Külahlı Dondurma | Gülçin Yağmur Akbulut
Yanaklarıma kondurduğu bir öpücükle yine beni kandırmayı başarmıştı küçük gelinciğim. Sağımızı solumuzu iyice gözetledikten sonra gizlice çıkıverdik evin kapısından. Her defasında yakalanıp fırçayı yesem de kıramamıştım badem gözlümü.
Maazallah, bu defa yakalanmasak bari annesine. “Ah baba, İsra senin yüzünden hasta olacak. Bu kızı sen şımartıp tepemize çıkarıyorsun.” sözlerini şimdiden duyar gibi oluyorum. İyi de nasıl yok diyebilirim ki kalbimin tek şenliğine. Son yıllarımın güneşli suflesi, gençliğimden esen lirik mevsimlerin sesiydi küçük İsra’m. Dede torun hesapsızca dondurmacının yolunu tuttuk.
Kuşların uçtuğu yöne doğru yarıştırırdık uçurtmalarımızı. Hasan amcanın bağırtısını duyar duymaz soluğu evin bahçe kapısında alırdık. Her ne kadar azar işitsek de anamızın ekmek parasından tırtıkladığı üç beş kuruşu kapar kapmaz doğru Dondurmacı Hasan amcanın arabasına koşardık.
Nasıl bir lezzet, nasıl bir haz alırdık dondurmaları yerken. Öyle şimdiki gibi envayı çeşitte değildi dondurmalarımız: Sade, kakao. Hele bir de limon ve vişne varsa değmeyin keyfimize. Ahududulusu, orman meyvelisi, fıstıklısı… Bin bir çeşit olsa da şimdiki dondurmalar, Hasan amcanın dondurmalarının yerini doldurmuyor bir türlü. Yeşil renkli tahta arabası mıydı, yoksa yüzünden akan ılık nehirlerin sıcaklığı mıydı dondurmaları lezzetli kılan bilmiyorum.
Ah çocukluğum! Ah tahtadan binek atım! Çemberim, topacım. Öyle uzaktan kumandalı arabalarımız, ağlayan bebeklerimiz yoktu. İçine sevgi düşen arkadaşlıklarımız vardı. Belki bilgisayardaki üç boyutlu savaş oyunları yoktu. Lakin sevinçleri göğü kaplayan saklambacımız, yakan topumuz vardı. Pencere arkasından izlemek zorunda değildik uçan kuşları. Mavinin sayısız tonlarını taşırdı umutlarımız.
Çocuk cıvıltıları kaplamıyor artık sokakları. Dört duvar arasında sıkışmış kızancıklar asık suratlı. Fay hattı çatladı. Saçıldı şatır şakrak dünün kahkahaları. Nerede o gaz lambası altındaki doyulmaz sohbetlerimiz. Evlatlar anne babalarının şefkat ve ilgilerine yitik ve masalımsı. Ellerde cep telefonu her biri ayrı bir köşede dağılmış boncuk taneler gibi aile bireyleri.
Kalplerin kapıları mühürlendi. Çiçekli bahçelere açılmıyor. Yaşamlar sinik ve kaygılı. Kızmıyorum parkların eksik çığlıklarına. İnsanlık üç yaşındaki çocuğa tecavüz edecek kadar adi ve bayağı. Gökteki güneş bile karanlık ve yağmurlu. Soruyorum kendime kötülükleri görünce. Bir ben mi kaldım eskimeyen vakitlerden.
Yalnızlığımız heybetli dağlara çarpsa un ufak olur yalçın sıra dağlar. Kutsuz cümlelerle flört ediyor simalar. Geçmişin cesedi gömülüyor tarihe. İçimiz yanlış tebessümlerle doluyor. Gök gürültülü doğuyor sabahlar. Azgın okyanuslar yutuyor bilumum ümitleri.
Komşu komşunun kardeş kardeşin yabancısı… Günlük aktivitelere programlı birer robotuz her birimiz. Gülmek kadar ağlamayı da unuttu insanoğlu. Yan apartmanda ölü mü var? Aç mı az ötemizdekiler, farkında bile değiliz. Sevincimiz de birdi oysa kederimiz, tasamız da. Gül kırıklarını beraber tamir eder, yıldızı semaya beraber bakardık.
İsra’mın sevinç çığlıkları dondurmacıya geldiğimizin işaretiydi. Rengârenk, iki çubuklu dondurmayı alıp dede torun dönüş yoluna koyulduk. Üstü çikolata ve fıstık kaplamalı. Tadı buruk ve kekremsi… Var mı ki Hasan amcanın külahlı limonlu dondurması gibi.
…
Gülçin Yağmur AKBULUT
Şehir Defteri Edebiyat Dergisi 2021 sayı 7
…