Roman Okuma Zekası ve Eksi Sıfır | Dursaliye Şahan
O-KU-MA-LAR
Roman Okuma Zekası ve Eksi Sıfır
Roman okuma zekası ve Eksi Sıfır
Yeni bir şey keşfettim.
Herkesin bir roman okuma zekası var.
Doğuştan mı geliyor yoksa sonradan ediniliyor onu bilemiyorum.
Dergilerde filan rastladığımız, bir roman nasıl okunmalı cümlelerini saçma bulmuşumdur. Hatta biraz da iğreti olurum. Sonuçta her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır, herkesin de bir okuma biçimi vardır. Kendi adıma söyleyecek olursam benim birkaç okuma biçimim vardır.
- Gazete okurken aklım satır aralarındadır. Misal: “Milli Eğitim Bakanından müjde. Ders kitapları ücretsiz dağıtılacak,” cümlesini ben, “MEB aracılığı ile devlet kasasından milyonlarca lira büyük şirketlere akacak. Bu arada küçücük çocuklara o kadar çok kitap dağıtılacak ki, yarısını kullanmadıkları onca kitabı küçücük çocuklar boşu boşuna taşıdıkları ile kalacaktır. Anlayacağınız o manşetteki müjde benim beynime felaket olarak geçer.
- Teknik konuları ya da bir ilaç reçetesini elime aldığımda hızlı okuma yöntemini kullanırım.
- Şiirin günün her saatinde okunabilecek bir şey olmadığını bilirim. Hatta mekan da önemlidir. Sabah sabah otobüs beklerken durakta şiir okumak bilemiyorum….
- Öyküler de arka arkaya okunmaz. Okunamaz demek belki de daha doğru. Zira iyi hikâye siyah beyaz fotoğraf gibidir. Gölgelerin ışığını fark edemezseniz o fotoğraf sizin için bir şey ifade etmeyebilir. Hızlı geçtiğiniz hikâyelerde de duyguları kaçırabilirsiniz.
- Ve roman. Ben romanı ağır ağır, keyifle okumasını severim. Yanında kahve filan içmeyi ihmal etmem. Öyle bunun mesajı neymiş, niye yazılmış kısmına da fazla takılmam. Yeni biriyle tanışmış gibi sakin sakin sayfaları çeviririm. Keyif alıyorsam devam ederim. Sıkıldığımda sonraki sayfaları şöyle bir karıştırıp devam edip etmemeyi düşünürüm. (Eskiden elime aldığım kitabı bitirmek gibi bir saplantım vardı. Çok şükür kurtuldum.)
Her okurun bir okuma biçimi, seçimi, sevdiği, sevmediği türler var. İyi roman, iyi şiir, kötü öykü… Kime göre, neye göre?
Bir de okuma alışkanlığı edinememiş, ya da alışkanlık edinmesi engellenmiş talihsizler var. (Bu ayrı bir yazı konusu.)
Okumayı (edebiyat) sevmediğini, hatta denediklerini ancak işkence gibi geldiğini söyleyen insanlar var. Hatta bir çoğu da eğitimlidir.
İste istemez şöyle düşünüyorsunuz. Koca koca kitapları bitirip, diploma aldıysa, gözleri, kulakları, elleri sağlamsa niye okumak işkence olsun?
Sayamayacağımız kadar nedeni olabilir. Örneğin dili ağır, kurgusu karmaşık, hikâyesi kopukluklarla dolu romanlar, okuma alışkanlığını özellikle çocuklarda oluşmadan körelttiği kanaatindeyim.
Bu durumda çocuklara eğitim sistemi içinde tavsiye edilecek kitapların çok dikkatli seçilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Roman
Geçen hafta Sunay Demircan’ın Eksi Sıfır isimli romanını okudum. Bitirdiğimde aklıma yukarıda yazdıklarım geldi.
Eksi Sıfır bir mahalle tasviriyle başlıyor. Hani akrabanın önüne geçmiş komşuların sıcak ilişkilerini hissettiğiniz paragraflar sizi alıp bir eski evin önündeki avluya götürür ya, öyle bir şey.
Bu güzel mahalledeki beklenmeyen cinayetle açılan kurgu da sonuna kadar çengeli okuyucunun yakasından çıkarmıyor.
Naif insanların, boylarından büyük sırlarını taşıma biçimleri dimağınıza yeni sorular bırakıyor ki, bazı cevaplar o sorudan önce zaten yüreğinizde bekliyor.
İşte bunun için Eksi Sıfır bana roman okumasını sevmeyenleri anımsattı. Edebiyatla tanışmak, roman okumanın keyifli tadını hissetmek istiyorsanız Eksi Sıfır’ı okumalısınız.
En azından sizi asla yormayacağını garanti ediyorum.
Arşivden
Bu hafta eski dergi arşivinden şansınıza Milliyet Sanat’ın 431.nci sayısı çıktı. (1 Mayıs 1998)
Kapakta Abidin Dino’nun Deseni ve iki başlık var:
Mayıs’ 68 2000’e Doğru Dünya Sanatı Sayfaları karıştırıp ilginizi çekecek önemli bir şey bulmaya çalıştım ama nafile. Mayıs 68 sloganları diye bir sütun var.
“Devrim seni seviyorum.”
“Beni kurtarma, bunu ben kendim başaracağım.”
Ve devam ediyor.
Bu hafta talihinize küsün.
Britanya Şairler Antolojisi
Bu haftanın mısraları Nurcan Şen’den
Seni de yudular
Kefen sarıp, tabuta koydular
Güzel kokular sürüp,
“Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sordular.
Haftanın tweeti
Bavul dergisinden:
Bir oyun var. Bir tür saklambaç oyunu. Kendinden saklanarak oynanıyor.
Ali ve Michele’nin intiharı üzerine
Aytek Soner Alpan Haber Sol Gazetesinde, çocuk işçi Ali Yıldız’ın intiharı ile İtalya’da intihar eden grafiker Michele Valentini’nin intiharını karşılaştırmış.
31 Ocak’ta İtalya’nın Udine kentinde intihar eden 30 yaşındaki Michele’nin unutulmaz mektubu onlarca şiire, romana, öyküye bedel. Biliyorum keyfiniz kaçacak hatta biraz suçluluk da duyabilirsiniz ama hiç olmazsa okuyarak bu iki masum insanın önünde saygıyla eğilmiş olalım.
“30 yıl boyunca (kötü bir hayat) yaşadım. Bazıları bunu çok az bulabilir. Bu kişiler tahammülün sınırlarını belirleyemezler zira tahammül, nesnel değil, özneldir.
İyi bir insan olmaya çalıştım. Çok hata yaptım. Çok denemelerde bulundum ve hayatıma bir anlam kazandırmaya çalıştım. Elimde olanlarla zorlukları sanata dönüştürmeye gayret ettim.
Ancak sorular asla bitmek bilmiyor ve ben yoruldum, sıkıldım. Her teşebbüsümün sonuçsuz kalacağını anlamış olmaktan sıkıldım. Grafiker olarak çalışmak için ne işe yaradığı belirsiz iş görüşmelerine girip çıkmaktan sıkıldım. Açık ki bana ihtiyacı olmayan karşı cinsten insanlara duygularımı ve arzularımı ifade etmekten bıktım. Kıskanmaktan sıkıldım. Bir kişinin kazandığında neler hissettiğini anlamaya çalışmaktan, ne olduğunu anlayamazken varlığımı gerekçelendirmeye çalışmaktan yoruldum. Kendi beklentilerimi karşılayamazken başkalarının beklentilerini karşılamak zorunda olmaktan yoruldum. Zorluklar karşısında gülümsemekten sıkıldım. Umursuyormuş numarası yapmaktan, boş hayal ve illüzyonları beslemekten, benimle dalga geçilmesinden, beni kıyıya köşeye itmelerinden ve hassasiyetin büyük bir meziyet olduğunu duymaktan sıkıldım.
Hepsi yalan…
Böyle bir gerçeklikten hiçbir şey bekleyemezsiniz. İş bekleyemezsiniz, sizi sevmelerini bekleyemezsiniz, takdir edilmeyi bekleyemezsiniz, güvenliğinizin sağlanmasını bekleyemezsiniz. Kararlı, istikrarlı bir çevre bekleyemezsiniz….
İçinde yer almak istediğim dünya kuşkusuz böyle bir yer değil. Kimse beni bunun bir parçası olmaya zorlayamaz. Bu, pek çok sorunun olduğu ama kimliğinizin, güvenliğinizin, referans noktalarınızın ve hiçbir umudun bulunmadığı bir kabus.
Bu koşullar böyle devam edecek ve ben, ne bunları değiştirmeye muktedirim ne de bunu yapacak araçlara sahibim. (…) Sadece hayatta kalmak için, zaten benim olması gereken bir yere sahip olmak için mücadele etmekle, olabilecek en asgariye razı olmakla, en kötüden en iyiyi yaratmaya çalışmakla yaşamımı geçiremem. (…)
Bu dünyaya özgür bir insan olarak geldim ve özgür bir birey olarak bu dünyadan ayrılıyorum. En ufak bir sevgi beslemiyorum bu dünyaya karşı. İkiyüzlülük canıma yetti. (…)
Biliyorum ki bu size çılgınca görünüyor ancak öyle değil. Sadece can sıkıcı. İstek ve arzu benden geçti. Ne burada ve ne şimdi yaşamak istiyorum. Varlığımı ortaya koyamıyorum, dolayısıyla geriye yokluğumu ortaya koymak kalıyor. Mutlak hiçlik, kaderinizi gerçekleştirirken mutlu olamadığınız bir varoluştan her daim daha iyidir.
Anne ve baba, eğer yapabilirseniz, beni bağışlayın, ama şimdi eve dönüyorum. İyiyim.
İçimde bir karmaşa yok. Aksine bir düzen var. Bu kuşak bir hırsızlığın intikamını alacak. Ondan mutluluğunu çaldılar. Tüm arkadaşlarımdan özür diliyorum. Benden nefret etmeyin. Birlikte geçirdiğimiz güzel zamanlar için teşekkür ediyorum. Hepiniz benden daha iyisiniz. Bu benim köklerime bir hakaret değil, ama büyük bir ihanet, biliyorum.
NOT: Bizden bahsederken bize dallama diyen Bakan Paulette’yi de tebrik ediyorum.
Direnebileceğim kadar direndim.”
Sanatın ışığı hep üzerinizde olsun.
Kaynak: Avrupa Gazetesi