ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Hans İle Hasan | Ertuğrul Erdoğan

27.10.2019
1.580
A+
A-
Hans İle Hasan | Ertuğrul Erdoğan

Berlin’in Turm Caddesi sabahın erken saatlerinde hareketliydi. Otobüs, elektronik levhasında gösterilen saatin dakikliğinde durağa gelmişti. Dükkânlar teker teker açılıyor, çöpçüler geceden köşelere bırakılan bira şişelerini topluyorlardı. Bir ambulans, siren sesiyle uzaklaştığında, şişmanca bir genç kız,  yaptığı garip hareketlerle yaya kaldırımında ilerliyordu. Kızın kazağı kirliydi. Yanlardan yırtık eteğinin kenarından taşan bacakları da kirden belli olmuyordu. Saçları sarı ve her iki yana atkuyruğu şeklinde örgülüydü. Yoldan geçenlere gülümsüyor, zaman zaman da kahkahalar atıyordu. Onu her sabah görenler alışkın olacaklar ki, dönüp bakmıyorlardı bile. Kız, bahçeli bir kafenin caddeye yakın yerine oturdu. Hemen yanında da bir bankanın ATM’si vardı. Parasını çekmeye gelenler ile kafeye girenlerden bazıları kıza para veriyorlardı. Her para verilişte kız kahkahalarıyla caddeyi inletiyordu…

Hava soğuktu. Güneşin yoğun bulutların arasından kaçamak yaptığı ışınları Spree Nehrinin üstüne yansıdığında suların akışı, parlayarak bir dansçının kıvraklığında ilerliyordu. 1826 yılında yapımına başlanan gazlı sokak lambalarının ışıkları henüz sönmemişti. Wilhelmine tarzında bu görkemli süslü beş kollu şamdanın direği, betondu.  Berlin’de sokaklarda bu lambalardan kırk üç bin adet vardı ve dünyada gazla çalışan aydınlatma rekoru bu şehirdeydi.  Lambaların sıcaklığını yanından geçenler hissedebilirlerdi. Özellikle kış aylarında hele yeni yağmış bir karlı havada yere yansıyan sarı ışıklarıyla görüntüsü harika olurdu. Bu lambaların adı öne çıkanlarda vardı. Bazıları ona, “Wilmerstdorferstarbe Dulu” ile “Boğa Bacağı” adını takmışlardı. Hükumet bu lambaların daha tasarruflu olması için LED türü lambalara çevirme girişimi,  yirmi bini bulan protestocular tarafından engellenince,  hükumet bundan şimdilik vazgeçmişti.

Hans, Spree Nehri’nin karşısındaki apartmanlarından çıktığında saat yediye çeyrek vardı. Apartmanın altına park ettiği aracından gözlüğünü alıp sokağa çıktı.  Sizlere Hans’ı tanıştırayım. Evli ve bir fabrikada asgari ücretle,  Eşi Anna ise öğleden sonraları bir mağazada part-time olarak çalışıyor. Yedi yaşında bir kızı ile on iki yaşında bir oğlu var.  Hans, tipik bir Alman, yani sarışındı. Bira içmekten göbeği oldukça fazlaydı. Babasını İkinci Dünya Savaşı’nda kaybetmiş.  Annesi Polonyalı Yahudilerinden olduğu için Hitler döneminde yakalanıp fırınlara götürülerek yakılmış.

Hans,  evde kahvaltı yapmayı pek sevmezdi. Turm Caddesinin Waldstrabe sokağının başındaki kafeye uğradı. Otomatik makineden aldığı kahveyi iki kişilik bir masaya bırakıp pastane bölümüne geçti.  Maşa ile seçtiği Alman pastasıyla masaya oturup, dışarıya baktı. Yaşlı bir adamın bisiklete güçlükle binmesini ilgiyle izledi. Berlin düz bir şehirdi. Yokuşu hemen hemen yoktu. Bisiklet, buranın en çok kullanılan aracıydı. Yaşlısı genci birçok kişi bisikletle günlük ihtiyaçlarını görürlerdi. Bisikletlerin önünde ve arkasındaki selelerde ya paketler olur, ya da küçük çocuklar bağlanarak emniyetçe okullarına götürülürlerdi. Hans kafeden çıktı. Kendisine yanan kırmızı yaya ışığında durdu. Sağına baktı, araç yoktu. Yanında bekleyenler de çoğalmıştı. Bir kişi bile adımını caddeye bırakmamıştı.  Ne zaman yeşil ışık yandı, bekleyenler çarçabuk karşıya geçmişlerdi. Hans’ın yolda, giderek içtiği kahvesi bitmişti. Kâğıt bardağını avuçları içinde sıkıp çevresine baktı. Bir dükkânın önünde gördüğü çöplere yöneldi. Burada çöp konteynırları fazlaydı. Pil için ayrı, cam için ayrı, şişeler için ayrı, normal çöpler için ayrıydı. Bunları birçok evlerin veya birkaç evin arasında görmek mümkündü. Geri dönüşüm Almanlar için önemliydi. Üzerinde ‘kâğıtlar için’ yazılı olanına elindekini bıraktı. Caddede yürümeye başladığında önünde iki genç poşetlere doldurulmuş şişeleriyle ilerliyorlardı.  Türkiye’de su ne ise, Almanya’da bira, oydu. Hans gençlerle birlikte bir markete girdi. Market oldukça büyüktü. Reyonlarında dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen farklı ürünlerin bolluğu vardı. Etler oldukça ucuzdu. Kıymanın üzerine baktı, 5.25 Euro yazıyordu. Karısının akşamdan verdiği listeye bakıp, ürünlerin fiyatlarını kontrol etti. Uzun süre değişmemişti. “Akşam iş dönüşü uğrayıp alırım,” diye düşündü. Biraz önce önünden yürüdüğü gençler, et reyonunun karşısındaki bir makinenin önünde sıra olanların sonuna geçip bekliyorlardı. Bu makine her şişeye bir kupon veriyor, bu kuponla küçük miktarda olsa alışveriş yapılıyordu.  Hans, marketten çıkıp üç yüz metre ilerideki metro istasyonuna gelmişti.

***

Televizyondaki haberlerde savaşın kokusu ağırdı. Neredeyse on yıla yaklaşan Suriye’de barış henüz sağlanamamıştı. Emperyalist güçlerin parmağı oradan hiç ayrılmamıştı.  Ayrıca,  Güney Anadolu’dan gelen askerlerin şehit haberleri önce ailelerini, sonra da izleyen yürekleri yakıyordu. Siyasilerin birbirlerine ağızlara alınmayacak hakaretler arasındaki çekişmeleri de can sıkıcıydı. Şehit cenazesine giden Muhalif bir Lider,  aracının taşlanarak ölümden dönmesi ve ardından bunları yapanların kahraman ilan edilerek ellerinin öpülmesi ile yargılanmaları sonrası beraat etmeleri demokrasi aşığı herkesi üzmüş ve adalete olan güvenini sarsmıştı.  Kadınlar yerlerde sürünüyordu, bir köşede ayrıldıkları kocaları tarafından kıstırılıp çocukları önünde gözü dönmüşcesine öldürülüyorlardı. İyi halden cezaları hafifletilen magandaların durumu da toplumu geriyordu. Demokratik haklarını kullanmak isteyenler, polisler tarafından darp edilerek gözaltına alınıyorlar, alındıkları yetmemiş gibi bir de terörist damgası yiyorlardı. Korku halkın üzerine bir kere sinmişti.  Sokağa çıkıp hak aramak için insanların bin kere düşünmekten başka çareleri kalmamıştı. Ya çıkıp bağıracaklar, bağırdıklarında ise tutuklanmayı göze alacaklardı. Bunun için ülkede grevler de tarihe karışmıştı. Haberlerin bir diğer önemli konusu ise ekonomiydi. Gelen zamlardan halk bıksa da sokağa çıkıp protesto etmesi zordu. Bunu yapmak, iktidara karşı gelmekti. Neredeyse vatan haini ilan edilmeleriydi! Halk neye zam gelirse gelsin, artık alışmıştı. Tıpkı kavanoza kapatılan pirenin kapağı açıldığında olduğu yerde sayması gibi bir durumdu bu. İşsizlik haberleri de alışkanlık yapmıştı. Bu haberi izleyen gençler, okuduklarına pişman oluyorlar mıydı, bilinmezdi…  Hasan bunları izlediği yandaş TV’lerde seyredemiyordu. Duyarlı olanların bir çoğu ise ruhsal açıdan bunalıma giriyorlardı. Bazen de protesto edip haberleri açmıyorlardı.

Hasan evliydi. İktidar yetkilisinin katıldığı düğünlerde, “Üç,  hatta beş çocuk yapmak iyidir,” isteğine uyarak üç çocuk yapmıştı. Hepsi de büyümüştü.  Hasan’ın öylesine maaşı da yoktu. Altığı 2020 lira asgari ücretti. O da yılın son dört ayına yaklaştığında vergisi kesilerek daha az ücret alıyordu. Geçim sıkıntısından ne yapacağını bilemiyordu. Bir makine fabrikasında usta olarak çalışsa da asgari ücretin dışında maaş vermiyorlardı. Köyden babasının gönderdiği bir testi peynir, bir çuval soğan ve patates gibi yiyecekler evine giren en büyük kârıydı. İşi dışında bir şirkette yeni binalara yapılan mutfak dolaplarını yerleştirme işinden aldığı para bütçesine küçük bir destek olsa da, ikinci işte çalışmak vücudunu oldukça yıpratıyordu. Çok çalışmaktan ve iyi beslenememekten yüzü benzi sararmıştı. Evine girdiği et miktarı da belliydi. En çok aldıkları tavuktu, o da parçaydı. Balık mevsiminde ise pazarda geç saatlerde gittiğinde aldığı,  artıklardı. Karısı, pazarın dağılmasını bekler, pazarcıların bıraktıkları arasından seçtiklerini eve getirirdi.  Bütün bunlara rağmen ay sonunu getirmek mümkün değildi. Maaşlarının çoğu kiraya gidiyordu.  Sağdan soldan borç para isteyecek kimseleri kalmayınca, ben büyük dayanakları da bankalardı. Onların verdikleri kredi kartları da ‘Ali’nin külahını Veli’ye girdir,’ türündendi. Yakında kapılarına ‘icra gelmesin,’ diye,  aile büyük dualar içindeydi.

Eğlenceleri yoktu. Bu şartlarda olması da mümkün değildi. Allah korusun, memleketlerinde yakınlarının bir ölümü olsa, gitmeye kuruş bulmak zordu.  Bir pazar günü çocukları şöyle bir deniz kenarına dinlenmeye götürseler, dolmuşa gidip geleceklerine verdikleri para günlük kazançları olabilirdi. En büyük eğlenceleri televizyondaki diziler ve yarışma programlarıydı. Kendilerine çare olacak tartışma programları da problemlerine çözüm değildi.  Varsa yoksa politikacıların oy almak için televizyonun hemen hemen her kanalında yaptıkları propagandalar ve ardından gelen tartışmalardı.  Hangi kanal açılsa, karşılarında politikanın kokusu vardı.

Ertuğrul Erdoğan
Ertuğrul Erdoğan
Yazar Hakkında 1 Ankara’nın gecekondu semti Akdere’de 3 Eylül 1958 yılında iki katlı beyaz badanalı bir evde dünyaya gelmişim. Gecekondunun bahçeleri alabildiğine özgürlüktü. Kiraz ağaçlarının en tepesine çıkılır ve kulaklarımıza taktığımız iri kirazlarla gülüşürdük. Yazları bir başkaydı. Bahçemizdeki variller içindeki suya dalıp, serinler, şaşkın ördekler gibi kurulanırdık güneşin sıcaklığında. Bir başkaydı oyuncaklarımız, telden araba, tahtadan tornet arabası yapardık yaratıcı minik ellerimizle. Dedik ya yaratıcıydık o dönemler. Hele arka bahçemizin gölgeliğin tadına doyun olmazdı. Müsamerenin kolonyasını rengarenk gramofon kâğıtlarıyla yapıp, konuk arkadaşlarımıza ikram ederdik. Destan satanların peşinden gider, ağıtları ayakkabılarımızın çamura saplanmasında dinlerdik. Komşuluklar bir başkaydı gecekonduda… Oyunlarımız gündüzlere sığmaz, geceleri kâh Karabulut amcaların ve şişman Meliha Teyzenin bahçesinde fıkra ve sohbetlerin hoşluğunda gecelerdik… Mahallemiz siyasilerin unutmuşluğunda 1965 yıllarında şehrin uzaklarındaydı… Sokaklarında asfalt yoktu ama siyasi partilerin at ve altı ok bayrakları her tarafı süslerdi… 1968 yılı gecekondunun özgürlüğünden ayrılıp, Cebeci semtinin asfaltlı, temiz çocukların bulunduğu, bana da yüksek gelen Levent Apartmanının 6. katına taşındığımızda, kendimi sanki gökyüzüne yakın hissederdim. Geceleri uçakların geçişini balkonda yıldızların çokluğunda ve kaymasında izlerdim. Babam sattığı gecekondumuzun sermayesi ile açtığı ve Doğan Yayınevi adını koyduğumuz kitapçı dükkanımızı gece gündüz bekledik. Kitaplar, artık en iyi dostum olmuştu. Kemalettin Tuğcu’nun romanlarındaki ezilenleri okuyup iyiliği öğrenmiştim kalbimce. Ve her hafta gittiğimiz sinemalarda Türk filmlerinin duygusallığına ağlardık sevgililerin ayrılışlarında. Ve ilk televizyonu izlemenin onurunu yaşadık Grundig mağazasının önünde biriken kalabalığın çekirdek çitlemelerinde. Çoğu zaman evimize gelen ve artık bizden biri olan “Tele konuklar”ı ağırlardık, annemin güzel pasta ve meyve ikramlarında… Zamanla kayboldu misafirler, komşularımızın evine giren televizyonlarla. Çocukluğum ve gençliğimde öğrenci hareketlerini gördüm. Polis ve öğrenci çatımalarının en şiddetlisini izledim, 12 Eylül öncesi yıllarda. Siyasal ve Hukuk Fakültelerinin bahçelerinde tabancalardan fırlayan kör kurşunlar ve taşlar uçuştu dükkânımızın önlerinde. Kepenkler ardında can havliyle sığındık tezgâh gerilerine. Prof Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, şair, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve Fikret Otyam gibi yazarların kitaplarını bastığımız yazarların, babamla yaptığı akşamüstü sohbetlerini keyifle dinledim. Ve onların kitaplarını matbaamızda orijinallerini ilk dizenlerden oldum. Dükkanımızın önündeki Cemal Gürsel Caddesi’nde nice yürüyüşlere tanık oldum, polislerin panzerli su sıkmalarında ve polislerin coplu dayaklarında… Ve 12 Eylül darbesinin ardından yayınevimiz ve matbaamızın sonlandığı yıllardı 1980. Askerlik dönüşü Ordu şehrinden aldığım teklifi değerlendirip, Karadeniz 52 Gazetesi’nde dizgi operatörü olarak çalıştım. Hürriyet Muhabiri arkadaşımızın ölümü üzerine yazdığım “ Ağlayan Tuşlar” yazımı beğenen Yayın Yönetmenimizin teklif ettiği, Tercüman Gazetesi ve Akajans’ın muhabirliğini kabul ederek ilk gazeteciliğime başladım. Dört ay oteldeki yaşamımı daha sonra bir odalı ev kiralayarak devam ettim. Geceleri en yakın arkadaşım, süpürgelikte bir türlü bulamadığım fareydi. Daktilo ve farenin tıkırdamaları arasında yazılarımı tamamlar, öyle uykuya dalardım. Politikacı, sanatçı ve futbolcu gibi birçok ünlüyü gazetecilikte tanıdım. Daha sonra maddi nedenlerle gazetecilik mesleğini noktalayıp, Ne uzayıp, ne kısalmak için PTT’de göreve başladım. Hep söylerim; “İki yıl gazetecilik yaptım, yirmi sekiz yıl gibi yaşadım. Yirmi sekiz yıl memurluk yaptım, iki yıl gibi yaşamadım.” Evliyim ve Allaha emanet bir erkek çocuğumuz var, Bir de içimde Atatürk Sevgisi… Okumayı, araştırmayı ve yazmayı çok seviyorum. “ Daha iyi bir dünya için herkesin yapabileceği mutlaka bir güzellik vardır” diyor, Saygı ve Sevgilerimle, Ertuğrul Erdoğan
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.