Haftanın Kitabı | Matmazel Noalya’nın Koltuğu
Romandan Alıntı
-(Teyzesinin öldürülmesi olayı, Ferit’te birtakım şüpheler ve bunalımlar meydana getirmiştir.)
“…Hayatının en baş döndürücü, en allak bullak edici on iki saati. Aman Allah! Karakoldan eve, evden adliyeye, adliyeden karakola… İçinde “Acaba teyzemi ben mi öldürdüm?” şüphesine kadar giden savruk düşüncelerle, Nilûfer’in katil olması ihtimali bulunmadığını adliyede izah edip tevkifine mâni olmaya çalışan avukatın delilleri arasında, teyzenin kanlı yüzünü sık sık Ferit’in şuuruna çıkaran sayısız hayallerin kasırgası…
Sonra yine profesörün delâletiyle – Ah şu adam! Ben yalnız onun iyiliklerini ödemek için bile yaşamak ve çalışmak zorundayım – Nilûfer’in Nişantaşı’ndaki hastaneye taşınması… Bittim… Bittim!
Ferit yine saate baktı. Beşe çeyrek vardı. Biraz dinlendikten sonra hastaneye gidip Nilüfer’i görmeliydi. Ona sormalıydı: “Ben sana teyzemi öldürmek istediğimi söylediğim zaman, kanlı ellerimi onun yüzüne sürmeyi düşündüğümü de söyledim mi?” Hayır. Fakat bak iki gözüm, Nilüfer’e bunu söylemekte bir tehlike var. Ya teyzemi öldüren o ise? Fakat mümkün mü O, bir adam öldürebilir mi? Nilûfer’in bir kuş öldüremeyeceğini ve yüz adam öldürebileceğini iddia edenlere de hak verdirecek huy tezatlarını, anasının da, babasının da, yedi ceddinin de kromozomlarından onun bol bol aldığına şüphe yok. Ne dedi o gün? “Acır mıydı hiç? Vallahi o karıyı öldürmek benim de kaç defa aklımdan geçti.” Fakat Nilüfer’i kurtaran şey, gecenin o saatlerinde, bekçilerden birinin o sokaktan elinde bavil (bavul) şüpheli bir adamın çıkıp hızlı hızlı yokuşu inmesiydi. Bekçi bu adamı görmüştü. Cinayeti haber aldığından yirmi dakika kadar evvel… Gölge köşeyi kıvrılınca arkasından koşan bekçi onu gözden kaybetmişti. Yokuşlardaki evlerden birine mi girmişti gölge? Sonra komşular, Nilüfer’in ahlâkı ve Necmiye Hanımla iyi geçindiği hakkında o kadar dostça ve mübalağalı ifadeler vermişti ki, profesörün de aile hakkında iyi şahadeti üst üste gelince kızcağız yakayı kurtarabilmişti. Ha!… Hastalığı da adliyenin yüreğini yumuşatmıştı. Fakat bavullu gölge eğer Ferit’in uyurken vücudundan ayrılan ruhu (double’u) değilse, onun teyzesini bıçakla kalbinden vurmak istediğini, kanlı avuçlarıyla maktulün yüzünü kızıla boyamayı düşündüğünü ne biliyordu? Hesapça teyzeyi ya ben öldürdüm, ya Nilüfer…
Ferit yatağından birdenbire sıçradı. Şimdi hatırlıyordu. Teyzesini öldürmek ve açıkladığı şekilde öldürmek istediğini bir de Tosun’a anlatmamış mıydı? Hayır, fakat dur; romatizmalı bacaklarıyla… Dur… Romantizma… Hangisi? Romantizma var, aylarca hastayı odasına mıhlar; romantizma var, azalır çoğalır. Olmaz. Hem de niçin? Paraya ihtiyacı hesaba vurulduğu zaman, olamaz, olamaz, yok. Bu dünyada her şey olur. Fakat olağanlık derecesi ihtimali hesaba vurulduğu zaman, olamaza yaklaşan nisbi bir olamazlık olmaz bu. Peki, iki gözüm, o olmaz da ne olur? Nilüfer mi teyzesini boğazlar? Sen mi geceleyin somnambul halinde, Zehra’dan aldığın gizli bir telkinle evden çıkıp gider, kadıncağızı temizlersin?
Tabii… Vasfi Bey’in evinde her şey olur; Manik’i taife götürür, Fatma’nın, Hüseyin’in horlayıp koynuna girer. Zehra havayı koklayarak saatin kaç olduğunu bilir. Duvarda teyzenin kalbine bıçak saplanarak öldürüldüğünü sinema seyrediyormuş gibi görür… Aman dur! Kes! İçim eziliyor. Daha ağzıma bir lokma bir şey koymadım. Fakat açlık değil bu. İçim tuhaf bir şekilde eziliyor.
Ağlamak istiyordu; fakat teyzenin öldüğünü haber aldığı on iki saatten beri gözlerinden bir damla yaş çıkmadı. Annesi ve ablaları öldüğü zaman da hıçkırıkları gecikmişti. Fakat bu kadar değil. Tecrübeyle biliyordu ki, hiç bir ölüm vakası, gerçek aktüalitesi içinde, yani geçmişe mal olup da muhayyileye hafıza yolu ile girmeden evvel tesirini göstermezdi. Ancak şimdi, teyzesine karşı ruhunda biraz evvelki istihza kımıldanışının bir reaksiyonu olarak – fakat bu da muhakkak değil ve belki de kısmen doğru – merhamete benzer bir şey duyuyordu. Ölümün, bütün kusurları temizleyen banyosuna teyze şimdi giriyordu. Cimriliği ve hainliği azalmaya başlamıştı. Şimdi asmaya bakan penceresinin önünde ut çalıyordu. Gözlerinde kararan yeşillerin gölgesi ve mahzunluğu vardı. Sevilmemişti hiç Necmiye teyze; evlenmemişti. Onu hiç kimse anlamamıştı. Belki bütün hainler gibi o da bunun için haindi. Fakat şimdi hain değildi. Aşmalı odada Ferit’in önüne kahvaltı tepsisini koyuyor, her zamanki tutuk ve kederli sesiyle “Ekmeğe tereyağı süreyim de ye evladım, diyordu. Çok zayıfsın evladım, ya.. E mi?”
Ferit ağlamaya başladı. Nasıl biz, hislerimizin uşakları, nasıl onların kölesi oluyoruz? Nasıl, ben bu kadını öldürmeyi düşünecek kadar onun bende bıraktığı iyi tesirlere ve hatıralara ihanet edebiliyorum? Onu ben öldürmedim, fakat öldüren adamla suç ortağı değil miyim?
Ve kaderine kan şan bir utançla, yüzünü yastığa kapayarak ağlıyordu. Nilüfer’in birdenbire ciğerini deşen hissin ne olduğunu şimdi anlıyordu. Ondan şüphe etmesinden de utanıyordu.
Hemen kalktı, musluğa koştu; ellerini ve başını iyice yıkadı. Nilüfer’i ve ondan sonra da – mutlaka – Selma’yı görmek istiyordu…