Homo Komünus | Mehmet Kılıç
Selçuk Şahin Polat’ın Favori Yayınları’ndan çıkan “Homo Komünus (Sosyal İnsan) Geri Dönüşü Olmayan Bir Devrim İçin Notlar ve Küba’ya Öneriler” adlı 554 sayfalık eseri sol hareket içerisinde öteden beri tartışılan pek çok noktaya parmak basmaktadır.
Son yıllarda André Gorz, H.Marcuse, D.Bel, E.Hobs, Mills gibi popüler isimler “elveda proletarya”, “elveda komünizm” anlayışının savunuculuğunu yapmaktalar. Sadece “elveda proletarya”, “elveda komünizm” diyenler değil, ‘Homo Sapiens’, ‘Homo Deus’ eserlerinin yazarı Yuval Noah Harari de “tanrı insan” anlayışıyla, “elveda insanlık” demektedir. Sınıfsal bakıştan yoksun olan bu anlayışlar, sınıf mücadelesini reddetmekteler. Paul Mason adlı yazar ise kapitalizmin yıkılışı sonrasına sosyalizm/komünizm demek yerine “post kapitalizm” adını vererek elveda proletarya diyen kervana katılmaktadır.
S.Şahin Polat, Homo Komünus adlı eserinde yukarıda dile getirdiğimiz sınıfsal bakıştan yoksun anlayışları eleştirerek, insanlığın geleceğinin komünizm olacağının altını çizmektedir. Kitabın pek çok noktasında tartışmayı Paris Komünü ekseninde ele alan S.Ş.Polat, sonuç bölümünde Küba’ya önerilerde bulunurken de Paris Komünü’nün ana ilkelerini öne çıkarmaktadır. Komünizme ulaşılacaksa Paris Komünü’nün temel ilkelerine bağlılık mutlak gerekliliktir demektedir.
Sosyalizmin yaşadığı bunalımı ele alan yazar, Stalin’in yanlışlarının sık sık vurgulanmasına büyük önem vermektedir. Sadece Stalin değil, Mao’nun da ‘İleriye Doğru Büyük Sıçrama’, ‘Kültür Devrimi’ politikalarında iyi niyetli olsa da, olumsuz sonuçlanmasına değinmektedir.
Stalin eleştirilerine önem veren yazar, “Salt Stalin’i günah keçisi ilan etmek Marxist bir tarz olamaz” dese de, sosyalizmin kapitalizme dönüşmesi sürecinde yaptığı hataların üzerinde durmaya büyük önem vermiş. Eğer bu hataları tartışıp ortaya çıkararak içselleştiremezsek komünizme ulaşmanın mümkün olmadığının altını çizmektedir.
Marx, Engels ve Lenin’in Marx’izme ilişkin anlayışlarını özümseyemeyen Stalin, Lenin’in rahatsızlığı ilerledikten ve ölümü sonrasında iktidarı ele geçirdi. Marx’izmi ve Paris Komünü ’nü özümsemeyen Stalin’in, Castro’nun deyimiyle “kontrol hastalığı=güç istismarı” içerisine düşmüştür. Bu eserde Che ile Castro’nun, Stalin eleştirileri yer almaktadır.
1956 yılında Che, Meksika’da Castro ile birlikte iki ay hapis yatar. Castro şunları anlatıyor:
“Che’yi götürdüler, savcı tarafından sorguya çekildi. İnsanları putlaştırma, Stalin’i eleştirme gibi konular hakkında tartışmaya koyuldu… Stalin’in hataları konusunda bir tartışmaya girdi… O, Marx’ı, Lenin’i savunur Stalin’i eleştirirdi…” (F. Castro- İki Ses Bir Biyografi, İgnacio Ramonet, sf.154)
Che ile ilgili anısını anlatan Castro ise şunları söylüyor röportajda:
“Ben kendi vicdanımda, hataları yüzünden Stalin’e karşı daha eleştireldim. O ülkenin 1941’de milyonlarca Alman askeri tarafından istila edilmesinin en büyük sorumlusu. Stalin siyasi ve taktik hatalar yaptı. İçeride yaptıklarında söz etmiyorum, bunlar zaten bilinir: Güç istismarı, baskı; onun kişisel özellikleri, insanın putlaştırılması… bazı yararlılıkları oldu ama otoriter, gaddar ve baskıcı yöntemler kullanmıştır. Dolayısıyla da ben Stalin’i çözümlediğimde hem faziletlerini hem de büyük hatalarını göz önüne alarak çözümlerim. En büyük hatasını da bir Nazi entrikası sonucu Kızılordu’da tasfiyeler girişerek yapmıştır…” (age, sf.154)
“Fransa ve İngiltere, Hitler’i SSCB’ye saldırtmaya çalıştılar. Bence emperyalistlerin Hitler’i SSCB’ye saldırtma planları, Stalin-Hitler yakınlaşmasını asla haklı çıkarmazdı… Ama emir Moskova’dan geldi: Faşizm karşıtı cepheler kurulacak, şeytanla işbirliği yapılacaktı. Komünistler burada faşist ABD ve Batista’yla anlaştı. Batista da bir tür faşistti.” (age, sf.96)
“…Avrupa, Latin Amerika ve dünyadaki tüm komünist partiler Komintern’in dayattığı bu ittifakın bedelini 1939’dan başlayarak ödemeye başladı.” (age, sf.97)
“Ama söylemem gereken bir şeyi söylemekten çekinme aptallığını yapmayacağım. Evet, doğru, Sovyetler Birliği’nde güç istismarı ve acımasızlık korkunç bir alışkanlık haline gelmişti. Bunların en kötüsü de bir ülkenin otoritesini, hâkimiyetçe bir partinin otoritesini diğer ülke ve partilere dayatma alışkanlığıydı.” (age, sf.294)
Sadece ülkemiz solu değil, dünya solu da uzun yıllardan bu yana sosyalizm/komünizm tartışmalarını yürüterek, toplumların devrimci geleneğinin nasıl yaratılacağına kafa yormaktadır. Homo Komünus yazarı, bu kitabı içinde bu konuları tartışmaya açmak istemiş. Sol kanadın bu tartışmaları sağlıklı tarzda yürüterek bilimsel açıdan yaklaşması geleceğin yaratılmasında pay sahibi olacaktır. Ha keza, eğer sol olarak 89’da duvarların yıkılması sonrasında yaşanan sosyalizmden kapitalizme dönüş sürecini, geçmişten başlayarak ele almazsak, yaşanan hatalar, tekrarlanmak zorunda kalacaktır. Geçmiş değerlendirmelerinde, liderleri putlaştırma yanlışları yinelenmemeli, geçmişte savunulanlara bağlı kalma anlayışıyla hareket edilmemelidir.
Ülkemiz solunda da etkisini hala sürdüren kişileri putlaştırma yanlışına parmak basılması önemli. Devrimleri kitlelerin değil de, kurtarıcıların yapacağı anlayışı yıkılmadığı sürece otoriter, gaddar, acımasız liderleri(!) çıkarmaya devam edeceğiz. Yetki vererek üst yönetime oturtulan ‘liderler’, Castro’nun deyimiyle güç istismarına başvurma eğilimine girerek, kendisini hiçbir kararı tartışılamayan önder, “tanrı insan” konumuna yükseltecektir. Bugüne kadar bunun o kadar çok örneğini yaşadık ki, Homo Komünus’daki değerlendirmeleri ele alıp tartışmak, ülkemizin geleceğini yaratacak olan sol yapılara büyük katkılar sunacaktır.
Yazar, “Özel Olma Arzu ve Şehvet Hastalığı, Tanıklar” alt başlığında söyledikleri çok önemli:
“Fakat hastalığı ön plana çıkan ve kendini açıkça belli eden bir özelliği KİŞİLERE kafayı takmasıdır. Kafasına taktığı kişiyi eğer güç kendisindeyse mutlaka cezalandıracaktır… Güç-erk yoksa yapacağı tek şey kişileri kendisi gibi düşünmeye zorlamaktır. Bu zorlama kimi zaman açıktan kimi zaman insani soslarla veya bağlı olduğu ideolojiyle süslenerek mutlaka devam ettirilir. Bunun için kişiyle ilgili uydurulmuş kötü hikâyeler, kendisiyle ilgili de olmayan kahramanlıklar vb. anlatımlar dedikodu, övünme, yargısız infaz vb. yöntemlerle sürdürülür.”
“1- Kişinin takıntılı (obsesif) bir kişiliği vardır. Yani psikolojik olarak hastadır. / 2- Kişi tek kelimeyle cahildir. Burjuva kültürü almamıştır. (Dinin, ırkçılığın, şovenizmin, gerici geleneklerin ya da dogmatik bir akımın etkisi altındadır./ 3- Israrcı intikamcı, şiddet yanlısıdır. İyi ve güzel olanı kullanandır. / 4- Etik değerleri yoktur. Yalancı, dedikoducu, keskin fakat korkak, kendisi gibi düşünmeyenlere (biat kültürünü benimsemeyenlere) karşı vefasız, sözünü tutmayan vb. bir karakteri vardır.” (HOMO KOMÜNUS, sf.285/286)
Bunları okudukça, hemen aklımıza yakın tarihimizde yaşanan sol içi şiddet örnekleri geliverdi. Sol yapıların kitlelere karşı güven olgusunu sarsan sol içi şiddet sonucu aramızdan ayrılan mücadele arkadaşlarımız/yoldaşlarımızın derin acıları ötesinde, sola yönelik güvensizlik duyguları yaratıldı. 68’li yılların tüm dünyaya örnek temizliğini kirleten bu hataların düzeltilmesi hiç kolay olmayacaktır.
S.Ş.Polat eserinin son bölümünde, “Tıp-sağlık alanındaki teknolojik liderlik, Küba’nın tek ülkede devrim sorununa (sosyalizmin inşasına) koşullarla sınırlı olan bir katkısıdır.” (sf.554) diyerek onurlandırdığı Küba’ya öneriler sunmaktadır. Dünya genelindeki yaşanmışlıklar ile Marksist teori ve pratikten hareketle sunduğu önerileri sadece Kübalılar değil, öncelikle bizler de tartışmalıyız.
Bu tartışmaları yaparak, hem devrim öncesi hazırlıkların neler olması gerektiğini, hem de devrim sonrası neler yapmamız gerektiğini kavrama sürecimizi tamamlayabiliriz. Teorik gelişimimiz yanı sıra, içsel devrimimizi yapmak açısından da bu tartışmalar önem taşıyor. Eğer bu ülkede devrim yapılacaksa, bizler geleceği yaratabilecek kapasiteye sahip “yeni insanlar” olmayı başarabilmeliyiz. Sadece S.Ş.Polat ’ın Homo Komünus eserini değil, bu yöndeki tüm eserleri okuyup tartışarak hem geçmişimizin özeleştirisini yapabilir, hem de geleceği şekillendirebiliriz.
13.12.2019 Mehmet Kılıç