ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Köy Enstitüleri Etkinliğinden Geleceğe Bakış | Müslüm Kabadayı

29.04.2022
501
A+
A-
Köy Enstitüleri Etkinliğinden Geleceğe Bakış | Müslüm Kabadayı

           17 Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitülerinin 82. yılında değişik yerlerde anmalar, toplantılar, söyleşiler, paneller ve sergiler düzenlendi.

   Ankara’daki Zafer Çarşısı’nda Eğitim Sen tarafından düzenlenen resim heykel sergisiyle söyleşiye katıldıktan sonra 17 Nisan Pazar günü de Düziçi’nde düzenlenen etkinlikte buluşmak üzere önce Adana’ya gittim. Adana Karahan Kitabevi’nde “Doğa-Emek-Edebiyat-Siyaset İlişkisi” üzerine 16 Nisan’da söyleştik. Bu söyleşiye Düziçi Öğretmen Okulu’ndan mezun Servet Yıldırım, Mehmet Demirel Babacanoğlu ve Ali Ozanemre de gelmişlerdi. Dolayısıyla sunumuma, Düziçi Köy Enstitüsü mezunu şair Ali Yüce’nin “Coğrafya” şiirini okuyarak başladım. Bu şiirdeki güldüşün dilinin ve çocukların, öğrencilerin zekasını keskinleştirip algısını zenginleştiren anlatımının ne kadar etkili olduğunu katılımcılar da doğruladılar. Okullarda Hayat Bilgisi ve Coğrafya derslerinde mutlaka okutulması gereken bir şiir olduğunu vurgulamak isterim.

Ertesi gün Düziçi’ne Adana’dan gitmek için saat 08.00 sularında Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’nun önünde Ali Ozanemre Ağabey’le olduk.  Geçen hafta içinde kendisiyle yaptığımız telefon görüşmesi sonucunda Düziçi’ne YKKED Adana Şubesi’yle birlikte gitme kararı almıştık. Bunun üzerine dernek yönetimiyle görüşmüş, araç için adımızı yazdırmıştı. Her yıl Düziçi Köy Enstitüsü etkinliği, Hatay’dan, Antep’ten, Adana’dan, Mersin ve Osmaniye’den gelenlerin Yarbaşı’nda buluşmasıyla başladığından ve bu yılki programa göre de buluşma saati 08.30-09.00 arası olarak belirlendiğinden, oraya gelen ilk araç Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nindi ve sorumlu arkadaş Murat Uçar yer olduğunu söylediğinde buluşmaya yetişiriz düşüncesiyle bu araca bindik ve YKKED yönetiminden Andaç Çuhadaroğlu’nu durumdan haberdar ettik.

    Biz Osmaniye’ye yaklaştığımızda saat 09.00’u geçiyordu. O sırada şair Bekir Dağsever dostumuz aradı telefonla. “Müslüm abi, neredesiniz?” dedi. Osmaniye’ye yaklaştığımızı söyledim. “Yarbaşı’nda Hatay, Antep, Osmaniye’den gelenler buluştu. Birazdan Düziçi’ne hareket edilecek.” dediğinde, “Yarım saat bekleyemezler mi? Hep birlikte gideriz.” önerimi ilettim. Ancak, Bekir kardeşimizin etkili olamayacağını da düşünmedim değil, öyle de oldu. Bu sırada Ali Ağabey’e Yarbaşı’nda buluşanların çektikleri halay görüntüsü whatsapptan gönderilmişti. Bilişim teknolojisinin ürününden onu izledik. Halay başı olan kişi kendilerinin dönemindenmiş, çok güzel halay çekiyor ve oynuyordu. O halaya katılmak için Adana’da ÇYDD aracına bindik ama hevesimiz kursağımızda kaldı. Ne yazık ki, ülkemizde düzenli ve planlı yaşam disiplini kazanılamadığı için böyle vakalarla sık karşılaşıyoruz.

Araç, Yarbaşı’ndan geçerken, iki yıl önce yazdığım “Köy Enstitüsüne Giden Hasancık” adlı öykü geldi aklıma. Öykünün başkişisi Ömer, köyünden getirdiği Hasancık’ı burada trenden indirmişti. Ben hiç İskenderun’a Yarbaşı’ndan trenle gitmedim, tersinden de gelmedim ama bizden önceki kuşak, otobüs o zamanlar az olduğundan trenle yolculuk yaparmış. Şimdilerde buradan otoban geçiyor ve Amanos Dağı’nın içinden tünelle Kömürler’e kısa sürede gidiliyor. İlk kez 1971’de, Kanlıgeçit’ten itibaren Gavurdağı’nı kıvrım kıvrım dolanarak düzlüğe inen karayolundan yüreğim ağzımda gitmiştim Maraş’a yatılı okuyabilmek için. Yanımda babam olmasaydı, korkardım belki de…

          Yarbaşı’ndan sonra eski adıyla Hacılar, hatta Yeniköy denilen, şimdilerde Düziçi adıyla ilçe olan yere doğru ilerlerken, ovaya doğru giden yol ağzında “Ellek” yazan bir tabelayla karşılaştık. Öğrenciliğimizde haklarında fıkralar anlatılan, espriler yapılan bu köyle ilgili Ali Ağabey, “Elleklilerle ilgili bizim insanımız çok şey uydurmuş. Halbuki çalışkan, üretken insanlardır Ellekliler.” deyince, Yayladağı yöresinde tembel, uyuşuk insanlar için “allek” dendiği, hatta “Alleklik yapma!” diye uyarı sözünün kullanıldığı aklıma geldi. Düziçi’ne girdiğimizde çarşının içinden değil de aşağıdan okulun alt cümle kapısına gitmeyi söyledi kaptana Ali Ağabey. Evet, Hacılar ya da Yeniköy bizim zamanımıza göre büyümüş ama doku pek değişmemiş. Öğrenciliğimizde bazen sel gürültüsünü duyduğumuz Deliçay’ın üzerinden geçerken, çevresinin bina, park ve işyerleriyle dolduğunu fark ettim. Deliçay’ın akıp geldiği Dumanlıdağ’ı izledim cümle kapısına gelene kadar. Düldüldağı bütün görkemiyle Sabunçayı’nın akıp geldiği yarıktan yükseliyordu. İleride Eğridüldül görünüyordu. Onun eteklerinde de Berke köyü olduğunu ve oraya Berke Barajı’nın yapıldığını dile getirdi Ali Ağabey, hatta Maraş tarafında da Sır Barajı bulunduğunu belirtti. Ceyhan Nehri üzerine kurulu Aslantaş Barajı’nı da düşündüğümüzde sanıyorum dört beş baraj var bu nehir üzerinde. Sonrası Çukurova olduğundan sulama amacıyla kullanıldığı biliniyor. Çukurova’nın bereketli topraklarını sulayan bun nehri, ilk kez 1965 yılında beş yaşındayken görmüştüm. Misis’te pamuk toplamaya gelen ailemleydim. Burada küçük kardeşim Musa hastalanmıştı. Bazen çadırların olduğu yerde ona bakardım. Çoğu kere de ailemle birlikte pamuk toplardım, ne kadar becerebilirsem tabi. Burada elci ve ağayla yaşanan kaybolmuş iki römork pamuk hikayesini yayımlattığımda, olayın tanıklarının çoğunun unuttuğunu fark ettim. Eskilerin hafızası bu kadar zayıf değildi tabi.

Aşağı Cümle Kapısına geldiğimizde Düziçi Fen Lisesi levhasıyla karşılaştık. Köy Enstitüsü, İlköğretmen Okulu, Öğretmen Lisesi adlarının yerinde yeller esiyordu. Bu durum; adların, kültürlerin sürekliliği, akışkanlığı bakımından da hesap verilmesi gereken yanlış bir uygulama değil mi? Yukarı (ana giriş) cümle kapısında bu okulun tarihçesiyle ilgili bir tanıtım levhası var mıdır, bilemiyorum. Çünkü oraya çıkacak, bir de Haruniye Çarşısı’nda tur atacak hiç zamanımız olmadı. En geç 15.00’te bizi götüren aracın dönüş yapacağı bilgisi üzerinden zamanı mekik dokuyarak değerlendirmek zorundaydım.

Teknik donanımı yanıma alıp grupla birlikte törenin yapılacağı alana girmek için yola koyuldum. Birçok şeyi gözeterek yol almak, yıllar içinde kazandığım bir davranış olduğundan, Çukurova Üniversitesi’nden aramıza katılan öğrencilerin de işine yarayacak, farkındalıklarını artıracak noktalarda hep devreye girdim. Dikkatimi çeken ilk öğe, bizim öğrenciliğimizde yemekhane olan binanın “Çok Amaçlı Salona” dönüştürülmesiydi. Kapalı olduğu için içerisinin nasıl düzenlendiğini görme olanağı bulamadık. Burayla ilgili birkaç noktaya değinmek isterim. Yemekhanemiz, sadece yemek-içmek işleviyle kullanılmazdı. Burada bazı eğlenceler, toplantılar da düzenlenirdi. Girişin üst bölümünden duyurular yapılır, okul radyosu yayın yapar, Kültür Edebiyat Kolu şiir vd. etkinliklerini buradan sunardı. Benim okulda bulunduğum beş yılın 1971-1974 arasında hafta sonları maç yayınları yemekhane çevresinde oturarak dinlenirdi. Şarkılara ve türkülere kulak verilirdi en çok. 1974-1975 Eğitim-Öğretim Yılı’nda okulumuza televizyon alındığını ve o zamanlar paket program yapan TRT Çukurova Televizyonu’nu izlediğimizi hatırlıyorum. Yemekhanenin alt kısmında büyük bir çukur vardı. Burayı, 1960’lı yıllarda açık hava tiyatrosu (amfi tiyatro) yapmak istemişler, nedense öyle bırakmışlardı. Şimdilerde buraya Fen Lisesi binasını yerleştirmişler.

Grubumuz, tören alanına hızla ilerliyordu. Arkadaşların dikkatini çekerek “İrfan Çeşmesi”nin önünden fotoğraf çekinmeyi önerdim. Diğer arkadaşlar da uygun görünce burada toplu fotoğraf çekinirken Ali Ozanemre ve Mehmet Akça ağabeyler, bu çeşmeye dair duygu ve düşüncelerinden söz ettiler. Susuzluğumuzu giderdiğimiz çeşme olmanın yanında, derslik ve yatakhanelerimize giden kavşakta bulunması nedeniyle çeşme başı sohbetlerinin yapıldığı bir noktaydı burası. Özellikle Şaban Taşçı öğretmenimizle lise kısmındaki öğrencilerin felsefi, sanatsal sohbetleri çok yararlıydı bizim zamanımızda. Adıyla uyumlu bir “kültür çeşmesi”ydi özcesi. Böyle olduğunun bir göstergesi olarak, 1941 Şenköy-Antakya doğumlu ve Düziçi Köy Enstitüsü’nün son döneminde okula öğrenci olarak girip Öğretmen Okulu döneminde mezun olan Abdullatif Yücel’in anılarından söz etmek isterim. Onun anlatımına göre “İrfan Çeşmesi” 1955-1956 Eğitim-Öğretim Yılı’nda yapılmış olabilir. O zaman müdür Burhanettin Canatan’mış. Müdür Başyardımcısı ve Matematikçi Ömer Er’in Amerikancı olduğunu, öğrenciler arasında yapılan bir münazara da Rus edebiyatından da örnekler verilince, hemen münazarayı durdurarak dağıttığını söyledi. Aynı yöneticinin, öğrencilerle çok iyi diyalog kuran ve onların toplumsallaşmasında “İrfan Çeşmesi”nde yaptıkları sohbetlerle aktif rol oynayan Psikoloji Öğretmeni Sadettin Kazanç’ı okuldan sürdürmek için her türlü hileye başvurduğuna tanık olduklarının altını çizdi. Bu çeşmeyle ilgili Abdullatif Yücel Ağabey’in verdiği önemli bilgilerden biri de şu: Yılmaz Güney, “Ala Geyik” filminin gösterimi için Düziçi’ne geliyor. Pazar akşamı filmi okulun yemekhanesinde gösteriyorlar. Öğrenciler film üzerine Yılmaz Güney’le söyleşiyorlar. Ertesi gün yemekhanenin öğretmen bölümünde (Bizim zamanımızda da vardı.) Yılmaz Güney’in öğretmenlerle yemek yediğini görüyorlar. Onun ekibinde bulunan fotoğraf makinesiyle “İrfan Çeşmesi”nin yanına giderek fotoğraflar çekiliyorlar. O güne kadar Haruniye’de sinemanın bulunmadığını, Hacılar’da (Yeniköy) bulunan sinemanın da her zaman açık olmadığını dile getiren Abdullatif Ağabey, kendileri için Yılmaz Güney’le yaşadıkları bu anının çok önemli olduğunu, orada çekildikleri fotoğrafların basılarak kendilerine gönderildiğini ama bugün arşivinde bulunmadığını üzülerek vurguluyor.

Bu anı, Köy Enstitüleri ve Öğretmen Okulu döneminde bu okullarda sinemacılıkla ilgili bir çalışma yapılıp yapılmadığı sorusunu getirdi. Yapılmadıysa, buralarda gösterilen film, belgesel vb. üzerine ciddi bir çalışma yürütülebilir. Belgelerin derlenip değerlendirilmesi yanında buralardan mezun olanların tanıklıklarıyla sözlü tarih çalışması yapılarak bu başlatılabilir. Türkiye eğitim tarihine bu açıdan önemli bir katkı yapılır ve geleceğe ilişkin anlamlı bir ışık yakılır. Yeri gelmişken, Erzurum’da kurulan Pulur Köy Enstitüsü üzerinden bu okulların felsefesi, programı ve uygulamaları üzerine ayrıntılı çalışma (henüz yayımlanmamış) yapan Hasan Güleryüz’ün üzerinde durduğu bir noktayla ilgili düşüncemi dile getirmek istiyorum. Hasan Hoca, özetle “Köy ortamından ve köylü toplumsal kategorisinden daha gelişkin bir eğitim-kültürel devrim beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır.” görüşündedir. Dolayısıyla Köy Enstitülerinin efsaneleştirilmesinin yanlışlığına dikkat çekmektedir. Toplumsal olguları diyalektik tarihi materyalist yöntemle inceleyip değerlendirmek bakımdan bu önemli bir saptamadır. Bu okul modelinin toplumsal açıdan nereye oturtulması gerektiğiyle ilgili çok sayıda makale yazılıp tartışma da yapıldığından burada yeni bir tartışmaya girmeyeceğim ama etkinlik izlenimlerim üzerinden eleştiri ve önerilerimi dile getireceğim.

“İrfan Çeşmesi”nin üst kısmında “Dördüncü Bina”mız vardı. Burası dersliklerin olduğu yapıydı. Ne yazık ki bizden sonra bu binayı faşistler yakmışlar. O dönemde okula atanan Ali-Ayşe Ozanemre’lerin eşyaları da zarar görmüş. Bizim dönemimizde eğitim şefi olan Mehmet Göl Öğretmenimizin o dönemde yangında kaldıklarını düşündüğü öğretmen arkadaşlarını kurtarmak için nasıl kapıya dayandığının öyküsünü Ali Ozanemre Ağabey’den dinledik. Aklıma, biz 3-A sınıfındayken 1973-1974 Eğitim-Öğretim Yılı’nda Haruniye’deki faşistlerin okulumuza düzenledikleri provokasyon geldi. O dönemde öğretmenlerimiz ve bazı öğrenciler karakola çağrılmış, ifadeleri alınmış, okulda korku atmosferi yaratılmak istenmişti. Hiç unutmuyorum, Türkçe Öğretmenimiz Mehmet Yaman, “Hödük” başlıklı bir şiir kaleme almış ve derste bize okumuştu. Bu şiiri, Hasan Pulur, Milliyet Gazetesi’ndeki köşesine taşımış, böylece provokasyonun iç yüzünü Türkiye öğrenmişti. Amaç, okuldaki nitelikli ve ilerici öğretmen kadrosunu dağıtmak, böylece öğrencilerin daha çok toplumsallaşmalarının, aydınlanmalarının önüne geçmekti. Her dönem ve ortamda, bunların görevinin bu olduğunu, bugün de görmüyor muyuz?

“Üçüncü Bina”mızın önüne geldiğimizde yüreğimiz parçalandı, içimiz acıdı. Çünkü, binanın çatısı çökmüş, duvarları, kapı pencereleri tahrip edilmişti. İyi ki daha sonra katıldığımız tören sırasında, okulumuzun restore edilmeyen eski yapılarının Osmaniye Valiliği Özel İdaresi tarafından ihaleye çıkarılarak kısa sürede restore edileceğini öğrendik, içimize su serpildi. Osmaniye Valisi Dr. Erdinç Yılmaz’ın bu törene katılarak Sinema Salonu’nda yaptığı Köy Enstitülerinin eğitim felsefesini içeren içtenlikli konuşma da umut vericiydi. Onu dinleyince, Osmaniye ilimizin “şanslı” olduğunu düşündüm. Niye mi? Bunu, “İkinci Bina”mızın “Eğitim Müzesi” haline getirildiğini görüp içini gezdiğimde düşünmüştüm aslında. Daha sonra Vali Bey’i dinleyince pekişti. Yeri gelmişken hemen not düşmeliyim. 2003 yılında Osmaniye’de valilik yapan, kendisi de şair-yazar olan İsa Küçük’ün öncülüğünde “Düziçi Öğretmen Lisesi Eğitim Müzesi”nin kuruluşu gerçekleştirilir. Kimilerine önemli gelmeyebilir ama İvriz Köy Enstitüsü binalarının nasıl harabeye dönüştüğünü,  yıkıma terk edildiğini iki yıl önce gördüğümden, Düziçi’nde eğitim müzesinin kurulmasının çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Aslında 21 Köy Enstitüsünün hepsinde böyle bir müzenin kurularak, o okulun bulunduğu bölgedeki üniversitelerin Eğitim Fakültelerindeki öğretim üyeleri ve öğrenciler tarafından incelenmesi sağlanmalıdır. Ayrıca, lise öğrencilerinin ve tüm düzeylerde çalışan öğretmenlerin gezmeleri, gördükleri ve öğrendikleri üzerinden günümüz koşullarına göre nasıl bir okul modeli, eğitim programı uygulanması gerektiğine dair üretimde bulunmaları amaçlanmalıdır.

“İkinci Bina”mızın önünde düzenlenen törene, 1926 doğumlu ve ilk mezunlardan Bekir Karcı da katıldı. Orada kentteşlerim 1960’lı yıllarda buradan mezun olan yazar İhsan Kutlu ve belgeselci Halil Kaçın’la kucaklaştık. Törenin düzenlenmesine katkıda bulunan ve fotoğraf, video çeken sınıf arkadaşım İsmail Okan Güney’le 46 yıl sonra buluşup kucaklaşmanın sevincini yaşadık. Daha sonra törene katılanlar olarak, tabelasında “Düziçi Öğretmen Lisesi Eğitim Müzesi” yazan “İkinci Bina”mızın önünde toplu fotoğraf çekindik.

Müzeyi gezerken, Adana Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden burs alan Çukurova Üniversitesi’nin Sınıf Öğretmenliği, Ebelik, Spor-Beden Eğitimi vd. bölümlerinde okuyan sekiz ve Mersin Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden dört öğrenciyle diyalog halindeydik. Mersin Üniversitesi’nden gelen öğrencilere de emekli öğretmen Ayşegül Kaşur kılavuzluk ediyordu. Nitelikli toplumcu eğitimciler için, her koşulda ve ortamda üretken ve paylaşımcı davranmanın mutluluk kaynağı olduğunu orada bir kez daha gördüm.

Müzenin kimi bölümlerinde fotoğraf ve kamera çekimleri yaptık. Bu öğrencilerle birlikte çekildiğimiz fotoğraflar da oldu. En önemlisi de hayvan postlarının sergilendiği bölümü gezerken, orada sergilenen “Hasancık”ı göstererek, “Sevgili gençler, bu hayvanın öyküsünü yazmıştım. Ankara’ya gidince sizinle paylaşırım.” dedim. Gözleri ışıl ışıl olan gençlerden Selin Ataş, bana e-postasını verdi. O sırada aklıma gelen ve öğrencilerle paylaştığım bir bilgiyi not düşmek isterim. 1950’li yıllarda Düziçi Köy Enstitüsü’nde Fen Bilgisi, Biyoloji derslerine giren Ömer Kaya Gülen Öğretmen, öğrencilere verdiği ödevlerle Düziçi Köy Enstitüsü’ne gelen öğrencilerin yaşadıkları Mersin, Adana, Hatay, Antep ve Maraş illerinden getirdikleri bitki ve hayvan örneklerini de buradaki Biyoloji Laboratuarında toplar. Eğitim Müzesindeki örneklerin çoğu, Ömer Kaya Bey’in döneminden kalmadır. Kendisi, daha sonra Ankara’daki Gazi Eğitim Enstitüsü’ne atanır. Uluslararası sempozyumlarda bildiriler sunar. 1971’de de bu çalışmalarını “Biyolojik Koleksiyonlar ve Laboratuar Tekniği – 1000 Canlı 961 Şekil” adıyla Milli Eğitim Basımevi yayımlar. Bu kitabı üç yıl önce edinme olanağı buldum. Düziçi Köy Enstitüsü’nde çalıştığı dönemde asistanı gibi çalışan öğrencisi Mehmet Burgaç’ın oğlu olup İstanbul’da avukatlık yapan İlker Burgaç, kendilerinde bulunan kitabın tıpkıbasımını yaparak bana verdi. İncelediğimde çok değerli bir çalışma olduğunu fark ettiğim bu kitapla beni buluşturduğu için bir kez de buradan kendisine teşekkür ediyorum.

Ankara’ya gelir gelmez Selin’e e-postayla, diğer öğrencilerden Delal Argış ile Musa Çınar’a da whatsapptan gönderdim öyküyü, arkadaşlarıyla da paylaşmalarını istedim. Öyle yaptıklarını da öğrenince çok sevindim. “Köy Enstitüsü’ne Giden Hasancık” başlığıyla internet ortamında da yayımlandığından, merak edenlerin bulup okumalarını salık vermekle yetineyim ve bu öğrencilerden ikisinin gezi gözlemleriyle ilgili dile getirdiklerini not düşeyim.

Önce Çukurova Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği’nde okuyan Selin Ataş’ın duygu ve düşüncesine yer vereyim: “Bir öğretmen adayı olarak Köy Enstitülerini yerinde görmek, beni çok mutlu etti. O atmosferi tatmak çok iyi hissettirdi. Şöyle ki, o dönemle bu dönemi karşılaştırdığımda, bu dönemin daha çok teoriye bağımlı kaldığını, saha deneyiminin, uygulamanın az olduğunu görüyoruz. Yaparak, yaşayarak öğrenim yapmamız, ancak staj döneminde oluyor. Köy Enstitülerine baktığımızda ise, benim orada en çok dikkatimi çeken şey hayvanlar oldu. Hayvanların öldürülmeden yakalanıp daha sonra canlıymış gibi o dönemden bu döneme kalması çok ilgimi çekti. Bunun yanında çeşitli atölyeler olması, sanat ve el işine dair uygulamalar çok güzeldi.”

Şimdi de Mersin Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okuyan Musa Çınar’a kulak verelim: “Düziçi, hayatımda ilk defa gittiğim bir yerdi. İlçenin genel yapısı, bana ilk görüşte bir köy havasını teneffüs ettirdi. Şehirde doğup büyümüş biri olarak bu atmosfer bana huzur verdi. Bunların yanında Düziçi’nde Harun Reşit Kalesi’ni ve Köy Enstitüsü’nden kalma binaları gezdim. Burada tarihin izlerini birebir görerek hissetmek güzeldi. O dönemden kalma bir binayı Eğitim Müzesi yapmış olmaları ve bu müze içinde, o dönemlerde yapılmış çalışmalar, materyaller vs. hayret verici bir duygu yaşamama neden oldu. İyi ki Düziçi’ne gitme fırsatını yakaladım. Bunun için şanslı olduğumu düşünüyorum.”

Bizim öğrenciliğimizde Müzik Salonunda bulunan piyano vd. müzik araçlarının bulunduğu yere geldiğimizde bağlama, cura, mandolin ve kemanları eline alıp çalmayı deneyen olmadı ama piyanoda “Gelin Ayşe”yi çalan yetmişli yaşlardaki öğretmenlerin, öğrencilik dönemlerinde öğrendikleri şarkı ve türkülerden örnekler vermeleri, yaparak-yaşayarak öğrenmenin, üretim içinde eğitim yapmanın etkisi, kalıcılığı bakımından önemliydi.       Müzenin girişine, bizim öğrenciliğimizde Müdür Yardımcıları olan Muzaffer Ertürk ve Kâzım Karabörk’ün odalarının bulunduğu koridora, Düziçi Köy Enstitüsü kurucu müdürü A.Lütfü Dağlar’dan başlayarak, oğlu Tolga’nın sınıf arkadaşımız olduğu bizim dönemimizin müdürü Nevzat Süğür’e kadar tüm müdürlerin fotoğraflarını yerleştirmişlerdi. Okulun tarihçesiyle 1940’lı ve 1950’li yıllardan fotoğrafların süslediği koridor boyunca bizler bilgilerimizi tazelerken, ilk kez görenler de bir dönemin eğitim panoramasını belleklerine resmediyorlardı. Fotoğraf ve kamera çekimi yaparak, yakınlarına, arkadaşlarına ve sosyal medya gruplarına gönderenlere, oralardan gelen yorumları paylaşanlara da tanık oluyorduk. O anda aklıma, Düziçi İlköğretmen Okulu, Lisesi Bütün Mezunları sayfasını internet ortamında oluşturan Yusuf Yıldırım Ağabey geldi. Ben de çektiğim fotoğraf ve videolardan bir seçki yaparak kendisine gönderdim. Beni telefonla aradı ve burada buluştuğum tek sınıf arkadaşım olan İsmail Okan Güney’in de gönderdiği fotoğraf ve videoları söz konusu sitede yayımladıklarını söyledi. Kentteşim de olan Yusuf Yıldırım’ın bu anlamdaki katkılarını takdir ettiğimi belirtmek isterim.

Eğitim Müzesini gezdikten, fotoğraf ve kamera çekimlerimizi yapıp notlarımızı aldıktan sonra Sinema Salonu’ndaki toplantı için yapılan çağrıya uyarak hızlanmışken Recep Bayraktaroğlu’yla karşılaştım. Yanlarında iki genç vardı. Onların da gördüklerinden etkilendiklerini fark ettim. Birlikte fotoğraf çekindik, kampana direğinin yakınında. Sinema Salonunun önüne geldiğimde Mehmet Tiyekli Ağabey’le karşılaştım. Kendisiyle yazışmış ve burada buluşmaya karar vermiştik. Hemen kucaklaştık. Düziçi’nde Hatay’dan en çok öğrenci okutan köylerden biri de Şenköy’dür. Bu kadim köyden okuyanlardan biri de akrabamız Mehmet Ceylan Ağabey’di. Yine öğretmen olan oğlu Ali’yle buraya gelmeleri, kültürel mirasın sürekliliği bakımından anlamlıydı. Onlarla da kucaklaştık. Ortak mekanımızda buluşmamız, çok mutluluk vericiydi.

Sinema salonunda Düziçi YKKED Başkanı Dr. Selahattin Bayaz konuşmasında Kent Enstitülerinin kurulmasını önerdi. Bu konuyu ilk kez Prof. Dr. Adil Türkoğlu’ndan duymuştum. 1994’te Hatay Eğit-Sen Şubesi adına Antakya’da yaptığımız bir sempozyuma gelen Adil Hocamız, daha sonra bu konuda bir kitap da yayımladı. “Nasıl bir eğitim istiyoruz?” sorusuna yanıt ararken bu okul modeli üzerinde de durulmalı. Bu buluşmayı düzenleyen YKKED’in Adana ve Mersin Şube başkanları da birer konuşma yaptılar. Adana Şube Başkanı Prof. Dr. Ali Kocabaş, konuşmasında eğitimin de politik olduğunun altını çizdi. Özetle, “Nasıl ki 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitülerinin kuruluşunu ilan eden ve 21 ilde uygulamaya koyan irade politik idiyse, ABD emperyalizminin ve toprak ağalarının baskısı-isteğiyle bu okulları kapatan irade de politiktir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde nasıl bir eğitim istediğimizle ilgili de politik tutum belirlemek zorundayız.” görüşünü dile getirdi. Orada, eğitimin politika üstü tutulması gerektiğini dile getirenlere (Tarih, sınıflar mücadelesinden bağımsız bir eğitim sistemi yazmadığı halde) verilen anlamlı bir cevap olduğu kadar, bundan sonra gerçekleştirilmesini istediğimiz eğitim sistemi için politika üretmeye bir çağrıydı. En azından ben öyle yorumladım. Dolayısıyla Ali Kocabaş Hocamızın başkanlığını yaptığı YKKED Adana Şubesi başta olmak üzere, bu alanda çalışma yürüten tüm eğitim örgütlerine bir önerimdir. 17 Nisan’larda Köy Enstitüleriyle ilgili anmalar, söyleşiler, paneller yapmak, sergiler açmak anlamlı olmakla birlikte bugün esas yapılması gereken “Nasıl Bir Eğitim Sistemi ve Nasıl Bir Okul Modeli İstiyoruz?” başlıklı bir çalıştay düzenlemektir. Bunun için önümüzdeki 17 Nisan’a kadar böyle bir çalıştayın altyapısı oluşturulup merkezi bir yerde (Örneğin, Hasanoğlan Köy Enstitüsü üzerinden Ankara’da) ya da bölgelerde hayata geçirilebilir.

Düziçi İlköğretmen Okulu Sinema Salonu’ndaki toplantıya katılmayanların bazılarından duyduğum şu cümleye üzüldüğümü belirtmek isterim: “Önceki yıllardakilerin aynısı olacaktır.” Yine, orada konuşan Osmaniye Valisinin, “Şimdi burada Köy Enstitülüler olsaydı, kapı ikide bir açılmazdı.” mealindeki uyarısı da düşündürücüdür. Bunların da, yukarıdaki önerimin ne kadar gerekli olduğunu doğruladığını düşünüyorum. Buradaki toplantının iki bölüme ayrılması, ikinci bölüme katılanların çok azalması da, bundan sonra tekrarlanmaması gereken bir yanlış olarak belirtilmelidir.

Burada yaptığım kısa konuşmada, Ankara’dan 103 yaşına giren ve Köy Enstitüsü sürecinin her aşamasında yer almış Abdullah Özkucur Hocamızın, eğitim tarihimizin batmayan güneşi olan Köy Enstitülülere, Öğretmen Okullulara ve Öğretmen Liselilere selamını getirdiğimi söyledim. Onun yakın arkadaşı ve komşu köylüm olan, Düziçi Köy Enstitüsü 1951 mezunlarından Ali Yüce’nin kaleme aldığı “Kapatılmamış Bir Köy Enstitüsü” şiirini okudum. 29 Nisan 2015’te aramızdan ayrılan şairimizin anısına buraya da aktarmak istiyorum şiiri. “Ağaçlara çiçek açmayı/ Kuşlara ötmeyi öğretti/ Sevmeyi öğretti çocuklara/ Öğretmenim Abdullah Özkucur/ Barışı bozunca sömürgen/ Kanadı kilim nakışları // Yolunu kesince haydutlar/ Kırık yerinden kırıldı türküsü/ Köylü diyorlar O’na yanlış/ O kapatılmamış bir Köy Enstitüsü”

Konuşmamı, “Çok değerli bulduğum Eğitim Müzemizin bir köşesini ya da odasını ‘Köy Enstitüsünden, Öğretmen Okulu ve Öğretmen Lisesinden Mezunların Kitapları’ olarak düzenleyip yeni kuşakların görmelerine, okumalarına sunalım.” diyerek bitirdim ve yanımda getirdiğim kitaplarımdan üçünü imzalayarak toplantıyı yöneten Düziçi YKKED’den Ahmet Donbaloğlu’na verdim. Umarım yakında bunu da gerçekleştiririz.

Evet, Düziçi’nde yapılan etkinlikten epey izlenimle döndüm. Öne çıkanları paylaşmak istedim. Bu buluşmaya emeği geçen tüm kurum ve kuruluşları, kişileri kutluyorum. Bundan sonraki buluşmaların daha üretken ve yaratıcı olmasını diliyorum.

 

Müslüm Kabadayı
Müslüm Kabadayı
Ömrün Altmışında | Müslüm Kabadayı 1960 restorasyonunda doğduğumda Hatay Kışlak’ta Köyümüz yurtsever kafalarla koşuyormuş aydınlığa O dönemde bırakmış babam ocak söndüren kumarı Anam derdi, senin gözlerin verdirdi ona bu kararı Elimde kitapla çobanlık yapardım, Keldağlıydı suyum Bir kamyonla ilk kez Amanoslar’ı aştığımda altıydı yaşım Ve Misis tarlalarında çalışırken pamuk çalısı kadardı boyum On birimde Düldül Dağı’ndan sızan kanımdı Sabunçayı Düziçi İlköğretmen Okulu’nda bilgi çiçeklerimi suladı On altımda öğretmenlik hakkım için çıktım boykota MC’nin sürgün okuyla fırlatıldım Çanakkale Boğazı’na Büyük kavga suları dar boğazlardan süzüldüm On sekizimde Ankara’da DTCF’ye yazıldım Yirmi ikimde “Mamak Üniversitesi” zindanına atıldım Kaybettiğimde elli yedisindeydi ayağı kesik babam İğnenin deliğinden Hindistan’ı görürdü, şekere yenildi tamam Elim iş, aklım güç tuttuğundan beri yüklerim hep ağırlaştı 12 Eylül zulmüyle ülkem kararırken, vicdanlar sağırlaştı Gölbaşı’nda başladım teknik işe yirmi beşimde, işim çizim ölçüm Yirmi altımda “Yoğunluk Sanat Kitabı”nda yer aldı ilk öyküm Yirmi yedi yaşımda atandım çok istediğim öğretmenliğe Üç ay sonra gbt’yle atıldım teknik ressamlık mesleğime Acılar ve zordan süzüldü balım, özümü bağladım hilesiz alın terime Ülkemde ilk kez gbt’yi çöpe attırdım, mahkemede bir yaz tatilinde Trabzon’da tiyatroya giderek, şeytanın bacağını kırdık öğrencilerimle O yıl sevdalandım bir Laz kızına, kar teptim saatlerce ona kavuşmak için Meydanlarda keskinleştirdim sınıf bilincimi, karanlıkla savaşmak için Polatlı Tahtaköprü’de, yeni evli küçük kardeşimizi toprakladı elektrik Gök ekinimiz biçildiğinde harlanan acımızla hepimiz şekere kesildik Sürgün yediğimde Maçka deresine, kentli ve dağlı dostlar kazandım Kuzeyhaber, Hamsi ve Kıyı’da kalemi yüreğime batırıp yazandım Hayatın uzun sokaklarında yürüdüm, mücadele estetiğinden aldım haz Otuz ikimde baba oldum, kucağıma verildiğinde çonamız İlkyaz Esmer bakışlı gözünün ışığında, hiç sönmeyecek gibi duruyordu faz Otuz üçümde yerleştik, Asi’nin meltemiyle nefeslenen Antakya’ya Burada savaş açtım, sendika başkanlığımla olağanüstü kuşatmaya Otuz beşimde İnsancıl dergisi temsilciliğiyle şahlandırdık sanatı Eski ve yeni kuşak yoldaşça buluştuk, bozuldu paranın saltanatı Akrepler, ekmek teknemde kuyruk salladılar durmadan Yüreğim daralsa da aştım engelleri, beynimi burmadan Hiç yüksünmedim, eskiyeni yıkıp ileri olanı kurmaktan Otuz sekizimde Subaşılı öğrenci cıvıltısına karıştı sesim Kırkımda eşimden vurdular yüreğime, sandım kesildi nefesim Kırılsam da sardım yaralarımı, kopmadım hiç kızımdan Ne geldiyse başıma, sınıfa sınıf savaşımındaki hızımdan Aynı yıl gördüm emperyalizmin çöplüğünü New York’ta Yedi candık, uygarlıklar beşiği Antakya’yı çoğaltmakta Anamızı verdiğimizde toprağa kırk birimdeydim bahar yeli esiyordu Doğa dışımızda yeşerirken, anasızlık testere olup içimizi kesiyordu Damar damar işleyip toprağımızı, dişe diş dirençle çevirdim çarkımı “Hatay Bibliyografyası”na ekledim “Amik’ten Amanos’a Alkım”ı Kardeşleştik “Karadeniz Karşılaştırmalı Sözlük Denemesi”yle salkımı Amik dergisinde dostlarla harmanladık, yerelle evrenselin biderini Düşünmedik hiçbir zaman, halkamızı çoğaltan emeğin giderini Kırk ikimde komşu halkla sınırları kaldırdım, Şam’a giderek Ortak damarları buldum her adımda, Arvad Adası buna bir örnek Palmira’da onurlandım, Zenobya kafa tutarken Roma’ya Basitburnu’nda selam durdum, kadim dost Cebel-i Akra’ya Kırk bin yıllık aşka kavuştum, Aşkdeniz’den çıktığımda Üçağızlı Mağara’ya Bir kurda zengin Arap dilinin eşiğini adımladım, Besime öğretmenle Beyrut ve Amman ışıklandırdı Adonis’i, yanımdaki çevirmenle Kırk üçümde ikinci kez sevdalandım, Divriğili bir kıza Bir ömür sığdırdık, sönük Ankara’da koşarken bir yaza Kırk altımda “Yoğunluk”ta dirilttim yirmi yıl önceki sanat kitabını Kırk yedimde “Suriye Günlüğü”nde sordum düşmanlıkların hesabını Kırk dokuzumda “Hataylı İki Aşık”ta verdim ozanların imgelerinden Sevdanın harını, ayrılık ve ölümün soğukluğunu dilin belinden Her dönemin devinimi, ivme kattı yürek ve beynime Yıllar sonra onun için döndüm öğrencilik kentime Pişmanlık hiçbir zaman uğramadı gergefli semtime Harlamayı sürdürdüm partide, sendika ve dergilerde üretkenlik ateşimi İlkyaz’ımızla Avrupa’dan döndüğümüzde, burada yitirdim ikinci eşimi En verimli ellili yaşlarımda, sevdalım oldu bir Kürt kızı Çatışmalı ve fışkırmalı diyalektik, oya’ladı bilincimdeki hızı Her taşa vurulduğumda bilendim, hayatı yeniden kurmaya Marifet yüklendik yürekten, başladı Bağlaç dergimiz filize durmaya Hata ve yanlıştan arınmak için başvururum kendimi sorgulamaya Arka arkaya Aşkar abimi, Mustafa canımı, Sabahat ablamı aldı ölüm Elli üçümde “Salkım Saçak Keldağ”la fışkırdı, sularından ilk öyküm Art arda sökün etti kitaplı öykülerim “Közlü Yürekler”, “Dirilten Duyunçlar” “Çölüngelini”nde küllerinden doğdu Zenobya, “Kaplan Ali”yi sevdi dağlılar Elli üçümde Taksim’de Gezi Kitaplığına bağışladım kitaplarımızı Haziran direnişinde embriyolanan Diren’imiz, doldurdu kucaklarımızı Evin’imiz ikiledi kardeşliği, Devrim Stadyumu’nda katıldı İlkyaz’ın mezuniyetine Kuşakların atardamarlarını, ben’lerinde imgeleştirsinler dilerim genişleyen evrene Gezdim, sezdim, eylemledim ve yazdım, mutluyum yaptıklarımdan Altmışımda kronikliğimle koronaya yakalanmadım, umutluyum yarından Sevda’yla yarattık “Avrupa’nın Yüzleri”ni, memnunum can dostlarımdan Ömür bu, çizik-yazık-keşkeyle değil, insanlar yeniden (t)üreterek paylaşsın Bir gün toprağa düştüğümüzde, ışıklı çocuklarımız meşalemizi taşısın…
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.