Dolar 34,4910
Euro 36,3975
Altın 2.965,97
BİST 9.261,52
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 19 °C
Çok Bulutlu

NOEL VE SİHİRLİ GECE | Bedros Dağlıyan

31.12.2019
1.310
A+
A-
NOEL VE SİHİRLİ GECE | Bedros Dağlıyan

Kaç gündür her taraf beyaz… Işık yok. Renkler beyaza kesmiş sadece… Ağaçlar, dallar, evlerin çatıları, yerler hatta hayvanların üzeri bile bembeyaz… Uzaktaki çatıların karla kaplı bacalarından gri bir duman döne döne yükseliyor sadece… Uzun zamandır karlarla kaplı Sivas’ta yalnızız… Öyle soğuk ki, esen fırtınanın uğuldayan sesi, eski dış kapının altından fısıltıyla giriyor. Oysa kapının altı kum torbasıyla kaplı güya…

Buzlanmış cama ağzımla hohlayarak dışarıyı görmek istiyorum ya, nafile… Buz geçit vermeyeceğine yemin vermiş sanki… Minnacık bir deliğe gözümü uydurdum; bahçe çitinde üşüyen serçeleri, karda yuvarlanan karabaşları izliyorum. Okuyacağım kitap da kalmamış; sıkıntıdan geberiyorum.

Babam tam üç aydır yok. Buna iş durumundan raporlu diyor annem… Babamın uzakta oluşunu, beyaz yalnızlığımızı bize hissettirmemeye çalışıyor güya… Ben ve kardeşlerim onun anlattığı o çok sevdiğimiz hikâyelere bile kanmıyoruz artık… Annem çaresizce gözlerimize bakıyor sadece…

Dışarıyı buzdan seçemiyorum, ama sabah ayazında şehrin hemen girişindeki kavakların arasına gelip yerleşen mandaların böğürtüsünü ve kağnıların gıcırdayan sesini alıyorum uzaktan… O koca siyah kıllı mandalar her sabah evimizin karşısına gelir ve köylüler ellerindeki yoğurt ve süt bakraçlarıyla Sivas’ın beyazına karışırlardı. O kağnılara binip dakikalarca yol giderdik; oysa ardımıza baktığımızda bir arpa boyu olurdu gittiğimiz yol…

Yılbaşı yaklaşıyor, ama bu yıl Noel baba bize uğramayacak gibi diyorum kardeşlerime; ağlamaklı bakıyor her ikisi de yüzüme… Bense hediyeden çok babamın bana getireceği yeni kitapların derdindeyim. Babamın yolunu gözlüyoruz ailecek. Annem her gün bu gün gelecek diyor ya; gelen giden yok işte! Arada kapı çalınıyor; hep birlikte koşuyoruz. Hayır, küçük kardeşim sadece emekliyor sapsarı saçları uçuşuyor hızından… Ya postacı oluyor, ya da komşulardan biri… Yılbaşı kartlarındaki karla kaplı kulübelere, çitlere ve uzayıp giden simle kaplı yollara neşeyle bakıyorum.

“Kartta hep aynı cümleler… “Sizin ve ailenizin yeni yılını ve Surp Zununt’unu candan kutlarız selamlar.” Yeni yılımızı ve akabinde 6 Ocak günü başlayan doğuş bayramını yani Noel’imizi kutlayan tebrik kartları…

Öyle ya Katolik cemaati 24 Aralık günü gecesi kutlarken Noel’i, biz tüm Hristiyan âleminin tersine 6 Ocak günü kutluyorduk. Neden diye anneme sordum o da anlattı:

“Hristiyanlığın kültürel devriminin en büyük hedeflerinden biri, putperestlik geleneklerinin ve izlerinin yok edilmesi, bu mümkün değilse dönüştürülmesi ve Hıristiyanlaştırılması işiydi. İmparator Aurelian’ın 274 yılında başlattığı yenilmez Güneş’in Doğum Bayramı (natalis solis invicti) 25 Aralık’ta Roma şehrinde etkin bir şekilde kutlanıyordu. Şenlikler Hristiyanlara da cazip geldiğinden, kilise onların katılımını engellemek yerine 6 Ocakta kutlanan Teofani Bayramı’nı ikiye bölerek, İsa’nın doğumunu 25 Aralık’a taşıdı. İsa’nın vaftizi ve üç yıldız bilimcinin ziyareti yine 6 Ocak’ta kutlanmaya devam etti. . Böylece 336 yılından itibaren Hristiyanlar başkent Roma’dan yayılan yeni bir gelenekle 6 Ocak yerine 25 Aralık’ı bayram günü kabul ettiler. Bu yüzden Roma İmparatorluğunun etkin olduğu alanlardaki kilise toplulukları ancak 6. yüzyıla kadar bu takvim dönüşümünü tamamladılar. Bütün dünya kiliseleri içinde sadece Ermeni Ortodoks Kilisesi Roma’nın etkisi altında bulunmadığından, en eski geleneği korumaya devam etti.”

Yılbaşı günü yaklaşırken, tek tesellim babamın o güne değin bizi hiçbir yılbaşı gecesinde yalnız bırakmamasıydı. Annem de endişelenmeye başlamış olmalı ki, gizli gizli ağlarken buluyordum onu… Evimizde telefon vardı, ama babamdan hiç ses seda yoktu. En son Aşkale’de olduğunu biliyorduk sadece… Bir de karın bütün yolları kapattığını… O da gelmek için yollar arıyordu mutlaka diyordu annem…

Ertesi gün 31 Aralık günüydü; ya gelmezse, gelemezse babam! Bu günde gelmedi diye sızlanıyorum. Uzaktan eve doğru gelen karla kaplı patikaya bakıyorum. Bakarken içim geçiyor. Bakkala, okula bile karların içinde büyüklerin açtığı boyumuzdan yüksek geçitten zorlukla gidiyorum artık… Neyse ki hemen yanı başımızda ekmek fırını var. Sıcacık ekmeğin kokusu hepimizin iştahını açıyor.

İşte bu gece 31 Aralık. Yılın son gecesi de geldi. Babam yok! Artık gelemez diye düşünüp üzülüyorum. Her yılbaşı annemin içini doldurup kuzinede pişirdiği tavuğu ve iç pilavını yer sonra da hazırlanan kuru yemiş ve meyve masasına geçerdik. Babam bir ritüel gibi her yılbaşı portakal adam yapardı. Büyükçe bir portakal alır başını tırtıklı keserek saç yapar. Adamı, gözler ve gülen bir ağızla tamamlardı. En sonunda da adamın ağız kısmına bir sigara yerleştirir yakardı. Nasıl sevinir, nasıl da kahkahalar atardık. Babam içtiği şarapla birlikte neşelenir neşesini bize de geçirirdi. Tahta sandalyemizin kontrplak altlığını darbuka gibi çalarak annemle birlikte Diyarbakır ezgilerini seslendirirdi. Hep birlikte eşlik ederdik…

Bu yıl portakal adamımız da yoktu işte. Akşam karanlığı çöktüğünde kar ayın parlayan ışığı altında bir elmas gibi parıldıyordu. Işıkları açmamıştık. Sokağın beyaz ışığı küçük odamızı ışık cennetine çevirmişti. Gök apaydınlıktı… Annem beni ve üç iki kardeşimi yanı başına almış halıyla kaplı sedirden karla kaplı yola bakınıyorduk. Kimsenin aklına yemek gelmemişti. Oysa annem her zamanki gibi iç pilavlı tavuğu pişirmiş. Bereket getirmesi için aşureyi pişirip, kıpkırmızı nar tanelerini sepilemiş; üzerine de tarçınla haç yapmıştı. Her şey hazırdı, ama babam yine yoktu.

Aniden kar yağmaya başlayınca annem üzerimizi sıkıca giydirip bizi dışarı çıkardı. Yumuşak bir hava vardı. Kar tanecikleri üzerimize döne döne iniyordu. Aniden bir el beni sıkıca kavrayıp kucakladı; diğer bir el de kardeşimi… Babamın o tütün kokan nefesini boynumda hissettim. Başında kara bir papak vardı. Yüzü sakaldan simsiyah hatta kapkaraydı. Gülen gözleri ışıl ışıldı. Hep beraber karlarda yuvarlandık. Sevinç ve hasretle hepimize tek tek sarıldı babam…

Tanrı dualarımı duymuştu. Bebek İsa, o kutsal çocuk duymuştu… İçeri girdik. Odamız sımsıcaktı. Dışarıda neşeli bir kar şarkısı duyuluyordu. Annem masayı hazırlarken babam banyodan yıkanmış, tıraş olmuş ve tertemiz giyinmiş halde çıktı. Hep birlikte neşeyle yemeğimizi yedik. Şarabımızı yine hep birlikte yudumladık. Meyveler ve kuruyemiş masasını annem hazırlarken babam da portakal adamının son rötuşlarını yapıyordu.

Saat on ikiyi vurduğunda biz Noel babanın getirdiği hediyeleri açma telaşındaydık… Bavulun bir köşesinde babamın bana aldığı kitaplar göz kırpıyordu. Noel sihirliydi ve biz çocuklar bu sihre inanıyorduk…

Bedros Dağlıyan
Kimim ben? Sahici miyim? Bu soruları hayli sık, sorar oldum kendime. Ağlıyorum, üzülüyorum, sinirlenip celalleniyorum; Yemek yiyip, aileme bakınca sevgiyle doluyorum. Memleket aşkı, toprak sevdası, beni insan yapan özelliklerin sadece bazıları değil mi?Peki, sadece bunlar beni birey yapabilir mi? Yurttaş olma bilinci yoksa ne kadar insanız. O büyük çoğunluk, o ezilen ancak ezildiğinin farkında olmayan zümre ne kadar insan! O büyük ozan Nazım’ın bahsettiği büyük insanlık, insan olduğunun ne denli ayırtında… Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçse, bu kör bakışı neyle, nasıl adlandıracağız.Sıkıcı hatta sıkıntılı zamanlardan sürüklenerek geçiyoruz. Karanlıktan ya da mezarlık kenarından geçen çocuğun ıslık çalmasına benzer bir dürtüyle kitaplara sarılıyorum. Onlardan medet umuyorum. Üstelik her kitabı farklı zamanlarda yeniden okurken sanki başka bir kitap haline dönüşüyor. Anlamlar, anlak sürekli bir değişim gösteriyor. Kim olduğumu, nerede olduğumu bu okumalara ve  çeşitli zamanlarda kendi kendime ya da diğerlerine sorduğum sorulara borçluyum.Peki, sorgulamayan, sormayan insan bu anlamsız hayatın neresinde… Âdem ve Havva masumiyetlerini yitirir yitirmez deriyle kaplanmaları gibi okuyan, sorgulayan insan da kim olduğunun bilincine böylelikle sahip olmaz mı? O kelimeler, cümleler, görme biçimleri insana deneyimle birlikte bilinç kazandırır. Eskiden kitapların olmadığı devirlerde insanlar sözlü kaynaklar sayesinde kim olduklarını kavrayabilir ve adlandırabilirlerdi mutlaka…Okuduğumuz kitaplar, bir kayayı, toprağı, ağaçları; insanların mutsuz ya da neşeli anlarını, sevdiklerimizin yanımızda olmasını, bir kuşun neşeyle ya da acıyla ötmesini bizim için adlandırabilir. Kendi yaşadıklarımıza cevaplar hatta kusursuz cevapları da belki de yine kitaplardan bulabiliriz.Bütün gerçek okumalar bizim masumiyetlerimizi yitirmemize neden olur; böylelikle zulmü, adaletsizliği, hırsızlığı, sahtekârları, sahte din tüccarlarını adlandırabiliriz. Gerçek daima, bizim uzanabileceğimizden biraz ötededir. Bu ihtiyacı, her hissettiğimde, kitaplar hep elimin yetişebileceği yerdeydi. Yazmak çok sonraları, benim de katkı verebileceğimi hissettiğim zamanlarda geldi.Şu tarihe kadar gerçeklerin peşine düşen ve ortaya çıkarmak için çırpınan ne çok aydın, ne çok gazeteci ya da bilim insanı katledildi. Bir çırpıda saymak dahi mümkün değil. Belki de bunca aydının içinde en eskisi Sokrates’tir. Milattan önce 399 yılında üç Atinalı yurttaş Sokrates’e karşı topluma karşı tehdit oluşturduğu savıyla kamu davası açmıştı. Jürinin çoğunluğu onu suçlu bulmuş ve mahkeme tarafından ölüme mahkûm etmişti. Bir süre sonra Platon Sokrates’in savunmasının bir nüshasını yazdı.Dinsizlik fikri, onu suçlayanların karakterleri, insanları yoldan çıkarma ve Atina’nın demokratik kimliğine hakaret suçlamaları… Nasıl bir yerlerden anımsayabiliyor musunuz? Yakın ya da tanıdık geliyor mu size de…Sokrates konuşmasının bir bölümünde şöyle der: “Siyaset dünyasında hakikati söylemeye istekli birisinin karşı karşıya kaldığı risklerden dolayı canını kurtarması mümkün değildir.”  Zaten Sokrates ’de mahkemede bu riskin farkında olduğundan bahisle tüm bunlara karşı çıktığım için canımla ödeyeceğimin bilincindeyim, der.Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin katledilmesinden sonra 24 Nisan 1915’ de katledilen Ermeni Gazeteci, şair ve aydınlardan sonra bu topraklarda birçok aydın ve gazeteci fikirlerinden ve özgürlük yanlısı tutumlarından ötürü katledildi.  Bu ilk tarikten sonra geçen 102 yıl içinde 95 gazeteci, yazar ve aydın katledildi.90’lı yıllar sürecinde birçok Kürt gazeteci ve aydın da bundan nasibini aldı. Çeşitli zaman kesitlerinde başta Sabahattin Âli, Turan Dursun, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Musa Anter, Metin Göktepe ve daha birçoğu fikirlerinden ötürü katledildiler. Hrant Dink bunların sonuncusuydu. Kral çıplak! Diye bağıran çocukların ve gençlerin bile bu hesaba dâhil olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Don Quijot,İlya’da Gılgamış Destanı ilk okuduğum kitaplardandı. Şimdinin kaç çocuğu, genci bunları okur ya da okumuştur bilemem. Gılgamış’la Enkidu’nun önce çatışması sonra da kardeş gibi el ele tutuşarak, yan yana yürüyen gerçek birer dost olması ne güzel bir hikâyedir. Bu iki dost, şehir devleti tehdit eden her tehlikeye birlikte göğüs gererler. Birlikte alt ederler şeytansı Humbaba’yı; ardından da İştar’ın babası Tanrı Anu’nun gönderdiği Göklerin Boğasını… Tanrılar şimdi de olduğu gibi o vakitte haksız bir kararla Enkidu’nun ölmesi gerektiği kararını verirler… Uzun uzadıya sürer bu öykü… Bu destanın bize dair bir öğretisi varsa o da ötekinin varoluşumuzu nasıl mümkün kıldığıdır. Ya şimdi…Her şehrin ya da her halkın buna benzer ne çok destanı vardır. Kürt halkının da Demirci Kawa söylencesi köleliğe karşı bir başkaldırının destanı değil midir?. Yine Yunan edebiyatında Truva Savaşı’nı anlatan İlyada, Hintlilerin yine büyük bir savaşı betimleyen Mahabharata destanı… Ermenilerin de kendilerine ait, kimi zaman farklı adlarla da anılan, Sasun’un Gözü kara Savaşçıları (Ermenice ‘Sasountsi Tavit’   destanı vardır. Sasun’un Gözü kara Savaşçıları destanı, bir ailenin dört kuşağının anlatıldığı dört bölümden oluşan uzun bir şiirdir. David üçüncü kuşaktandır. Sanasar ve Baghdasar birinci kuşak, bir sonraki “Aslan Mehr” olarak da anılan Büyük Mher (Medz Mher), dördüncü kuşak ise Küçük Mher’dir (Pokr Mher). Dünyanın çeşitli yerlerindeki destanlar gibi öykü fantastik sahneler, heyecanlı maceralar içerir. Ana tema tüm destanlarda olduğu üzere kötülüğe karşı iyilik ve adalet için savaştır.Her halk kendi destanını hatta şiirini sihirli kelimeler ve harflerle yazar. Bize düşen tüm bunları hakkını vererek okumaktır. Böylelikle bilinçli bir geleceği yaratabiliriz. Kaynak: KİMİM BEN - Bedros Dağlıyan
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.