir oğlum, neden kavga ettiniz?”

“Biz arkadaşlar aramızda şakalaşıyorduk öğretmenim. Muhammet, kırmızı görmüş boğa gibi saldırdı bana”

Öğrenciler gülmeye başladı.  Muhammet ilk kez başını kaldırıp Ramazan’a anlamsız ifadeyle baktı. Ne diyordu bu çocuk, kırmızı gören boğa ne demekti? Dudağı patlamış etraf kan olmuştu, kırmızı derken bunu mu söylemek istemişti? O kırmızı da sonradan oluşmuştu. Hiçbir şey anlamadı. Başını tekrar önüne düşürürken Ramazan’ın aptal olduğuna karar verdi.

Öğretmen cevap alamayacağını bile bile Muhammet’e sordu.

“Böyle şeyler yapmazdın oğlum, doğrusu şaşırttın beni! Sen anlat bakalım, neler oldu?”

Muhammet susuyordu. Sınıfta sessizlik oluştu. Herkes ondan gelecek yanıtı bekliyordu.

“Vallahi, doğru söylüyorum öğretmenim” dedi Ramazan, “Arkadaşlarım da gördü. İsterseniz onlardan birine sorun!”

Sınıftan koru şeklinde “Doğru” yanıtı geldi.

Muhammet’ten yanıt gelmedi.

Öğretmen, “Mademki aranızda çözülmesi gereken ciddi bir sorun yok, o halde kucaklaşarak barışın. Bu olayı daha fazla uzatmadan, kendi aramızda tatlıya bağlayalım, ne dersiniz? Haydi bekliyorum…”

İkisinden de hareket yoktu.

“Haydi ama… Kızıyorum bak! Disipline mi vereyim sizi, gerçekten istediğiniz bu mu?”

“Ben sarılmam ona. Çünkü o pis kokuyor. Üstelik babası vatan haini olan birine sarılmam” dedi Ramazan… “Asla!”

Öğretmeni şaşkınlıkla baktı ona. Kaşlarını çattı.

“Arkadaşınla ne biçim konuşuyorsun, çabuk özür dile!”

Muhammet başını kaldırıp, öğretmenin yüzüne, yüz hatlarındaki kıvrımları beynine kazırcasına baktı. Ufacık da olsa bir ışık olmalıydı. Öğretmenin yosun rengi gözlerinde öfke vardı ve çok üzgün görünüyordu. Evet, ama onun görmek istediği bu değildi. Canının yandığını hissetti. Tokat yemiş gibiydi. Sersemledi.  Şaşkınlık… Kendisine dikilen bakışlar şaşkın değildi.  ‘Terörist mi? Aaa bu da nereden çıktı, yok öyle bir şey ?’ dememişti. Biliyordu demek. Babasının neden hapiste olduğunu biliyordu. Bir terörist suçlusu olduğuna o da inanmıştı.

Kapıyı hızla açıp kendisini dışarı attı.

Öğretmeni telaşla kapıya doğru koştu. Arkasından seslendi. “Muhammet nereye oğlum? Çabuk gel buraya!  Haydi ama… Bak her şey güzel olacak”

Küçük çocuk deli gibi koşuyor, içindeki isyankâr ses aynı şeyleri tekrarlıyordu.

“Biliyor, biliyor, biliyor…”

Öğretmen içeri girdi, öğrencilere, “Arkadaşınıza yaptığınız kötülüğün farkında mısınız?” diye soru yöneltti.

Sınıftan ses çıkmıyordu. Ramazan hala ayaktaydı. Beklemediği gelişme onu da şaşırtmıştı fakat kendisini çabuk toparladı.

“Öğretmenim, onun babası terörist değil mi? Her zaman doğruları konuşun demiyor musunuz bize?”

“Bakın çocuklar! Toplumsal başarı nasıl bireyselleştirilmesi doğru değilse, bir kişinin hatası da topluma mal edilmez.  Anne, babaların yaptığı hataları siz çocuklara mal edemeyiz. Buna hakkımız yok; hiç kimsenin yok, olmamalı da… Böyle durumlarda en büyük yarayı siz çocuklar alıyorsunuz. Biz yetişkinlerin sizin iç dünyanıza ulaşmamız kimi zaman çok zor. Bu zorluk yardımcı olma çabalarımızı sınırlıyor. Ne yazık ki yeterli olamıyoruz…”

***

Muhammet’in gözlerinden sicim gibi yaşlar yuvarlanıyordu. Yalan söylemişti. Annesi, yalan söylemişti… Babasını polisler götürdükten sonra “Ben okula gitmeyeceğim ana. Herkes bana teröristin oğlu olarak bakacak. Benim babam terörist değil ana, o bir terörist değil!” demişti de anası                                                         “Değil tabii… Baban terörist değil oğlum. Bunu biz biliyoruz, gün gelecek onlar da bilecek… Söz veriyorum, kimsecikler bilmeyecek. Okulda kimseye söylemeyeceğiz. Baban tez zamanda çıkacak zaten. O, vatanını seven biri. Biliyorsun gözünü sevdiğim, suçlu sandıkları için götürdüler babanı. Olabilir düşüncesiyle yani… Ama ikimiz de olmayacağını biliyoruz oğul. Öyle değil mi?”

“Öğle değildir ana” demişti Muhammet, “Bak! Sokakta çocuklar aralarına almaz oldular. Hepimizin babası, abisi onların gözünde vatan haini…  Biz Kürtlere bir suçluya bakar gibi bakıyorlar. Görmüyor musun ana, komşularımız bile gelmez oldular bize…”

***

“Söz vermiştiniz çocuklar! Muhammet’in babası hakkında yorum yapmayacaksınız demiştim. Bu konuda yardımınızı istemiştim. İlginize her zamankinden fazla ihtiyacı olacak arkadaşınızın, lütfen yanında olalım… Yaralanan ruhunu birlikte onaralım, demiştim ve siz bana söz vermiştiniz!”

Orta sıralardan bir çocuk ayağa kalktı.

“Ramazan’ın suçu öğretmenim. Ayağındaki farklı ayakkabılar yüzünden onunla alay etti, bu da yetmedi ‘bu korkak nasıl terörist birinin oğlu olur?’ diye kışkırttı.”

Sınıftan sesler yükseliyordu.

“Ayakkabısının biri kız ayakkabısına benziyordu öğretmenim”

“Evet, öğretmenim Ramazan onu aşağıladı… Bütün suç Ramazan’da…”

Ramazan ağlamaya başladı. Belli belirsiz sözcüklerle özür diliyordu. Öğretmen sert ses tonuyla

“Ramazan bunu uygularken siz neredeydiniz, onu engelleyecek neler yaptınız?” diye sordu.

Sınıfta sessizlik oldu. Öğretmen, sıraların arasında dolaşırken düşünceliydi. Sakin sesle konuşmaya başladı.

“Çocuklar! Şimdi beni dikkatlice dinlemenizi istiyorum.  Gerçekler karşısında sessiz kalırsanız,   yanlış fikri ya da kötü davranışı onaylamış olursunuz. Her konuda bu böyledir. Yani, sizler de Ramazan’ın davranışlarını desteklemiş oldunuz. Bu nedenle Muhammet’e yapılan haksızlık hepinize aittir. Size güvendiğim için Muhammet’in annesine söz verdim. Çocuğu üzecek hiçbir şey olmayacak, onu okula devam etmeye ikna edin, dedim. Sıkıntımı sizlerle paylaştım çocuklar! Yardımcı olacaktınız. Üstelik babasının suçu henüz kesin değil, o sadece şüpheli… Algı operasyonu sonucu evinden alınıp götürülmüş. Doğrusu benim için düş kırıklığı oldunuz çocuklar. Hepiniz… Maalesef…”

“Öğretmenim, bir şey sorabilir miyim? Muhammet’in babası, arkadaş olduğu kişiler nedeniyle suçlu sanılmış. Yani mahallede öyle söylüyorlar.  Biz de Muhammet’le arkadaşlık edersek suçlu sanılabiliriz belki…  Ailemiz onlardan uzak durmamızı belki bu yüzden istiyorlar, olamaz mı?”

***

Koşuyordu Muhammet. Yanaklarından peş peşe yuvarlanan yaşlara aldırmaksızın.

“Yalan söylediniz, bana yalan söylediniz. Kimse bilmeyecek dediniz.  Öğretmenin bilmeyecek, baban tez zamanda gelecek… Gelmedi işte! Gelmedi, gelmedi, gelmedi…” Koşuyordu. Ara dar sokaklardan kendine dikilen şaşkın bakışları, onlarca sessiz yorumları görmüyor, duymuyordu Muhammet.  Çok yakınından, hemen arkasından “Şangırrr” diyen ses yankılandı.

“Ey manyak mısın oğlum sen!” sözleriyle durdu.

Dönüp baktı. Simitçi çocuğa çarpmıştı bilmeden. Tepsi yere düşmüş, simitler etrafa saçılmıştı. Simitleri bir çırpıda toplayıp, tepsiye yeniden yerleştirdi. Cebinde, topladığı kâğıtları teslim ederken almış olduğu beş lirası vardı, parayı çıkarıp çocuğa verdi. Tepsiden beş tane simit almayı ihmal etmedi. Bir tanesini kopararak yemeye başladı. Enerjisi tükenmiş gibiydi. Bir lokma daha attı ağzına. Çok lezzetli, dedi düşüncesinde. Kardeşleri de sevinecekti.  Daha sakindi şimdi. Kendine en yakın parka gidip sırtını ağaca dayayarak oturdu. Yanına yaklaşan kediye bir parça koparıp verdi.  Kedi beğenmemişti, arkasını dönüp gitti.  Gözleri ayakkabılarına takıldı. Sağ ayağındaki spor ayakkabı yüzüne gülümsüyor gibiydi. Tabanını yeniden kontrol etti. Bu ayakkabıyı neden atmış olduklarını düşündü. O kadar yeniydi ki… Diğer tekini de bulabilmiş olsaydı keşke. O apartmanın çevresinde günlerce dolaşmış, bu güzelim ayakkabının eşini bulamamıştı. O da, tabanı delinmiş olan ayakkabılarından sağdakini kaldırıp atmış yerine sağlam tabanlı yeni ayakkabıyı geçirmişti. Eğilip bordu renk spor ayakkabısına dokundu.  Arkasındaki sese dönüp baktı. Banktaki adam arada bir horlayarak uyuyordu. İstanbul’un her yerinde sıkça karşılaşılan manzaraydı bu. Aklına babasının sözleri geldi. ‘Koskoca İstanbul medeniyetlere yurt oldu, garibanlara yurt olmayı bir türlü beceremedi’  Çimlerin üzerine uzandı. Şimdi ne yapıyordu acaba? Çok özlemişti. Ne zaman götürüldüğünü düşünmesine gerek kalmadı. “15.Ocak 2017“ dedi. Bu tarihi hayatı boyunca unutmayacaktı. Ne zaman görmeye gitseler elleri boş, gözleri yaşlı dönüyorlardı. Babasını kendisinin yerine yerleştirmeye çalıştı. O, Muhammet olsaydı ne yapardı?  Bir süre düşündü. Aklına bir şey gelmedi. Yetişkin birinin yerine yerleşmek kolay iş değilmiş, bunu anladı. İçinden bir ses, ‘direnirdi’ dedi. Direnmek… Aklı karıştı. Gözleri aynı noktaya kilitlenmiş gibiydi. Nice sonra yerinden kalktı. Hızlı adımlarla, zaman zaman koşarak yürümeye başladı.

***

Muhammet, okula gelmiyordu. Öğretmeni her fırsatta onlardaydı. Polis, her yerde arıyordu. İki gün geçtiği halde çocuktan haber alınamamıştı. Okul arkadaşları onu bulabilmek için seferber oldu. Yoktu Muhammet. Televizyon haberlerinde boy boy Muhammet’in fotoğrafı gösteriliyor, görenin insanlık namına en yakın karakola bildirmeleri isteniyordu. Annesi perişandı. Üçüncü gün Muhammet’in evine uğrayan, giderken yiyecek bir şeyler götüren öğretmeni, evine döndüğünde yorgundu. Kahvesini içerken Muhammet’in nerelere gideceği konusu üzerinde düşünüyordu. Yer yarılıp içine girmemişti bu çocuk. Telefonu çaldı. Arayan Ramazan’ın annesiydi. Kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ramazan bu saat olmuş hala evine dönmemişti.  Okulda bir şey mi olmuştu, yoksa Muhammet’in başına gelenler oğlunun başına da mı gelmişti? Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Öğretmen Hanım, perişan halde koltuğa bıraktı kendini. Bu çocuklara neler oluyordu böyle? Belki bir haber vardır diye televizyonu açtı. Akşam haberleri çoktan geçmişti. Kanalları dolaştı. Hiçbir kanalda haber verilmiyordu. Can sıkıntısıyla düğmesine basıp kapattı. Sabaha karşı, çalan telefonun sesiyle uyandı. Ramazan’ın sesini duyunca heyecanla yerinden fırladı.

“Oğlum neredesin sen? Annen meraktan ölmek üzere…”

“Öğretmenim Muhammet’i buldum, onu ben buldum… Onu ben buldum öğretmenim! Onu ben buldum!”

Ramazan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

“Çocuğum neredesin, nerede buldun? Nerede olduğunuzu söyle, haydi ama, ağlamadan konuş neredesiniz?”

Taksiye atlayıp soluğu hastanede aldı. Muhammet, gözlem altına alınmıştı. Ramazan anne ve babasının ortasında, Muhammet’in yattığı odanın kapısına en yakın banka oturmuşlardı. Ramazan öğretmenini görünce yerinden ok gibi fırlayıp kollarına atıldı. Ağlıyordu.

“Özür dilerim öğretmenim, özür dilerim, benim yüzümden oldu?”

Perişan haldeydi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Ağlamaktan konuşamayınca gelişmeleri Ramazan’ın babasında öğrendi. Ramazan okuldan çıkar çıkmaz semt karakoluna uğramış kendisini ihbar etmek istemişti. “Benim yüzümden oldu” demiş “eğer o öldüyse, ben sebep oldum. İsteyerek ve bilerek yaptım. Çünkü onu kışkırttım. Ben bir katilim, onu ben öldürdüm polis amca. Onun babası kimseyi öldürmeden terörist olmuş. Ben onun çocuğunu öldürdüm. Arkadaşımı öldüren katil bir terörist oldum ben…”

“Polis bizi aradı” dedi babası, “tabii soluğu orada aldık. Ramazan bizimle eve gelmemek için direndi. Ne yaparsak yapalım ikna edemedik. Zorlamak isterken, elimden kurtulup arka tarafa kaçtı. Daracık bir yer… Ve işte o an orada çocuğun cansız bedeniyle karşılaştık. İnanılması çok güç bir tesadüf… Suçlu sadece oğlum değil, biz ana-babaların ön yargıları…” gözlerini kuruladı. ”Hepimiz suçluyuz hepimiz…”

Çok geçmeden hastane duvarındaki televizyon Muhammet’in solgun, ölgün yüzünü gösteriyordu. Son dakika haberi olarak program yarıda kesilmiş Muhammet’in haberi öne çıkmıştı.  Çocuk, semt Karakol’unun arka duvarının dibinde baygın bulunmuştu. Evine götüremediği dört adet simitlerin üzerine yığılıp kalan bir beden…

Haberi duyup gelen bir gazeteci, kendilerine mikrofon uzatıyordu. Ramazan’ın babası konuşmak istemedi.

Öğretmeni, “Muhammet kendi arkadaşları tarafından dışlandı. Aile, komşuları tarafında suçlandı, yargılandı ve terörist ilan edildi. Babanın suçu tespit edilemeden, dışarıda kalanlar çoktan yargılanıp yalnızlığa itildiler… Maalesef.”

Kapı açıldı.

Doktor “Muhammet, kendine geldi. 24 saat gözetimimizde olacak. Ziyaretiniz kısa sürsün” dedi.

Ramazan ve ailesi ayağa kalktı.

“Öğretmenim, izninizi isteyelim” dedi babası. “gidip Muhammet’in annesine haber verelim. Televizyonları yokmuş, haberi olmamış olabilir kadıncağızın”

Ramazanın gözleri yerdeydi.

Öğretmen, kapıyı açıp içeri girdi. Muhammet bitkin görünüyordu.

Zor duyulan sesle “Direnmek istedim öğretmenim, babam olsa öyle yapardı” dedi.

“Ailenden habersiz hiçbir şey yapmayacaksın çocuğum. Söz ver bana, hangi şartlarda olursan ol! Babana olan inancın, zaten direnişti Muhammet!”

Bitti

 

Suzan Kuyumcu
Suzan Kuyumcu
Roman ve öykü yazarıyım. Nefise ve Satılık Sevda isimli iki roman, İlesam ve Akçağ yayıncılığın ortaklaşa oluşturduğu yarışmada ödül alan Gülce'nin Can Dostları isimli öykü kitabım var. Basılmayı bekleyen dört romanım demlenmede... Aynı pencereden bakan dostlarla birlikte olmak keyif verici...
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.