Mülteci | Gülçin Yağmur Akbulut
“ Biraz daha hızlı koşmalısın.” diyordu yedi yaşındaki kız kardeşine Affan. Dizlerinin bağı çözülmüş olsa da güçlü görünmeye çalışıyordu. Çok iyi biliyordu ki yaşamları pamuk ipliğine bağlıydı. Avuçlarının içi acı doluyken ne kadar da zordu kız kardeşinin minik ellerini tutmaya çalışmak. Ahlem, olmasa hiç düşünmeden bırakacaktı kendini patlayan bombaların gövdesine.
Attıkları her büyük adım bir öncekine göre daha da küçülüyordu. Affan, hissediyordu her geçen dakika biraz daha eksiliyordu uçurum kenarındaki bedenleri. Biraz su, birazda ekmekleri olsaydı keşke. Bir de sınıra varacak kadar çiçeklenmiş umutları.
Toprak kıpkırmızıydı, gökyüzü simsiyah. Anne ve babasının sararmış silüetleri kuru ağaç dalları arasından bir belirip bir kayboluyordu. Dünya çırılçıplaktı, yeryüzü cehennem kazanı. Dik açılı bir üçgenin en dik kenarı gibi aşılmazdı yolları.
Ahlem artık yürüyemiyordu. Önce minik elleri kaydı on bir yaşındaki abisinin avuçları arasından, sonrada çelimsiz bedeni saldı kendini kızgın toprağın bağrına. Kız kardeşini sırtına alan Affan en fazla ne kadar dayanabilirdi ki bu zayıf gövdenin ağırlığına. Gözleri kararıyor, bacakları titriyordu. Affan da Ahlem gibi henüz küçük bir çocuktu.
Karanlık iyice çökmeye başlamıştı. Dalda bir yer bulup geceyi orda geçirmeli diye düşünüyordu Affan. Ne bir kaya arkası ne de bir tek ağaç görünmüyordu etrafta. Öylece attılar tükenmiş bedenlerini toprağın koynuna. Patlama ve silah sesleri hâlâ derinden derine kulaklarını zorluyordu.
Güneş gözlerini açmıştı yolsuz yolcuların üstüne. Tekrar yürümeye başladılar “Az kaldı, Türkiye sınırına ulaştık mı kurtulduk demektir. Biraz daha dayan kardeşim!” diyen Affan yanaklarından süzülün yaşları saklamaya çalışırken biten dört hayatın sızısıyla debelenip duruyordu yalaz bir ömrün kıyısında.
Nasırlı ayaklarını yabancısı oldukları yarınların sızısı soğururken dört bir yanlarında kaktüs açan kıraç bir arazinin değirmi masalını arşınlayıp duruyorlardı.Çerçevesi kırılan bir resmin içinde buz parçası yanıyor, güneşin kolları üşüyordu. Aklından sürekli karmaşık tablolar beliriyordu. “Keşke yeniden saklambaç oynamak mümkün olsaydı. Asla ebe olmaz saklanan hep ben olurdum. Ebe olunca saklananların yerini bulmak mümkün olmuyor. Annem ve babamın saklandığı derin kuyular gibi… “
Hayalsiz yaşayabilir mi insan? Yaşayamaz elbette. Sınırı geçecek küçük kız kardeşini askerlere emanet edecekti. Derin bir uğultu çarptı yüzüne, biraz ağrılı biraz da ıslak. “Ya başaramazsam?” Usul usul dağıldı gözlerinin feri. Korkuyu da beraberinde getiriyordu tenha suskunluklar.
Ağlayarak ekmek ve su istiyordu küçük Ahlem. Terkedilmiş bir çocuk hıçkırıyordu Affan’ın yüreğinde. Biliyordu ki söylediği sözler doyurmuyordu artık Ahlem’in acıkan karnını. Kapkara bir göğün sisi kaplıyordu yürürken öksüz yalnızlıkları.
Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler.
Günlerce, gecelerce yürümenin zafer çığlıklarını atmaya başlamıştı Affan . “işte Türkiye sınırı!” Bir orman büyüklüğünde umut belirivermişti gözlerinde. Belki acıları eskimeyecek ama elbet beyazla barışacaktı kararan sabahları. Nihayet sınırı geçmişti Affan. Onlara doğru koşan askerlere yalvaran gözlerle bakıyordu. Büyük annesi Türk’tü . Az da olsa biliyordu Türkçeyi.” Su verin, n’olur su. Bize yardım edin!” diye bağırmaya başladı. Keskin bir silah sesi patladı. Bir an için afallamıştı. Askerlerin eline baktı. Hayır onlar sıkmıyordu silahı. Hemen arkasına döndü. Ahlem alnından sızan kanlarla abisine doğru yürümeye çalışıyordu. Abisine doğru attığı adım Ahlem’in attığı son adım olmuştu. Balta yemiş bir ardıç gibi yere yığılmıştı küçük mülteci. Birbiri içinde kaybolan dört büyük boşluğun kış ayazı, bütün hışmıyla soğuk bir yasın magmasını Affan’ın iliklerine doğru savuruyordu.
…
Şehir Defteri 2021 Sayı 6
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
İnsanlık kıyımı şavaşların acı yanı… Kadınlar, çocuklar. Emeğinize sağlık